socratesXreflect_alt

Sandık

20 dk

Futbol, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra her on yılda bir değişerek günümüzdeki halini almaya başladı. Belki de en keskin dönüşüm 1970'lerde yaşanmıştı. Yıldızlar, antrenman modelleri, sistemler ve televizyon ile…

Ken Aston, 1960'lara damga vuran iki yeşil saha sinir harbine de yakından tanıklık etmişti. 1962 Dünya Kupası'nda oynanan ve tarihe 'Santiago Muharebesi' olarak geçen Şili-İtalya maçının başhakemiydi. Dört yıl sonra İngiltere-Arjantin müsabakasında ise hakem komitesi başkanı. O maçtan sonraki gün, İngiliz savunmacı Jack Charlton, gazetelerde maçın hakemi tarafından cezalandırıldığını okumuştu. Kart uygulaması yoktu ve kesin karar, hakemin defterinde yazılıydı. Haberi alan Ken Aston, ofisinden çıktı, Kensington High Street'ten geçerken gözü bir anda trafik ışıklarına takıldı. Zihnindeki ışık yanmıştı. Eve vardığında, eşi Hilda'ya fikrini açtı. Bayan Aston, bir süre sonra elişi kağıtlarından yaptığı kırmızı ve sarı kartlarla odaya girdi…

Pele

Aston'ların evinden çıkan kart uygulaması, 1970 Dünya Kupası ile futbol dünyasına girdi. Bu kupayla birlikte artık takımlar uluslararası arenada da oyuncu değiştirebilecekti. İşin pazarlama boyutunda da büyük adımlar atılmıştı. Adidas, ilk kez kupaya özel bir maç topu tasarlamış, Panini şirketi ilk Dünya Kupası çıkartma albümünü piyasaya sürmüştü. Teknoloji yavaş yavaş futbolla temasa geçmeye başlamıştı. Pele, yıllar sonra otobiyografisinde yakası daha az su toplayacak şekilde tasarlanan formalarından bahsediyordu. En büyük etkiyi de o Pele ve arkadaşlarının futbolu yapacaktı.

Brezilya antrenörü Mario Zagallo, dörtlü çizgi alan savunması uygulamış, orta saha ile savunma arasında bir bağlantı oyuncusu (Clodoaldo) bırakmıştı. Devamlı pas yapmakla yetinmeyip -ağır kondisyon idmanları neticesinde- maçın sonuna kadar güçlü kalan bir Brezilya inşa etmişti. Güç ile yetenek gerçek manada ilk kez bu kadar iyi bir karışımla sahadaydı. 10 numara özellikli dört oyuncuyu da sahada tutan genç antrenör, bu isimlerden Tostao'yu 9 numaraya yerleştirmişti. Çoğu takımın katı bir adam adama savunma uyguladığı dönemde gölge bir santrfor görevi gören Tostao, sürekli ceza sahası dışında topla buluşuyor, böylece hem markajcısını dışarı sürüklüyor hem de 10 numaralığın verdiği pas kabiliyeti ile arkadaşlarını pozisyonlara sokuyordu. 1958 ve 1962'de şampiyon olan fakat 1966'da Avrupalılardan "O futbolun modası geçti!" mesajını alan Brezilya, 1970 zaferiyle değişime ayak uydurmakla kalmıyor, kendi kurallarını belirliyordu.

Meksika 1970'te Pele...

Meksika 1970'te Pele...

Kupa notlarını Hürriyet gazetesindeki köşesine taşıyan Gündüz Kılıç, "Hemen hemen bütün takımların kondisyonu süper hale gelmiş. Takımlardan taşan bu fizik potansiyel onları daha özgür bir futbol düşüncesine itmişti. Futbola artık kesin olarak yerleri yurtları daha az sınırlı çok yönlü futbolcu tipleri yerleşmişti" diyor ve ekliyordu: "Özellikle verkaç sanatı iki kişinin katıldığı bir oyun değil, üç hatta dört futbolcunun rol aldığı biçimlere girmişti."

En az bu biçimler kadar büyük bir devrim daha yaşanmıştı o yaz Meksika'da. Dünya Kupası ilk kez tüm dünyada televizyondan yayımlanmıştı. Maç saatleri, Avrupa'da ekran başındaki seyirciye göre ayarlanmış, kupanın resmi topuna bile ekranlara gönderme yaparak 'Telstar' adı verilmişti. Futbol, tüm dünyanın izleyebileceği bir ekran eğlencesi olma yolunda çok afili bir giriş yapmıştı. Bu zarafetin simgesi ise Pele'ydi. 1958'de henüz çocuk yaşta parlayan, 1962'de sakatlanan, 1966'da gruplarda kupaya veda eden ve kariyerinin altın yılları 1960'ları, Brezilya sınırları dışındakiler için bir nevi 'şehir efsanesi' olarak geçiren 'Kral' Pele, her maça büyük puntolarla attığı imzalarla televizyon çağının ilk futbol ikonu olmuştu.

"1970 Dünya Kupası'nın asıl kazananı futbol olmuştu. Ben de takımımızın, oyununun ruhunu en iyi şekilde temsil etmesinden dolayı memnundum. Bundan sonraki hedef hem bu ruhu yaşatmak hem de diğer ülkeler arasında yaymak olacaktı."

Kral, kupadan sonraki duygularını bu şekilde kaleme dökmüştü. Neyse ki bayrağın sorumluluğu sadece Brezilyalılarda değildi. Pele, kısa süre sonra futbola veda edecek ve Seleçao, 70'leri kaoslarla geçirecekti. Fakat hücum futbolu emin ellerdeydi…

Total Futbol

"1968'den sonra Michels'ten öğrendiklerim, futbolu anlayışımda silinmez bir iz bıraktı. Savunmanın rakibe mümkün mertebe az zaman tanıma olduğu veya topu aldığımızda olabildiğince çok alan kazanıp kaybettiğinizde rakibinizin alanını daraltmak gerektiği gibi fikirleri vardı. Daha ötesini söyleyeyim; futbolda her şey mesafenin birer işlevidir."

Johan Cruyff, Türkçeye Benim Oyunum adıyla çevrilen otobiyografisinde Rinus Michels'in oyun anlayışını bu sözlerle özetliyordu. 1960'ların ortasında takımın başına geçen Michels, futbol aklını, Cruyff gibi bir dehanın yetenekleri ve zekâsıyla birleştirip sahaya tam anlamıyla yansıtmaya başladığında 1970'lere gelinmişti. Rakipten topu olabildiğince çabuk ve çok adamlı bir baskıyla kapmak için sahaya çıkan Ajax, topu kazandığında kalecisi hariç bütün oyuncularını senaryoya dahil ederek alanı genişletiyordu. Sol bek Krol ve sağ bek Suurbier sürekli rakip ceza sahasındaydı. Libero Vasovic geriden oyuna katılıyor, orta sahada Neeskens savunmada rakibi ilk hırpalayan oyuncu olup hücumda da Cruyff'un boşalttığı alanlara koşular atıyordu. Michels, 1971'de takımı Avrupa şampiyonu yapıp ayrıldı.

Onun yerine göreve gelen Stefan Kovacs'ın Ajax'ı ise onlarla özdeşleşen özgür futbolu zihinlere kazıdı. Cruyff'u sık sık Tostao rolünde kullanıyor, liberoda ise Horst Blankenburg'a görev veriyordu. Vasovic'e nazaran daha atletik olan Alman libero, ileri uçtaki Ajax'lı ile en gerideki arasındaki mesafeyi olabildiğince daraltıyor, hücuma daha sık çıkıyor ve çabukluğu nedeniyle dönemin çözülmesi zor ofsayt taktiğini uygulamada avantaj sağlıyordu. 1972'de Inter'i sahadan sildikleri Şampiyon Kulüpler Kupası finali, şahitlerinin futbol başyapıtları listesinde en tepelerdeydi. Tabii ki bunda, tüm kıtaya yayılan televizyon yayınlarının etkisi yine büyüktü…

Yıllar sonra Harika Portakal kitabıyla Hollanda futboluna mercek tutacak olan İngiliz David Winner da ekran başındaki gençlerden biriydi. Kitabın önsözünde o maçla Ajax'a gönlünü kaptırdığını anlatıyor ve takımı "Başka bir futbol medeniyetinden gelen varlıklar" olarak tanımlıyordu. Gianluca Vialli de ufku açılan gençler arasındaydı, antrenörlük hayatının henüz başlarında olan Arrigo Sacchi de… Yaklaşık 20 yıl sonra dahi ona ilham vermeye devam edecek o takım için şunları söylüyordu:

"O takımın sahayı kullanışını izlerken, oturduğum yerden düşme tehlikesi yaşardım. Hareketlerini televizyondan takip etmek zordu çünkü ekran o genişlik için küçük kalıyordu. Hollandalılar futbolun ruhunu onurlandırdı. O Ajax takımı dominasyon ve güzellik temelli futbol oynadı. Hak ederek kazanmak istediler ve değerleri önemsediler."

Ajax ertesi sezon bu sefer Juventus'u yenerek, üçlemenin son filmini de mutlu sonla bitirmişti. Sezon sonunda Avrupa futbolunun gidişatını değiştirecek göçler yaşandı. Stefan Kovacs, Fransa Milli Takımı'nın başına geçti. Sezon öncesi kaptanlık oylamasında arkadaşlarından güvenoyu alamayan 'Sarı Fare' Cruyff ise Barcelona macerasına başlama kararı almıştı…

Ajax'tan boşalan tahta, bir önceki sezon dönemin en ikonik maçlarının birinde 4-0 yendikleri Bayern Münih oturacaktı. 1972'de Avrupa şampiyonu olan Federal Almanya, nihayet bir kulübünü kıtanın zirvesine çıkarmıştı. 1974 Dünya Kupası, bu iki devin, taht kavgasına sahne olacaktı…

"Total futbol terimi kimden çıktı bilmiyorum ama ne demek istediğini anlattığı kesin. Total Futbol, oyuncuların kaliteleri bir yana, esasen mesafe ve konumlama, pozisyon alma meselesidir. Taktik fikrin özünde bu yatar." O yaz Hollanda'nın oynadığı futbol, Cruyff'un da anlattığı üzere Total Futbol başlığında anlatılmaya başlamıştı. Kurallı bir özgürlük futbolu oynayan Hollanda, Ajax işi futbol yeniliklerini milli takımlar seviyesine taşımıştı. Üstelik saçtıkları ilham sadece futbolla anlatılamazdı. Kolyeleri, uzun saçları, favorileri ile dünyanın dört bir yanından gençleri etkilemişlerdi. "Pek çok kupa kazandım" diyordu Cruyff, "ama yıldızlığa ancak Dünya Kupası'ndan sonra ulaştım." Binlerce hayrana rağmen, televizyon çağının ilk güzel kaybedeni olmaktan kurtulamadılar. Kupa tarihinin en simge finali bittiğinde, yeni tasarlanan Dünya Kupası, 'Kaiser' Franz Beckenbauer'in ellerinde yükseliyordu. Finali, iki oyuncunun düellosu üzerinden anlatan Gündüz Kılıç'ın başlığı, aslında dönemi de özetliyordu: "Cruyff ve Franz."

Cruyff ve Franz

"Beckenbauer, pozisyonuna modern yorum katan ilk futbolcuydu." Alman futbol yazarı Uli Köhler, Kaiser'i tek cümleye sığdırmıştı. 1960'larda henüz genç yaşta kendini kanıtlayan Franz, 1970'lerde libero pozisyonunda zarafeti, yeteneği ve liderliği ile görev tanımı savunmanın güvenliğini sağlamak olan mevkii takımın beyni konumuna getirdi. Bunu yaparken, aynı zamanda ülke futbolunun da simgesi olmuştu. Karl-Heinz Rummenigge, "Franz profesyonel futbolcu olana kadar futbol biraz işçi sınıfı oyunu olarak görülürdü ama onunla birlikte bir anda yön değiştirdi" diyordu. Brezilyalı Giovane Elber ise "Biz Brezilya'da Pele'den bahsediyorsak akıllara hemen Beckenbauer gelir Beckenbauer'den bahsediyorsak da Pele. Bunu yapmak zorundasınız. Futbolun bugünkü hale gelmesinde, standartları yükselttikleri için ikisine de minnet borçluyuz" diyordu.

1972'de kaptan olarak milli takımla Avrupa Kupası'nı kaldıran Beckenbauer; 1974, 1975 ve 1976'da da Bayern Münih ile Kupa 1 zaferleri yaşamıştı. Başarı formülünü Gerd Müller adlı dâhi bir golcüyle tamamlayan Almanlar, 1970'lere damga vuran ülke bayrağını almıştı. Belki dünya futboluna yön veren bir oyun modeli sunmamışlardı ama kaptanlığı arkadaşları tarafından sorgulanmayacak bir liderleri vardı. Jupp Derwall, otobiyografisinde liderini şu sözlerle anlatıyordu: "Beckenbauer, büyük karizmasıyla doğuştan bir futbol dehasıydı. Onun futbola armağan ettiği parlaklık ve zarafet dünyada hiçbir futbolcu ile karşılaştırılamaz. Yönetebilen, önderlik edebilen ve zor pozisyonlarda aklını kullanabilen bir futbolcuydu."

Beckenbauer, Alman futbolunun çehresini değiştirirken Cruyff, bazı vatandaşları için ülkesinin kaderini değiştirmişti. En büyük hayranlarından yazar Hubert Smeets "İrlanda'dan sonra Avrupa'nın en geri kalmış ülkesiydik. Sonra baş temsilciliğini Johan Cruyff'un yaptığı kültürel, politik ve toplumsal bir devrim yaşadık ve Avrupa'nın en ileri, en gelişmiş ülkelerinden biri olduk" diyordu. Televizyonun geniş ulaşım ağı, savaş etkisinden kurtulan ekonomiler ve iki büyük yıldızın rekabeti… Bir sporu çok konuşulur hale getirmek için gerekli şartlar oluşmuştu. 1974 Dünya Kupası Finali, hem futbolun hem de imaj çağının rotasını belirlemişti…

Yeni dünyanın yıldızları sahnenin tadını çıkarırken, 'Kral' Pele de futbola dönmüştü. Atletizm ve yeteneği sentezleyerek çağının ötesine taştığı dönemler geride kalsa da ilerisi için deniz feneri olmaya devam ediyordu. Cosmos'a transfer olan ve dev sponsorluk anlaşmalarına imza atan Pele, tekaütlük döneminde açlık sınırlarını zorlayan eski futbolculardan olmayacağını göstermişti. Cruyff ve Franz dahil olmak üzere birçok yıldız, onun açtığı bu yolu da takip edecekti…

Işığı Görenler

"70'ler, golü vurgulayan dönem olarak bilinecek ve komplike defans sistemleri de geçmişe ait şeyler olarak kalacak. Elbette bu, Katenaçyo eski bir ayakkabı gibi fırlatılsın demek değil. Bence değişime uğramalı ve Total Futbol ile entegre olmalı."

1974 Dünya Kupası'nın yön verdiği büyük futbol kültürlerinin içinde İtalyanlar da vardı. Juventus ve milli takımın kalecisi Dino Zoff, kupadan sonra World Soccer'a verdiği röportajda reçeteyi bu şekilde yazmıştı. 1970'lerde üst üste hayal kırıklıkları yaşayan İtalyanlar için Katenaçyo ile vedalaşma zamanı gelmişti. Halihazırda Corrado Viciani gibi küçük takımlara Total Futbol oynatmayı amaçlayan idealist antrenörleri vardı zaten. Ama esas devrimi, köklerden kopmadan 'portakal sosu' serpenler yaptı. Gigi Radice, Giovanni Trapattoni, Enzo Bearzot gibi yerli antrenörler ile Luis Vinicio ya da Nils Liedholm gibi yabancı antrenörler alan savunması, çizgi savunma, pres ya da pas oyunu gibi kavramları Çizme'ye aşılamaya başlamıştı. Gioco all'italiana ya da Zona Mista bu fikirlerden doğdu.

Savunmayı sağlamlaştırmak için liberoyu icat eden İtalyanlar Hollanda modeli ve Kaiser'den etkilenerek oyunu geriden kurma yeteneği olan liberolar çıkarmaya, orta sahadaki oyunculara özgürlük vermeye ve sıkı sıkıya bağlı oldukları adam markajı kadar alanı da kullanmaya başladılar. Katenaçyo için önemli olan hücumcu sol bekler, önemini korudu ve daha da özgürleşti. Ortaya, 3-5-2 geçişleri olan bir 4-3-3 çıkmıştı. Kulüpler düzeyinde suskunluklarını Trapattoni'nin Juventus'u ile bozdular. Nils Liedholm ise görev aldığı Milan ve Roma'da şu sloganı tekrarlıyordu: "Eper topa sahip olursak bize gol atamazlar!" İtalyanlar, milli takım seviyesinde 1978 Dünya Kupası'nda Bearzot'un 'yeni İtalyası' ile gözlerin pasını nihayet silmişti. O kupada final yollarını kesen Hollanda'nın başında yine bir devrimci vardı…

Cruyff'suz Hollanda, 1978'de yine 'güzel kaybedendi' ama oyun stilleri farklıydı. Antrenör koltuğunda birçoklarına göre Michels'i de etkileyen ve Ajax'tan önce Feyenoord'la ülkeye Kupa 1'i getiren Ernst Happel vardı. Avusturyalı, oyun içi hamlelerde tarihin gördüğü en kurnaz hocalardan biri olmakla kalmamış, ofsayt taktiği ve alan daraltma konusundaki ustalığı ile hesaba katılmayan takımlara başarılar kazandırmıştı. Dünya Kupası'na gelmeden önce Club Brugge ile Şampiyon Kulüpler Kupası finaline çıkması her şeyi anlatıyordu. Fakat bir hanedanlığın bileğini bükemeyecekti…

Liverpool, Bill Shankly ile ayağa kalkmıştı ama Avrupa'nın tepesine çıktıklarında kulübede Bob Paisley vardı. Pas yapan savunmacılar, çok yönlü orta saha oyuncuları ve topu yere indiren bir takım isteyen Paisley, Ada futbolu sınırlarından çıkıp değişime ayak uydurmayı denemiş ve kupa canavarı bir takım yaratmıştı. Liverpool, onun yönetiminde üç Şampiyon Kulüpler Kupası kazanacaktı. Hayran sayısını tüm dünyada artıran Liverpool, Kevin Keegan ve Kenny Dalglish gibi büyük ikonları da futbol sahnesine sürmeyi başarmıştı. Ada'da Paisley'nin ilham verdikleri de vardı...

Yardımcısı Peter Taylor ile birlikte ikinci ligden çıkardığı Nottingham Forest ile önce ligi sonra da Kupa 1'i kazanan Brian Clough, onun Liverpool'una öykündüğünü sık sık dile getiriyordu. Sadece ifade şekli, konuşmayı sevemeyen Paisley'e göre farklıydı: "Tanrı eğer futbolun havadan oynanmasını istese, çimleri oraya koyardı." Hem alametifarikası hem de laneti bu sözlerdi. Forest ile bir sonraki sene yine Avrupa'nın tepesine çıkıp televizyon çağının en büyük peri masalını yazan Clough, saha içinde yaptıklarından çok ağzından çıkanlarla uğraşılan bir menajere dönüşecekti. Kalecisi Peter Shilton, 2004'te yayımlanan otobiyografisinde şunları kaleme almıştı: "Antagonistti ama oyuncuları için harika bir dosttu. En büyük antrenörlük meziyetlerinden biri, oyuncularının gizli yeteneklerini ortaya çıkarmasıydı. İngiltere'nin başa getirmediği en iyi menajerdi." Clough'ın santrfor Burns'ten üst seviye bir stoper yaratmasından çok Ada'nın ilk milyonluk transferini (Trevor Francis) yapan antrenör olarak anılması da yine kaderin bir oyunuydu…

Topa sahip olma işini başkalarına bırakıp alanlar hususuna kafayı yoran isimler de vardı. Valeri Lobanovski'nin Dinamo Kiev'i 1975'teki Kupa Galipleri Kupası zaferiyle, SSCB'ye Avrupa Kupası getiren ilk takım olmayı başardı. Takım, saha içindeki fiziksel gücüyle çağının ötesinde bir görüntü çiziyordu. Çizgi savunma kullanan, orta saha ile savunmasının arasında Konkov ile bağlantı sağlayan, üç orta saha ile rakip üzerinde baskıyı kurup, iki kanat forvet ile ani ataklar kovalayan Lobanovski, "Futbolda en önemli şey bir oyuncunun top ayağındayken değil, ayağında değilken ne yaptığıdır. Bu yüzden kusursuz bir oyuncu dediğimizde prensip şudur: Yüzde bir yetenek yüzde 99 sıkı çalışma" diyordu. Futbola geometriyi sokan adam olarak nam salan Ukrayna asıllı antrenörün en büyük yeniliklerinden biri de Jonathan Wilson'ın Futbol Taktikleri Tarihi kitabının sayfalarına da taşıdığı detaylı maç analizleriydi. Lobanovski, Dinamo Kiev ile 2000'lere kadar sık sık büyük sahneye çıkacaktı. İsimler değişse de slogan aynıydı: "Top sendeyken oyun alanını mümkün olduğunca geniş tut, rakipteyken de mümkün olduğunca daralt."

Yansımalar

"Bugün 'Barcelona Koşusu' denen şeyi, o zaman Belanov maç içinde otuz defa yapıyordu." 2017'de Feyyaz Uçar ile yaptığımız söyleşide Uçar, 1980'lerde rakip olarak karşısına çıkan Lobanovski'nin Kievi'nin alametifarikasını bu sözlerle anlatıyordu. Belki o dönem takımın başında olmasa da o Barcelona'yı tepeye taşıyan Guardiola ise, "Katedrali Johan dikti; bakımı, koruması bize kalıyor" sözleriyle, Sarı Fare ile Barcelona'nın yollarının kesişmesini milat olarak belirlemişti.

Televizyon ve parayı kullanarak dünyanın en büyük vitrini olan Premier Lig'de aslan paylarından biri de Pep'in başını çektiği yabancı antrenörlere ait. Klopp, Sacchi'den ne kadar etkilendiğini anlattığında aslında dolaylı yoldan yine 1970'lere minnetini sunuyor, Firmino'yu kullanış şekliyle Tostao'ya selam gönderiyor. Antonio Conte, Claudio Ranieri ve Massimiliano Allegri'nin zaferleri ise yeni model Gioco all'italiana hesabına yazıyor. Roberto Mancini, 3-5-2 geçişli 4-3-3 ile Avrupa şampiyonu oluyor. Yabancı antrenör furyasının öncülerinden Jose Mourinho ile Clough'ın ne kadar benzeştiğini oğul Nigel Clough bile dile getiriyor. Stan Collymore da aynı fikirde: "Bana göre modern dönemin Clough'ı o. Clough'tan beri hiçbir menajer, Mourinho kadar süslü lafların kıymetinin farkında olmamıştı sanırım."

'Kaiser' Franz gibi topla hüneri olan savunmacılar altın değerinde. Onun ve arkadaşlarının yönetimi ele alarak temellerini attığı Bayern hanedanlığı ise otuz yılı aşkın bir istikrarla kıtanın zirvesinde. 1976'da Kovacs'ın başında olduğu proje ile futbolcu yetiştirme merkezinin temellerini atan ve daha sonra üssü Clairefontaine'e taşıyan Fransızlar ise buradan çıkan yıldızlarla en güçlü futbol ekollerinden birine dönüşmüş durumda.

Televizyon başındakilere ne mi oldu? Jonathan Wilson, 1970'lerdeki pres anlayışının etkisini Marcello Lippi alıntısıyla noktalıyordu: "Artık herkes pres futbolu oynuyor." 2000'lerde internetin de gelişimiyle etki alanı daha da genişledi. Eskiden televizyondaki futbolcuları sadece hayran olmak için izleyenler vardı. Artık futbolseverler de futbolu alanlar ve pres modelleri üzerinden konuşuyor…

Socrates Dergi