Sakin Güç

12 dk

Galatasaray, geçtiğimiz on yılda beş şampiyonluğa ulaşırken takımı defalarca silbaştan kurdu. Hakan Balta, futbolu bırakana dek oradaydı…

Depo Photos

2 Eylül 2007. Transfer sezonunun bitimine bir gün kala Manisa deplasmanına giden Galatasaray, 2-2'lik beraberlikle sona eren maçın ardından İstanbul'a bir kişi fazla dönüyordu. A Milli Takım'dan aldığı davet nedeniyle Galatasaray uçağına binen 25 yaşındaki Hakan Balta, ertesi gün attığı imzayla kariyerinin son transferini yaptı. Sonrası 13 kupa, Euro 2008 yarı finali, Şampiyonlar Ligi çeyrek finali, pozisyon değişikliği, Galatasaray kaptanlığı ve biraz daha fazlası… Ne sahada ne dışarıda konuştuğuna sık rastlamadığımız, röportaj vermeyi pek sevmeyen Hakan Balta'dan bu görkemli kariyeri dinlemek üzere Socrates Bistro'dayız.

Galatasaray'da 11 sezon geçirdiniz. Yüzlerce maça çıktınız. Bir kez dahi futbol dışı olaylarla gündeme gelmediniz. Bu özel bir çaba mı gerektiriyor yoksa karakterinizle mi ilgili?

Özel bir çaba sarf ettiğimi söyleyemem, biraz karakter meselesi ama aklımın bir köşesinde her zaman şöyle bir şey var: O giydiğiniz Galatasaray formasının ağırlığını bilmek lazım. Ben o sahaya çıktığımda kaç insanın beni izlediğini biliyorum. Belki de küçük çocukların zihninde idol olarak yer alıyorsunuz. Bu etki bilinçaltında bile olsa büyük sonuçlara yol açabilir.

11 yılda beş şampiyonluğunuz var. Kalan altı yılda ise sadece bir kez ikinci oldunuz, onda da Fenerbahçe, Nisan ayından şampiyonluğunu garantilemişti. Bunun dışında zirveden çok uzak sezonlar var. Galatasaray yarışın içindeyse kazanıyor, değilse dağılıyor. Bunu neye bağlayabiliriz?

Garip bir durum, hiç düşünmemiştim. Neye bağlayabiliriz? Belki başarısız olunca taraftar gelmiyordur, motivasyon azalıyordur, şampiyonluğa alışık bir camia olduğu için yönetimden futbolcuya kadar sıkıntı yaşanıyordur... Veya tam tersi, yarışın içinde olduğumuzda kulüp tecrübesi ağır basıyordur.

Hani derler ya "vura kıra" diye, son maçlar hep öyle geçiyor. Son iki şampiyonluğa bakarsanız, onlar da öyle. Hiç beklenmedik oyuncular çıkıyor, 1-0 sana maçı alıyor. Garip bir durum gerçekten.

O gollerden birini de 2008'de siz atmıştınız.

1-0'dı zaten. Gol güzeldi ama atmasam da şampiyon olacaktık.

2008'den 2011'e kadarki süreç biraz sıkıntılıydı. Ve o dönemin en büyük eleştiri konularından biri, Florya'daki futbolcuya dayalı düzendi. Gerçekten var mıydı böyle bir yapı?

Bence her takımda vardır. Tecrübeli futbolcuların söz hakkı ister istemez oluyor. Ya da yöneticilerle özel bir bağ kurmuş oyuncunuz varsa, gidip onlara sıkıntılardan bahsedebiliyor. Bence bunlar bir takıma kötü şekilde yansımaz. Bilmiyorum, belki ben iyimser düşünüyorumdur ama kötü niyetli birine denk gelmedim.

Bazı oyuncuların bilerek kötü oynadığı dedikoduları vardı…

Öyle bir şey olabilir mi? Futbolcu kulübün işçisidir, teknik direktör de onun patronudur. Eğer kendisine haksızlık edildiğini düşünüyorsa gider konuşur, bunlar kolaylıkla çözülebilecek şeyler. Sahaya çıktığında futbolunu oynarsın. Ben bir futbolcunun teknik direktöre zarar verebileceğini düşünmüyorum. Güçlü bir futbolcu bile olsa, eğer kötü oynuyorsa taraftardan ilk tepkiyi zaten kendi alır. İkinci tepkiyi de hocasından alır, bir sonraki maçta oynamaz.

O dönemden öne çıkan bir diğer olay da Hamburg maçı. Galatasaray tarihinin olumsuz anlamda kırılma noktalarından biriydi ve savunmadaki partneriniz Harry Kewell'dı. Sizce doğru tercih miydi?

Bence başka alternatif yoktu. Semih çok tecrübesizdi ve belki de Bülent Hoca onu ortaya atmak istemedi. Hoca o maçtan önce Kewell'la beni çağırdı ve stoperde birlikte oynayacağımızı söyledi. Ben deplasmandaki maçta sol stoper oynamış ve iyi bir maç çıkarmıştım. Hoca o yüzden Kewell'ı sağ stopere koydu. İkimiz de sol ayaklıyız. Ben gidip "Hocam ben en azından savunmada oynamaya alışığım, sağa geçeyim, ona biraz daha kolaylık olur" dedim, hoca da "Akıllı futbolcuyu severim!" dedi. Fena da oynamadık. 2-0 öne geçtik, bu skor bize rahat yetiyordu ama yediğimiz ilk gol kontrataktan. Üçü atsan ne olur, beşi atsan ne olur? 2-0 bitir, devam et. Herhâlde tecrübesizliğimize geldi, çok yazık oldu. O maçtan sonra dağıldık zaten…

"Hamburg maçında 2-0 öne geçtik, skor bize rahat yetiyor, kontrataktan gol yedik. O maçtan sonra dağıldık zaten."

"Hamburg maçında 2-0 öne geçtik, skor bize rahat yetiyor, kontrataktan gol yedik. O maçtan sonra dağıldık zaten."

Sekizinci sırada biten bir sezonun ardından, 2011-12 sezonuna yeni bir yönetim, Fatih Terim gibi bir teknik direktör ve çok önemli transferlerle girildi. Bu takım bir sezonda nasıl oturdu?

Bir kere gelen oyuncular çok kaliteliydi. Engin Baytar, Selçuk, Melo, Muslera, Elmander… Emre Çolak ve Semih çok iyi adapte oldu. Tabii hoca faktörü de var. Fatih Hoca, Galatasaray için çok önemli bir insan. Ne zaman gelse bir toparlanma gerçekleşiyor; sadece takımda değil, kulüpte. Bence en büyük faktör, o sezon birbirimize çok iyi uyum sağlamış olmamızdı.

Türk futbol tarihinin en kaotik sezonuydu. Şike davası, Süper Final derken ortalık çok gerilmişti. Bu gerginlik takıma nasıl yansıdı?

Bugün bakınca benim için en güzel sezon ama o gün sorsan aynı şeyi söyleyemezdim. Biliyorsun işte, ligi 9 puan önde bitirdik, sonra o sezonki statü gereği puanlar ikiye bölündü. Aslında yine sıkıntı yoktu ama içeride Fenerbahçe'ye yenilince fark 2'ye düştü. "Nasıl yani, biz bu kadar önde bitirdiğimiz ligi verecek miyiz?" gibi bir gerginlik oluştu bizde. Ama sonraki maçları gerçekten çok güzel oynadık.

Son maçın ardından neler yaşandı? Kupa için epey bir beklediniz…

Biz soyunma odasında bekledik, kupayı orada alacağımız söylendi. Bizimkilerin isteyeceğinden de onların vermemezlik yapamayacağından da emindim. Ondan sonra ışıklar kapatıldı, sular açıldı falan ama çok da önemli değil, doğal karşılıyorum. Bizde olsa belki biz de yapardık aynı şeyi. Kimse istemez sahasında en büyük rakibinin şampiyonluk kupasını kaldırmasını.

"Kimse istemez sahasında en büyük rakibinin şampiyonluk kupasını kaldırmasını."

"Kimse istemez sahasında en büyük rakibinin şampiyonluk kupasını kaldırmasını."

Bir süre sonra kulüp içinde bir gerginlik doğdu, büyüdü, krize dönüştü ve Fatih Terim'in gidişiyle sonuçlandı…

Bu sadece bizde olan bir şey herhâlde. Neden olduğunu bilmiyorum, iyi giderken birden camia içerisinde bir şeyler oluyor, kavgalar çıkıyor, ayrılıklar yaşanıyor. Aslında biriyle uzun vadeli çalışmak çok daha fazla başarı getirecekken sürekli böyle bir şey araya giriyor. Bir de biz değişikliği çok seviyoruz. Aslında çok doğru olmayan bir şey futbolda.

"Muslera iyi misin?"

Süper Final'in sonundaki Kadıköy deplasmanından önce Fatih Hoca'nın isteğiyle Beşiktaş'ta bir otelde kaldık. Taraftarın gelişiyle tesisten çıkışımız çok uzun sürüyordu çünkü. Otelden çıkışımıza yarım saat falan var... Hava sıcak, odamda hem camı hem kapıyı açtım ki biraz essin. Koltukta otururken dışarıda Muslera'yı gördüm, üç defa geçti önümden. Çantasını da almış, koridorda bir o tarafa, bir bu tarafa yürüyor. Dedim Allah, bu çocuk çok heyecanlı, ne yapacağız? Alışık değil tabii böyle maçlara. Bir o kadar da önemli bir oyuncu bizim için. Dedim gel! Aldım onu odaya, bayağı bir muhabbet ettik. Bambaşka şeylerden konuştuk. Tatilde Miami'ye gidecekmiş, "Ben orada hayatta suya girmem" dedim, köpekbalıklarından korktuğumu falan anlattım. En son "İyi misin?" diye sordum. "İyiyim iyiyim" dedi, konuşmamız çok iyi gelmiş. Sadece o değil tabii, herkes heyecanlıydı. Zaten benim kariyerimde heyecanlandığım üç maç vardır, birincisi Norveç'teki ilk resmi milli maçım, ikincisi Euro 2008 yarı finalindeki Almanya maçı, üçüncüsü bu. Bana hep "Çok rahatsın" derler ama en kötü topu kaybedersin, koşarsın peşinden, yakalayamazsan da gol olur. Dünya batmıyor ya sonuçta. Ama o maç başkaydı.

Türkiye'de herkesin ismi zaman içinde aşınıyor. Galatasaray'da da büyük başarılar kazanmış oyuncuların tamamına yakını gün geldi büyük tepkilerle karşılaştı. Bu ağır eleştiri kültürüne nasıl bakıyorsunuz?

Herkes her zaman formda olmayabilir, kötü bir dönem geçirebilirsin, birçok etken vardır bunda belki de. Evet, çok kötü oynadığımız dönemler oldu, taraftarın tepkisini hak ettiğimiz de. Ama "Hemen gönderilsin" falan, öyle bir dünya yok ki. Sonuçta bu insanların sözleşmeleri var, üstelik bir önceki sezon öyle demiyordunuz. İnsanlara biraz müsaade edilmeli. Bir şirket açsan bugünden yarına zirveye çıkaramazsın, yıllarını alır. Futbolda da en önemli şey zaman. Futbolcusundan tut teknik direktörüne, başkanına kadar herkesin zamana ihtiyacı var. Mesela 2008'de çok güzel bir dönem geçirdik, şampiyon olduk. Sonrasında ben hayatımda ilk defa Avrupa Şampiyonası oynadım. Sadece birkaç gün tatil yapabildim, takıma geç katıldım, kamp dönemini doğru düzgün geçiremedim ve bu konuda tecrübeli de değildim. Fiziksel olarak nasıl etkileneceğimi bilmiyordum. Sonuçta kötü bir sezon geçirdim. Fiziksel olarak da mental olarak da... Ama belliydi de böyle olacağı. Tüm bunlara bir bütün olarak bakmak lazım.

Nasıl etkilerdi sizi tepkiler?

Etkilenmezdim ben. Yani takmıyordum demeyeceğim. Mesela Hagi döneminde bir Gençlerbirliği maçı vardı Ali Sami Yen'de hiç unutmam, top ayağıma geldiğinde bütün stat yuhalamaya başladı. Çok üzülmüştüm. Ama toptan kaçma gibi işlere asla girmedim.

Ki o dönem çok farklı bölgelerde oynadınız. Bir Konyaspor maçı hatırlıyorum, forvet arkasındaydınız…

Ben zaten genç yaşlarda forvet arkası oynuyordum, gitgide geriye çekildim. En son Mustafa Hoca beni sol bek yaptı.

Mancini ise stoper...

Rijkaard da birkaç maç stoperde kullanmıştı, sonrasında acil durumlarda geçtim ama evet, Mancini döneminde tamamen oranın oyuncusu oldum. "Oyun bilgin, pozisyon alma becerin üst düzey, biraz hızlı olsan istediğin takımda oynarsın" diyordu hep. Bir gün geldi, "Say bakalım Milan'ın efsane kadrosundan arka dörtlüyü" dedi. Üçünü saydım, biri aklıma gelmedi. "Costacurta," dedi, "Sen Costacurta'sın. O da ağırdı ama pozisyon bilgisi çok yüksekti."

Kolay oldu mu o geçiş?

Kolay mıydı bilmiyorum ama iyi oldu. Büyük bir takımda sol bek oynuyorsan insanlar o git-gellerini görmek istiyor. Arı gibi çalışacaksın kenarda. Ben hiçbir zaman ofansif bir bek değildim. Yaş ilerledikçe, fizik düştükçe zaten ihtimal yok. Bence Mancini'nin çok iyi bir tercihiydi. Çünkü oyun kurmakta çok iyiydim. Ben bir stoperde önce buna bakarım. Müdahalelerin ne kadar iyi olursa olsun oyun kuramıyorsan büyük takım stoperi değilsin. Benimse başka özelliğim yoktu, öyle diyeyim. Hava toplarını genellikle partnerime bırakırdım. Topun sahibi olmak isterdim. O geçişle kariyerim de uzadı. Euro 2016'ya stoper olarak gittim.

İz

Euro 2008 ilk milli maçlarımdı, Euro 2016 ise son milli maçlarım. 2008 zaten benim için özel bir yıldı. Çağrı'nın doğumu, şampiyonluk, reklam çekimleri falan derken afalladım yani! Turnuva da çok güzel geçti; son dakika, son dakika. Orada Fatih Hoca'ya "Hep son dakikada atıyor, çok şanslı" demişlerdi, "119'da yiyince şans olmuyor da 120'de atınca mı şans oluyor?" diye cevap vermişti, hiç unutmuyorum. Aslında çok iyi oynamadık ama derler ya kalpten oynuyor diye, öyle bir ekiptik. Bölüm bölüm ağırlığımızı koyuyor, harra-hurra alıyorduk maçları.

2016'da da önemli bir oyuncu grubu vardı. 2008'de gördüğüm o abilerden biri de ben olmuştum artık. Mucizevi bir şekilde gitmiştik oraya, biliyorsunuz. Ama Hırvatistan, İspanya; çok zor maçlardı her şeyden önce. İşte sıkıntılar yaşandı, kavgalar falan oldu, bunlarla anılıyor bugün. Ona rağmen diyorum ki gruptan çıksaydık, yine ilerileri görebilirdik. Başarılı olamadık ama bir şekilde keyfini çıkarmak gerekiyor, neticede biz bu turnuvalara sürekli katılabilen bir ülke değiliz. Gittiğimizde de bir şeyler yapmak, güzel bir iz bırakmak istiyoruz. Bu olmayınca üzüldük.

Kavgalar? İki insan arasında tartışma olabilir. Benim düşüncem her zaman şu: Biriyle sıkıntın varsa karşı karşıya oturur, konuşursun. Çözersin, çözemezsin ama bir yolunu ararsın. O dönem maalesef bu yapılamadı. Ben girmek istemedim ya da konusu bile gereksizdi. Geçmiş bitmiş şeyler, benlik bir şey değil. Sonuçta biz o sahaya çıktık ve o kavga mı engelledi oynamamızı? Hayır, kötü oynadık, olmadı.

Mancini ve Prandelli dönemlerinin ardından Hamza Hamzaoğlu göreve geldi ve biraz daha kısıtlı bir kadroyla şampiyonluğa ulaştınız. O dönemi nasıl hatırlıyorsunuz?

Benim Galatasaray kariyerimde en çok keyif aldığım dönemdi. Öyle bir sene geçirdik ki… Şampiyon olduk, dördüncü yıldızı taktık. Üstüne Yener Hoca'mızın düğünü oldu. Her gün bir kutlama vardı, çıkıyorduk dışarı elimizde kupayla eğleniyorduk. Sonra bir baktım kupa finali geldi. O kupa finaline bizim bir çıkışımız var, şöyle desem yeri: İlk yarım saati hatırlamıyorum bile. Bursa bir sağdan geliyor bir soldan, tek kale oynuyorlar ve öne de geçtiler. Ondan sonra bir saat biz oynadık ama son yarım saat herkes nefes nefese. Bir ara Hamit sakatlandı. Selçuk, Burak ve ben toplandık Hamit'in etrafına. Ben dedim ki "Hamit iyisin değil mi? Ben çıkacağım." Selçuk diyor ki "Ben kesin çıkacağım." Burak üç tane atmış, yıldız olacak ya, "Nereye çıkıyorsunuz? Ben çıkıyorum" diye koştu Hamza Hoca'nın yanına. Hamza Hoca hemen Hamit'i çıkardı. "Zaten o sakat, çıkarayım da öbürleri mecbur oynasın" diye. O kupayı da aldık, üstüne bu defa Selçuk'un düğününde eğlendik. Çok yorucu bir sezondu ama bir o kadar da güzeldi. Arkadaşlığın en iyi olduğu dönemdi Galatasaray'da. Sonraki sezon yine garip bir şekilde erken ayrılık oldu, Hamza Hoca gitti.

"Dördüncü yıldız senesi, en keyif aldığım dönemdi. Her gün bir kutlama vardı, elimizde kupayla eğleniyorduk."

"Dördüncü yıldız senesi, en keyif aldığım dönemdi. Her gün bir kutlama vardı, elimizde kupayla eğleniyorduk."

Ve yine kayıp iki sene başladı. Hamza Hoca ile başlayan sezon Taffarel, Mustafa Denizli, Orhan Atik ile devam edip Riekerink ile bitti…

Riekerink geldi, oğlum Çağrı'nın hocası olacak derken bir anda benim hocam oldu. Yalnız futbol bilgisi hakikaten çok üst düzeydi. Büyük oyuncularla çalışma tecrübesi yoktu, belki de onun sıkıntısını yaşadı ama hem muhteşem bir insan hem de iyi bir eğitimciydi. Rijkaard da mesela çok büyük bir hocaydı. Bana sorarsanız kendi ekibiyle oturttuğu sistem çok başarılıydı. Düşün, yardımcısı Johan Neeskens. Cruyff'u Cruyff yapan adam gibi bir şey, bir efsane. Zaten idmanların çoğunu o yaptırıyordu, Rijkaard dışarıdan gözlemliyordu. İki yardımcısı daha vardı; Carlos ve Alberto. Onlar da çok kaliteli insanlardı.

Gaziantep, Kale Çizgisi

Kendi hatamı düzelttim diyelim. Kalecinin degajında top çok yukarıdan geldi. Ujfalusi biraz önümdeydi, normalde kadememe girmesi gerekiyordu ama son adam olarak kalmıştım. Top da biraz yaprak gibi yalpalayarak düştü yere. Iskaladım… Iskaladığım gibi bir de top yere sektikten sonra bacağımın arkasına çarpıp direkt rakibin önüne düştü. Dedim yakalar mıyım yakalamaz mıyım, koştum… Rakip de aşırtma yapınca biraz zaman kazandım. Son anda yakaladım. Aslında hakem çift vuruş da verebilirdi. Çünkü ayağımı bayağı kaldırdım. Vermedi, takdir etti herhâlde o da çabamı! Geçenlerde Manchester City'li Kyle Walker benzer bir top çıkardı, sabah bir baktım 'trending topic' olmuşum.

Neden olmadı?

Çok iyi başladığımız sezondan sonra benim sırtıma çarpan top vardı Lviv'de. Saçma sapan şekilde elendik. Avrupa'da devam etseydik kalırdı belki, bilmiyorum. Olmayınca olmuyor.

Skibbe'yle de çok iyi futbol oynadınız bir dönem.

O da mesela arkadaş gibiydi. Belki de fazla iyiydi. Hani bizim insanımıza o da yaramıyor, çok fazla iyiydi çünkü. Bir idmanda her oyuncu 5'e 2 oynamak ister. 5-10 dakika oynatıyordu, ondan sonra düdüğü çalıp, "Çocuklar şimdi koşuya gidiyoruz" diyordu. Biz, "Aaa, beş dakika daha" falan deyince "İyi hadi oynayın" diyordu. Çok tatlı bir insandı.

"Sneijder ve Drogba gibi dünya çapında iki oyuncunun gelişi herkesi çok mutlu etmişti. Avrupa'da iyi gidiyorduk, onların da katkısıyla bir üst seviyeye çıktık. O gol ofsayt olmasaydı Real Madrid'i eleyip yarı finale çıkardık bence."

"Sneijder ve Drogba gibi dünya çapında iki oyuncunun gelişi herkesi çok mutlu etmişti. Avrupa'da iyi gidiyorduk, onların da katkısıyla bir üst seviyeye çıktık. O gol ofsayt olmasaydı Real Madrid'i eleyip yarı finale çıkardık bence."

Riekerink'in ardından gelen Tudor, sezon bittikten sonra sizi kamp kadrosuna almadı. O dönemde takımdan ayrılmadığınız için büyük tepkiler alıyordunuz. Sezon sonunda, Kum Gibi şarkısı eşliğinde, alkışlarla uğurlandınız. O arayı nasıl yaşadınız?

İnsanlar tabii yaşananları bilmiyor. Öyle yazmak kolay; oturduğu yerden para kazanıyor falan... Ben bir yıl önce sözleşme imzalamıştım. "Bu iki sene bitsin, ben de burada bırakayım" diye anlaşmıştık. Sonrasında gelen Tudor'un yönetimle nasıl bir anlaşma yaptığını bilemem. Yaz tatili dönüşünde takımla çalışmaya başladım. On gün Florya'da çalıştık, kampa bir gün kala benim kadroya alınmadığımı öğrenme şeklim çok zoruma gitti. On yılımı kulübe vermiştim. Elbette karşılığını aldım ama on yıldır kulüpteysem biri karşıma çıkıp "Hakan, hoca seni bu sezon kadroda düşünmüyor" diyebilirdi. Ama beni yakışmayan bir şekilde kadro dışı bıraktılar, öyle söyleyeyim detayına girmeden.

Ondan sonra garip haberler çıktı, yok "Hakan on kilo almış" falan. Hâlbuki herkesten çok çalışıyordum. Şu bilinsin ki takıma dönebilmek için fedakârlıklar yaptım. Döndüğümde de kimse bundan bahsetmedi, ben de bahsetmedim. Sonuçta ben kulübe hiç küsmedim. Kişilere küserim ama Galatasaray'a olan sevgim, bağım hiçbir şekilde zedelenmedi. Ben hayatımın en güzel günlerini orada yaşadım, bu kulüpte büyüdüm, çocuklarım bu kulübe doğdu, burada büyüdü, burayı seviyorlar. Fena seviyorlar bir de. Yani aile olarak Galatasaray bizim için yuva. Düzgün bir şekilde ayrılmak istedim ve bunun için de ne gerekiyorsa yaptım.

Futbolu arkanızda büyük bir tecrübeyle bıraktınız. Almanca, İngilizce ve Fransızca biliyorsunuz. Sırada ne var?

Bir yıl dinlendim. Şimdi kafaya koydum, Türk futbolunda bir şeyler değiştirmek istiyorum. İngiltere'de B Lisans kursuna gidiyorum, bitmek üzere. Geçenlerde bana 14-15 yaşlarında 18 oyuncu verdiler, bir idman organize edip onları çalıştırdım. O sahaya çıktığımda kendimi buldum. Onlara bir şey öğretmek, tecrübelerimi aktarabilmek güzel bir duyguydu. Türkiye'de futboldan gelen insanların artık bu pozisyonlara daha fazla yönelmesi gerekiyor. Evet, maddi açıdan belki çok tatmin edici değil ama Türk futbolu adına çok önemli. Ayrıca sen de kendine yatırım yapmış oluyorsun.

Bunun dışında, Fatih Hoca'nın bana söylediği bir söz var, ona çok önem veriyorum. "Türk futboluna sadece saha kenarında değil, saha dışında da o takım elbiseyi giyebilecek, futboldan gelen insanlar lazım" demişti. Örneğin Hamit'in şu anki konumu beni çok mutlu ediyor. Milan'a bakıyorsun Maldini, Juventus'a bakıyorsun Nedved… Kendi değerlerini daha değerli kılıyorlar. Bizim de bu insanların sayısını artırmamız gerekiyor.

Bir yıldır Almanya'da Sports Management okuyorum. Orada bana "Hakan, sen bu sertifikayı aldığın zaman bir kulübü finansal konulardan sosyal medyasına kadar tek başına çekip çevirebilecek bilgiye sahip olacaksın" dediler. Mart ayında bitireceğim inşallah. Tabii bu biraz da dil öğrenmek gibi. Derse girip eğitim alıyorsun ama en iyi nasıl öğreniyorsun? Pratik yaparak. O yüzden ben de bir an önce işe başlamak istiyorum. Ama doğru yerden başlayıp adım adım giderek.

Yakında alacağım B Lisans ile U15'e kadar çalışabiliyorum. Sonra A Lisans süreci başlıyor. Bu, kendini eğittiğin bir süreç. Bunu yapmadan bir yere atılmak istemiyorum. Şimdi şöyle bir şey var, bugün Galatasaray'da sportif direktör olsam, ne yapacağım orada? Benim altımda çalışan insanlar benden bilgili olursa, benim özelliğim ne o zaman? Ya da onlara haksızlık değil mi? Ben bir eğitim için Madrid'e gittim; Atletico Madrid'de U9'dan U19'a kadar altyapıda çalışan bütün hocalar Pro Lisans sahibi. Bayern, 70 milyon euro'ya altyapı tesisi yapmış. Burada çocuklar saat 4'te okuldan çıkıp 5'te antrenmana gidiyor. Ne zaman yemek yiyecekler, ne zaman dinlenecekler? Sıkıntılar daha buradan başlıyor, oysaki bizim için altyapıdan başka kurtuluş yok. Deniz bitiyor…

Çağrı ve Bayern

Çağrı çok yetenekli bir çocuk. Futbolcu olmak istiyor, inşallah da olur. Ama daha 11 yaşında, çok fazla büyütmemek de gerekiyor. Daha zorluklar yaşayacak. Hepsinin üstesinden gelsin, eğer yeteneği ve isteği devam ederse zaten bir şekilde olur. Bayern olayına gelirsek, Çağrı'yı bayağı bir izleyip beğenmişler ama o yaş gruplarında transfer yasak. Diğer yandan biz de eşimle birlikte kariyerim bittikten sonra birkaç yıl yurt dışında yaşamayı planlamıştık, nereye gitsek diye düşünüyorduk. Bayern'in ilgisini de görünce rotamızı Münih olarak belirledik ama en büyük faktör okuldu. Gerçekten çok iyi bir okula gidiyordu çocuklar Almanya'da. Ama bir gittik, çocukların arkadaşı yok, hava da çok soğuk. Çağrı PlayStation'a tutuldu, İstanbul'daki arkadaşlarını arayıp maç yapalım diyor, çocuklar diyor ki "Biz bahçede top oynuyoruz." Küçük oğlum YouTube'da sürekli dizi izliyor. Bir akşam aile toplantısı yaptık, dedik geri mi dönsek. Orada Çağrı hiç beklemediğimiz bir şey söyledi.

Ben dönemem.

Niye oğlum, istersen hemen döneriz.

Yok, siz buraya benim için taşındınız, benim başarılı olmam gerekli.

Ona hiç böyle bir şey yansıtmadık, zaten taşınma sebebimiz de Çağrı değildi ama böyle bir moda girmiş çocuk. Bunu duyunca direkt karar aldık eşimle. Bir çocuk 11 yaşında futbol oynuyorsa bu sevdiği için olmalı, başarılı olmak için değil. Bu durum çok üzdü beni, bir daha Almanya'ya götürmedim onları. Şimdi çok mutlular, Çağrı da eski takımı ve okuluna döndü.

Socrates Dergi