Son 'Homo Ludens'

6 dk

Ülkü Tamer, şiirlerini ardında bırakarak aramızdan ayrıldı. Bir de kalemine kadar nüfuz eden futbol tutkusu vardı.

Bir roman kadar uzun bir cümle benim için: Ülkü Tamer öldü. Gazeteler enva-i iltifatla uğurladı onu. Neticede 'İkinci Yeni’nin Son Şairi' idi yitip giden… Oysa ona ‘son’ değil; ‘sonsuzluk’ yakışırdı en çok. Gerçek dünyanın içinde, gerçekliğin dışında, sonsuz sayıda geçici dünya yaratmayı bildi. Sanıldığının aksine şiirle öyküyle değil; oyunla! Ülkü Tamer sözcüklerin, ezgilerin, dansın, mücadele ve yaşamın özünde yalnızca ‘oyun’ olduğunu gören bir bilgeydi. Bu yüzdendir ki hep söylendiği gibi, zor olanı başararak çocuk kalabildi! Çocuk aslını yitirmeyen bir diğerkâmdı o. Her şeyin bir sonu olacaksa illa, Ülkü Tamer son 'homo ludens’ti (oyuncu insan).

Hollandalı ressam Pieter Bruegel, bundan yaklaşık 460 yıl önce 118’e 161 santimlik bir ahşap parçası üzerine gerilmiş bir beze, 230 çocuğun oynadığı 83 çeşit oyun resmeder. Çember çevirme, rüzgar ve niceleri… ‘Çocuk Oyunları’ isimli bu muhteşem tablo, oyunbaz ruhlar için adeta görsel bir ansiklopedidir. Melih Cevdet, ansiklopedinin sayfalarında hayranlıkla gezinir:

Duvarda bir resim, resimde kalabalık

Köy alanı, çocuklar, çember ve zaman.

Bruegel nasıl da toplamış bunca

Ortaklığı ve uyumu biraraya,

Çünkü saatler dardır, sığdırılmaz.

Güneşte her şey çözülür gider bir yana.

Türk edebiyatında Melih Cevdet gibi Bruegel’e hayran ve tıpkı Bruegel gibi yapıtlarına dünyaları sığdıran biri daha var: Ülkü Tamer! Duvardaki resme, resimdeki kalabalığa bakar Tamer, derin bir nefes çeker ve Bruegel şiirini yazar. Aforizma hâline gelen o son dizesiyle;

Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.

Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.

Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.

Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi

Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;

Unutmazdım yelkenin bir köşesine

Tabut başlı bir avcu yerleştirirdim.

İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.

Ülkü Tamer’in şiiri; Nuh’un gemisidir, La Fontaine’in masalıdır. Tilki, kirpi, kar ovaları, gagasında yıldızla bir kırlangıç, kırmızı balık, akvaryumun içinde uysal deniz… Bu kalabalığın içinde kargaşa çıkmıyor ve zihnimiz hâlâ berrak kalabiliyorsa bunun sırrı yine ‘oyun’dadır; çünkü ancak oyun varsa uyum vardır. Tamer şiirlerinde virgül ile sansara, kavanoz ile güverteye, kanat ile çizmeye takım oyunu oynatır.

Ölürsem güzel bir ölü olurum,

Saçlarıma yuva kurar bir anda kirpiler,

Kar, örtmeye kalkışır gökkuşağını,

Ve onurlu, yoksul böceklerin gazetecisi

Ben gülümserken resmimi çeker.

Sanmayın ki Ülkü Tamer sadece şiirlerinde oyunbazdır. "İflah olmaz bir futbol tutkunuyum" diye yazar. "Bugün bile gazeteleri, manşetlerine göz attıktan sonra spor sayfalarından okumaya başlarım." Robert Kolej’in kasketli delikanlısı küçük yaşlarından itibaren meşin yuvarlağa meftundur. Ama oynamayı pek beceremediği için kendi ifadesiyle "sınıflar arası maçlarda kenardan bağırıp çağırmakla yetinen" bir çocuktur.

"Bizim takım şampiyonluğa oynardı hep. Kaptanımız, yıllar sonra Fenerbahçe yönetim kurulunda yer alan Günay Çıtal’dı. Ama bir yıl, şampiyonluk umudumuzu yitirdik. As oyuncularımız futbola küstüler. Sahaya takım çıkaramıyorduk neredeyse. İster istemez beni de aldılar kadroya. O maçta bir gol attım. Karşı takımın kalesinde milli yüzücümüz Engin Ünal vardı. Şutum doksana takıldı. Galip geldik. Sonraki iki maçta da oynadım. Tarifem değişmiyordu: Her maçta bir gol!

Olanlar ertesi yıl oldu. Bizim takımın tüm oyuncuları mühendislik bölümüne geçti. Sınıfımızda futbol oynayan bir tek ben kalmıştım! Kendimi kaptan ve tek seçici ilan ettim. Takımı kurdum. İki puanla sonuncu olduk. Maçları 8-1, 14-0 gibi sonuçlarla kaybettik. Bir kere galip geldik. Onda da rakip sahaya çıkmamıştı."

Ülkü Tamer

Ülkü Tamer

Ülkü Tamer’in hatıraları arasında unutamadığı bir maç daha var. Edebiyat severlerin de ezbere bildiği bir karşılaşma bu. Tarih 8 Haziran 1964, Altunizade Sahası'nda Keşanlı Ali Destanı oyuncuları ile dönemin güzide edebiyatçıları karşı karşıya... Ülkü Tamer tiyatroda çalışıyor olmasına rağmen şair kimliği ağır basar ve karşı takımın formasını geçirir sırtına. Semt sakinleri ve medya mensuplarının izlediği mücadelenin ilk golü, santrfor Ülkü’den gelir. Sonra bir gol, bir gol daha… Edebiyatçıların 5-3 kazandığı karşılaşmaya Ülkü’nün hat-trick’i damga vurur. Tiyatrodaki dostları ona küserler. Şaka değil! Bir hafta boyunca kimse konuşmaz Ülkü Tamer’le…

Bu sanki ben değilim, gole giden

bir panter,

Alır eline iğne, düğme diker.

Düğme diker annesi, bıkınca

coğrafyadan;

Kalede tenis topu, önlüğünde biraz kan.

Ülkü Tamer’in kaleminden memleket futbolunun ellili ve altmışlı yıllarına tanıklık etmek başka bir hazdır. Yaşamak Hatırlamaktır kitabında, bizi keyifli bir tura çıkarır. Baba Hakkı dönemine yetişemediğine hayıflanır. Yine de "Gazhane’nin dumanları arasında Dolmabahçe’de maç seyretmeye" başladığında, "sahada Gündüz Kılıçlar, Şükrü Gülesinler, Süleyman Sebalar, Küçük Fikretler vardır." Tamer hatıralarında Metin Oktay’ı anlatır uzun uzun, Lefter’i, Çengel Hüseyin’i, İstanbulsporlu Kasapoğlu’nu... En sevdiği futbolcuları sıralarken hep zorlanır. Çünkü o dönem, futbolun esasen seyirlik oyun olduğunu gösterir nice futbolcu vardır. Hepsinin önünde eğilir, tükenmez bir tevazuyla: "Böylesine renkli oyuncuları seyrettiğim için kendimi şanslı sayıyorum."

Ülkü Tamer için futbolun eski tadı artık yalnızca yazı ve bellektedir. Sonraki yıllarda futbolu takip etmeye devam etse de aynı hazzı alması mümkün değildir. Çünkü onun futbolu seyirliktir, estetiktir, centilmendir. "Yenilirsem yenilirim, ne çıkar yenilmekten? Seninle çarpışmak kişiliğimi pekiştirir benim" diye söze gelen bir inceliğin şairinden, aksi nasıl beklenebilir?

Tamer, öğrencilik yıllarında Eric Batty’nin Modern Futbol kitabını dilimize çevirir. Altmışlarda A Dergisi’nden dostlarıyla her hafta sonu maç yapar. Onat Kutlar, Kemal Özer, Adnan Özyalçıner çekirdek kadrodadır. Değişen sıklıklarla Demir Özlü, Ferit Öngören, Metin Aksın, Cemal Süreya ve Edip Cansever de sahadaki yerini alır. "Adnan kalede oynuyordu. Kemal savunmanın belkemiğiydi. Memet Fuat, sırtında ceketi, orta alanda takımı yönetiyor, ayağına gelen topları milimetrik paslarla dağıtıyordu. Ben ise ‘gole giden bir panter’ olarak koşturup duruyordum."

Edebiyatımızın usta kalemi Memet Fuat, Ülkü Tamer’in tribün arkadaşı; dahası ona tribünde nerede oturulacağını öğreten insandır. Bir gün, İnönü’nün kapalı tribününde santra çizgisine yakın, ortalarda bir yer kapmaya uğraşan Tamer’i uyarır. Kapalının sağ yanının, Beşiktaşlıların oturduğu bölümün ‘oyun’ açısı daha rahattır. Tamer anlam veremese de ses etmez ve Memet Fuat’ın yanındaki yerini alır. Yıllar sonra ise şu itirafı yapacaktır: "Mehmet ağabey ‘oyun’u seyrederken biz ‘top’u seyrediyormuşuz meğer."

Bir hayat ironisi saklı sanıyorum bu cümlesinde… Topu değil; oyunu seyredebilmeli insan... Ağaca bakarken ormanı ıskalamamalı... Gerektiğinde gündelik dertleri bir kenara atabilmeli ve yaşamı savunmalı. Ülkü Tamer’den öğrendiğimdir naçizane:

Oyunun bütününü iyi okumalı ve iyi oynamalı…

Socrates Dergi