
Şanlı Kaybeden
10 dk
Namütenahi imkânlar, yetenekli oyuncular, ateşli bir seyirci... Bütün bunlara rağmen Fransız tenisinin en üst düzeyde umduğunu bulamayışı sporun en büyük sırlarından bir tanesi.
Tenisin atası 'jeu de paume', ilk kez 12. yüzyılda Fransa'nın kuzeyinde oynandı. 1891'den bu yana devam eden Roland Garros, tenisin en köklü turnuvalarından ve dört Grand Slam'inden bir tanesi. Tarihte tam 13 farklı Fransız tenisçi, 38 tekler slam'i şampiyonluğuna imza attı. Fransa, amatör ya da profesyonel seviyede tenis oynayan insan sayısı bakımından Avrupa'nın zirvesinde yer alıyor. ATP ve WTA dünya sıralamalarının ilk 200'ünde 17 erkek, 12 kadın Fransız oyuncu mevcut. Bugün dünyanın birçok ülkesinden genç tenisçi adayları, oyunlarını geliştirmek için Fransa'nın çeşitli bölgelerindeki ünlü akademilere geliyor. Fransa hükümetinin tenis federasyonu aracılığıyla spora yaptığı yatırımın miktarı euro bazında yıllık on milyonlarla ifade ediliyor. Hal böyleyken, Fransız tenisçilerin sporun en tepesinde yer alan dört majör turnuvada niye daha sık şampiyonluk yaşayamadığı konusu akılları kurcalamakta, erkek tenisinde 1983 yılından beri tekler kupası kaldırılmadığı için merak daha bir ayyuka çıkmakta. Böyle bir mazi ve altyapıya sahipken nasıl çıkmasın ki...
Hem dünya hem de tenis şimdilerde olduğuna hiç benzemezken 'Dört Silahşorlar' vardı. 1920'li ve 30'larda sporu kasıp kavuran dört Fransız raket, günümüzde izlediğimiz büyük üçlü veya dörtlülerin benzeri, spor tarihindeki ilk emsallerindendi. Timsah sembolünü hayatımıza sokacak Rene Lacoste, dönemdaşları Jean Borotra, Henri Cochet ve Jacques Brugnon ile beraber sporunu domine etti. 18 tekler, 23 çiftler Grand Slam'ine imza koyan dörtlünün efsanesi, iki nedenden dolayı yıllar boyu anlatıldı. Birincisi, çok havalı ve Fransızlar gibi gururlu bir milletin fazlasıyla böbürleneceği kadar iyiydiler. İkincisi, ayak izlerini takip eden pek kimseler çıkmadığı için efsaneleri daha da büyüdü. Zira aşağı yukarı aynı çağda kadın tenisini hâkimiyeti altına alan Suzanne Lenglen'le beraber çıtayı arşa çekmişlerdi. Fransa, devam eden dönemde Simonne Mathieu, Marcel Bernard, Yvon Petra, Nelly Landry ve Françoise Dürr ile teklerde slam kupaları kaldırdı ama bir daha ana uluslarından olduğu sporun sürükleyici gücüne dönüşemedi.
Marcel Bernard'ın 1946'daki Roland Garros zaferinden 37 sene sonra ortaya Yannick Noah çıktı. Kamerunlu bir baba ve Fransız bir annenin çocuğu olan Noah, kortlarda kendine has bir tarz ile arzı endam ediyordu. Ivan Lendl, John McEnroe ve Mats Wilander gibi seri bir kazanan değildi. Ancak efsane unvanı almasına yetecek şeyi başarıp 1983'te Fransa Açık galibi oldu. Adını geçmişin devlerinden alan 'Silahşorlar Kupası' Noah'nın ellerinde yükseldiğinde bir hasret bitmiş, yenisi başlamıştı.
Yannick Noah
Devam eden yıllarda Henri Leconte, Cedric Pioline ve Arnaud Clement ile Grand Slam finalleri görecek ama hiçbirinin şampiyonluğunu alkışlayamayacaklardı. 1988'de Wilander'e kaybederek Paris'te hüznü yaşayan Leconte, "Bir süre evimde saklandım, kapıdan çıkıp pastaneye gidemeyecek kadar utanmıştım. Tuhaftır, ilk anda baş etmesi zor olan bu deneyim beni bir insan olarak geliştirdi" sözleriyle kaybını ve kazancını anlatıyordu. Fransızlar için Grand Slam turnuvaları hüznün adresi olmuştu.
Kadın tenisinde durum nispeten daha iyiydi. Françoise Dürr'ün 1967'de Roland Garros şampiyonluğu sonrası bekleyiş 1995'e dek sürdü. Mary Pierce o yıl yaşadığı Avustralya Açık zaferine, 2000'deki Fransa Açık kupasını ekleyecek ve Paris'te kupa kaldıran -kadın ya da erkek- son Fransız raket olacaktı. Amelie Mauresmo, 2006'da Avustralya ve Wimbledon'da kazanıp -Lenglen ve Lacoste'un 1925'teki başarılarından bu yana- aynı sene içinde iki slam'de gülen ilk Fransız oldu. Belki içlerinden en enteresanı 2013'te Marion Bartoli'nin Wimbledon şampiyonluğuydu. Oldukça sıradışı bir oyuncu olan Bartoli, 2007'de finale yükselerek kapıyı çaldığı komşu slam'de Fransa'ya -şimdilik- son majör tekler galibiyetini getirdi. O günden bu yana ne kadın ne de erkek herhangi bir Fransız tenisçinin Grand Slam finaline çıktığına tanıklık edemedik.
Tenisin kadim uluslarından bir tanesinin içine düştüğü bu Grand Slam hasreti pek yabancı değil. Fred Perry'den Andy Murray'ye 77 sene, Virginia Wade'den Emma Raducanu'ya 44 sene bekleyen Britanya da benzer yollardan geçiyor. Nitekim mevzubahis iki oyuncu hariç oraları hedefleyebilecek pek bir isme de sahip olmadılar. Yani konu eğer üst seviyeye oynayabilecek bir kalabalık oyuncu havuzuna sahip olmaksa, Birleşik Krallık'ın Fransa'ya nazaran epey geride olduğu aşikâr. Geçmiş dönemde Socrates için sohbet etme imkânı bulduğumuz Tim Henman'a göre bunun nedeni artık yeterince çocuğun tenis oynamıyor oluşu ve elit sporcu adaylarının diğer branşları tercih etmesi. Söz konusu Fransa olduğunda aynı durumdan bahsetmek kolay değil çünkü Manş Denizi'nin öteki tarafında sayılar başka bir şey söylüyor.
Fransa'nın sorunu kesinlikle tenisçi adayı çıkarmak ve onları üst seviyeye taşımak değil. Serena Williams'ın da antrenörlüğünü yapan, Güney Fransa'daki Mouratoglou Academy'de sayısız oyuncu yetiştiren Patrick Mouratoglou, 2014'te CNN'e verdiği röportajda durumu şöyle yorumlamıştı: "Tenisçi yetiştirme hususunda mükemmel bir ülkeyiz. Evet arada istisnalar var ama sahip olmadığımız şey şampiyonları yetiştirebilecek zihin yapısı. Fransız tenisçiler için çoğu şey çok kolay. İmkânları bol, paraya erken ulaşıyorlar, pek hırslı değiller... Bu hırs konusu belki kültürümüzün bir parçasıdır. Grand Slam şampiyonları genelde kendinden fazla şey bekleyen, şampiyon mantalitesine sahip sporcular. Ben Fransız tenisçilerin büyük çoğunda bunu gözlemlemiyorum."

Mary Pierce
Son yirmi yıla bakıp spesifik bir jenerasyon için hayıflanmamak elde değil. 2000'lerin ortasında erkek tenisinde ağırlığını hissettirmeye başlayan ve 'Yeni Silahşorlar' olarak anılan dörtlü; Jo-Wilfried Tsonga, Gael Monfils, Richard Gasquet ve Gilles Simon'u içeriyordu. Tsonga bir vadede bu oyuncu grubunun en kariyerlisi olacaktı. Gasquet'nin bir çocuk sinema yıldızı tadında dokuz yaşında dergi kapaklarını süslediği, Monfils'in gençlerde takvim slam'ine tek kupa kadar yaklaşmasıyla beraber çıkış yaptığı dönemde beklenti bambaşkaydı. Simon, hiçbir zaman diğer üçü kadar kendinden konuşturmamasına rağmen tırnaklarıyla kazıyarak bu gruba katıldı. Belki Mouratoglou'nun bahsettiği Amelie Mauresmo hırsı en çok taşıyan isim oydu ama fizik ve yetenek anlamındaki limitleri Simon'u majörler seviyesinde hep geri tuttu.
Jo-Wilfried Tsonga, geçtiğimiz günlerde bu Fransa Açık'ın son turnuvası olacağını söyleyerek emeklilik kararını duyurdu. Birkaç yıldır sakatlıklar nedeniyle gözlerden ve gönüllerden ırak Fransız tenisçinin yaklaşan vedasıyla beraber eski defterler yeniden açıldı. Tabii modern çağ silahşorlarının neden yeterince başarılı olamadığı sorusunun cevabını bir sırrın peşine düşercesine aramanın, lafı dolandırmanın âlemi yok. Tsonga'nın, az da olsa Monfils'in ve ucundan kıyısından Gasquet'nin slam şampiyonluğu kalibresinde olduğu seneler boyunca teniste görülmemiş bir hegemonya mevcuttu. Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic, 2003'ten bugüne o 'acayipliği' de sürdürüyorlar. Büyük üçlünün üyelerine karşı 16 maç galibiyeti olsa da büyük eşleşmelerde sıklıkla boynu bükük kalan Tsonga, devlere karşı oynamanın yarattığı baskı unsurunu dillendirmekten çekinmiyor: "Dördüncü tur maçımı kazanıp sonraki rakibime bakardım. Çeyrek finalde üçlünün bir tanesiyle oynamam gerekiyordu. Kazanırsam yarı finalde bir diğeriyle ve onu da geçersem finalde bir diğeriyle... Dürüst olmak gerekirse, bunu başarmak mucizeydi."

Amelie Mauresmo
Tsonga, 2008 Avustralya Açık'ta tek Grand Slam finaline yükseldi ve o gün Melbourne'da ilk kupasını kaldıran Djokovic'e kaybetti. Richard Gasquet slam turnuvalarında üç kez yarı finale yürüdü ama sırasıyla Federer, Nadal ve Djokovic'e çattı. Gael Monfils'in iki yarı finalinde mağlup olduğu isimler şaşırtıcı olmayan şekilde Federer ve Djokovic'ti. Gilles Simon da kariyerinde gördüğü iki çeyrek finalde onlara denk geldi. Hatta yaşça epey küçükleri, slam düzeyinde yarı finale yükselen son Fransız Lucas Pouille'u bekleyen ve deviren de yine 'Büyük Üçlü' üyelerinden Djokovic olmuştu. Diğerleri kadar yüksek profilli olmayan bir başka Fransız raket Quentin Halys, The Telegraph'a verdiği demeçte "Bu dönemde slam kazanamama işinin Fransız olmakla ilgisi yok. Tomas Berdych ve David Ferrer gibi mükemmel oyuncular da bunu yapamadılar" sözleriyle konuya bakışını açıklıyor. Üstteki tabloya bakıp ona katılmamak zor.
Teniste dengelerin değiştiği bir dönemdeyiz. Meşhur büyük üçlü yaş, sakatlık ve tercihler nedeniyle yavaş yavaş ayrışıyor. Kadın tenisinde Serena Williams'ın eski gücünü yitirmesi ve dünya 1 numarası Ash Barty'nin beklenmedik emekliliği sonrası hâkim oyuncu eksikliği göze çarpıyor. Dünyanın en büyük tenis ülkelerinden Fransa'nın bu boşlukları doldurabilecek yıldız adayları olup olmadığı ise tartışılır. Özellikle erkeklerde hâlâ 35'lik Gael Monfils'in, kadınlarda veteran Alize Cornet'nin en yüksek sıralamalı isimler olması alttan gelen raketler nezdinde kaygı uyandırıcı. Haksızlık etmeyelim; Monfils ve Cornet, 2022 Avustralya Açık'ta çeyrek finale dek harika işler çıkarıp yurttaşlarının sık sık yaptığı şekilde 'şanlı' kaybettiler. Ancak yine de Fransa kadar köklü bir ekolün artık tatlı heyecanlardan fazlasını beklemeye hakkı var. Tıpkı senelerdir olduğu gibi...