Sarıyerli Lombardo

11 dk

Türkiye'de bir dönem futbolcular lakaplarıyla anılırdı. Sarıyerli Feridun da "Lombardo" olarak yeşil sahalarda iz bıraktı.

Futbolun güzel yıllarıydı. O dönemki adıyla Türkiye Birinci Futbol Ligi’nde İstanbul’un ağırlığı göze çarpardı. Her sezona şampiyonluk hedefiyle başlayan ‘üç büyüğün’ yanında Bakırköy, Zeytinburnu gibi semt takımları var olma çabası verirken, bir başka semt takımı çıktı ve büyüklere meydan okudu. Türkiye liglerine damga vuran Rıdvan Dilmen, Erdal Keser, Selçuk Yula, Sead Çelebiç, Sercan Görgülü, Yaşar Duran gibi birçok futbolcunun yolu İstanbul’un kuzeyinden geçti. O takım Sarıyer’di. En unutulmaz figürlerinden biri ise doğal liderliği, sinirli halleri ve saçsız başıyla Feridun Alkan. Dönemin ünlü İtalyan futbolcusuna olan fiziksel benzerliği nedeniyle ‘Lombardo Feridun’ olarak nam salan Alkan, kariyerine nokta koyduktan sonra gözlerden tamamen uzaklaştıysa da nerede “Bir Sarıyer vardı” bahsi açılsa kulakları çınladı. Birçok futbol meraklısının anılarında yer aldı. Bu defa o, kendi kariyeri ve anılarını anlatıyor…

Rize’de doğdum. Ailem işçi olarak Almanya’ya taşınmıştı, altı yaşında onların yanına gittim. İki yıl sonra, Berliner Amateure’de futbola başladım. Önce Neuköln’e, ardından BSC Preussen’e transfer oldum. Burada iki defa Berlin şampiyonu olduk. Çok genç yaşta menajerlik mukavelesi imzaladım, o hayatımı değiştirdi. Mukaveleyi imzaladıktan bir hafta sonra Hertha Berlin’in başkanı beni arayıp transferimi istedi. Menajer sıkıntı yarattı, olmadı. 18 yaşında Preussen Münster’le profesyonel sözleşme imzaladım, oradan Blau-Weiss Berlin’e geçtim. Rahmetli Selçuk (Yula) ile orada tanıştım. Karl-Heinz Riedle de o takımdaydı. Kulüp daha sonra küme düşürüldü finansal nedenlerle, tutunamadı.

Berlin’de Galatasaray’la hazırlık maçı yaptık. İyi oynadım, golü de ben attım. Golden sonra Raşit Çetiner bana saha içinde küfretti. Efendim ben Türk değil miymişim, niye Türk takımına karşı gol atıyormuşum… Olayı nereye bağladı, düşünebiliyor musun? Saha içinde kovalıyordu beni tekmelemek için. “Niye küfrediyorsun abi?” dedim, devam edince ben de yarı Türkçemle ona küfrettim. Benim de orada Türk çevrem vardı, Raşit’e tepki göstermeye başladılar. Hatta kendi takım arkadaşlarından da ona kızan oldu, “Ya bırak çocuk futbol oynuyor” dediler.

Hazırlık maçından sonra Galatasaray beni istedi. Jupp Derwall’in menajeri altı ay içinde birkaç kez Almanya’ya gelip gitti, Türkiye ve Almanya’daki gazeteler de yazdı Galatasaray’a transfer olacağımı. Kulüp vermedi. Galatasaraylıydım ama benim de aklımda Türkiye’de oynamak yoktu, Bundesliga’da kariyer yapmak istiyordum. Sonra kalktım Bundesliga’ya çıktığımız yıl Antalyaspor’a transfer oldum. Genç milli takımdaki hocam Adnan Dinçer oradaydı, ikna etti beni. Adnan Hoca’yla kendimi kanıtlar, o sıçramayı daha kuvvetli bir şekilde yaparım diye düşündüm. Sene sonunda küme düşmemize rağmen teklif de geldi yine. Ama bana bir yıl diye imzalattıkları mukavele iki yıllık çıktı, hülleli bir mukavele yapmışlar. Mecburen kaldım. İlk yarıda 12 gol attım, 9 puan farkla liderdik. Sonra altı ay ceza aldım; bonservis ücretimi ödememişler. O fark eridi, Kahramanmaraş çıktı o sene.

Tekrar Almanya’ya dönmek istiyordum ama Sarıyer Başkanı Erdal Ersoy aradı. Beni cezbeden, Sarıyer’in toplama takım olmasıydı. Erdal Keser’i getirdiler, Selçuk Yula vardı, kaleci Yaşar (Duran), Cem Pamiroğlu, Sercan Görgülü, Osman Yıldırım… Buradan iyi bir karışım çıkabileceğini düşündüm. O futbolcularla birlikte olmak beni heyecanlandırdı. Semt takımı olmasına rağmen “Neden olmasın?” dedim. Sonra da hayatımın en güzel yıllarını geçirdim.

Sarıyer’deki ilk sezonumu unutamam. Lige yedi maçta beş galibiyet iki beraberlikle girdik. Sekizinci hafta Galatasaray’la oynuyoruz Ali Sami Yen’de, maç eksiğimiz olmasa lideriz. İlk yarıda Galatasaray yedi tane atabilirdi bize, her pozisyon karşı karşıya, devleşti o maçta Yaşar, devleşti kalede. 1-0 geriye düştük, 1-1 yaptık, 10 kişi kaldık ama nasıl olduysa kazandık. Sonraki hafta Trabzonspor’la oynadık içeride, iki defa öne geçtik, sonra Sadık Deda akıl almaz bir penaltı verdi, 3-2 kaybettik. Çöktük o maçtan sonra, üç hafta yenildik. Ama yine toparlandık; son hafta Fenerbahçe’ye 4-3 yenilmesek UEFA Kupası’na gidecektik. Tüm bunları para almadan yaptık. Sahamız kötüydü, sular akmazdı, antrenmandan çıkıp duşumuzu Sarıyer Hamamı’nda alırdık. Diğer takımların tesislerine bakardık, bizimkinin yanında otel gibi. Bunlar biraz küstürüyor futbolcuyu, ben Almanya’dan niye geldim diye düşünüyordum mesela. Ama yine sahaya çıktığımızda hepsini unutuyorduk.

Bir ara transfer taksitlerini geçtim, prim bile alamıyorduk. Herkes zannediyordu ki futbolcular iyi kazanıyor, hiç öyle bir şey yok. Kıyafetimiz güzel, cebimiz boş. Arabamız var, benzinimiz yok. Bekârından evlisine hepimiz parasızlıktan illallah etmişiz, dışarı çıkamıyoruz. Böyle bir dönemde, kupada bize Boluspor çıktı. Bolu’ya gittik; kar, kış, kıyamet. Saha donmuş, beton gibi. Soyunma odası ufacık bir yer. Ortasında da soba yanıyor fakat soba tütmüş, göz gözü görmüyor. Şortumuzu çekiyoruz, dışarı çıkıp nefes aldıktan sonra tekrar içeri girip formamızı giyiyoruz. Takımda da isyan var, giyinirken millet küfür ediyor. Bunları duyan kafile başkanımız Mustafa Taviloğlu girdi içeriye, bize bir jest yapmak istedi. “Çocuklar hiç merak etmeyin, sizin paranız benim cebimde” dedi. Bizde kumar oynanırdı sürekli, kaleci Yaşar da önceki akşam parayı sıfırlamış, canı sıkkın, o kocaman ellerini kafasına koymuş oturuyor. “Mustafa Abi, Mustafa Abi…” diye kalktı. “Buyur Yaşarcım” dedi Taviloğlu. “Benim param niye senin cebinde abi?” dedi Yaşar. Adam biraz bozuldu ama takım koptu, o bozuk moralle dağıldık gülmekten. Turu da geçtik. İki gün sonra Taviloğlu bütün birikmiş primleri ödedi.

Şamdan’ın sahibi Mehmet Tuna, papyonlu garsonlarla gümüş tepside yemek gönderirdi bize restorandan. Paramızı alamasak da yöneticiler böyle bir güzellik yapıyordu, futbolcu olduğumuzu hissediyorduk. Bir anda gönlümüz alınıyordu. “Tamam kulüpte sıkıntılar var ama hadi sen de çık oyna” diyorduk kendimize. Böyle gelgitlerle geçti o seneler…

En kötü durumda bile biz birbirimize sahip çıktık. Birisinde para yoksa diğeri borç verirdi. Akşam kumarda kazanırdık ama ihtiyacı olana verirdik sonra o parayı. Bugünkü gibi sosyal medya, internet falan yok, sürekli bir aradayız, ne yapalım oyun oynuyorduk. Televizyon bir tek TRT, tesiste o da karlı, seyretsen ne yazar. Kitap okuyorsun, yarım saat, hadi bir saat. Sonra okey, poker, ne varsa… Dört masa birden poker dönüyordu. Enteresan şeydir, teknik direktörler de gelir seyrederdi, karışmazlardı bize. Yeter ki çıkın idmanınızı yapın, maçınızı oynayın, kazanın. Takım da çıkıyordu kazanıyordu. Mesela Ahmet Suat Özyazıcı, otoriter bir adamdır. Dindardır. Kumara, içkiye, şuna buna zinhar derdi. O bile sesini çıkarmadı, hatta geldi seyretti. E biliyor ki takım çıkıp oynuyor, akıllı teknik direktör. “Zaten sıkıntıdalar, paralarını alamıyorlar. Gıkları da çıkmıyor, maçları kazanıyorlar. Ben bunlara sıkıntı verirsem, o sıkıntı bana dönecek” diyor, bırakıyor. Kimse de bize engel olmaya çalışmadı. Kulüp başkanı bile otururdu yanımızda bizim pokeri seyrederdi.

Galatasaraylısı da, Fenerbahçelisi de, Beşiktaşlısı da, Trabzonsporlusu da sevmezdi beni. “Sen hep bize karşı canavar kesiliyorsun” derlerdi. Öyle bir algı oluşmuştu. Ya kardeşim, bir tane televizyon var, o da üç dakika özet gösteriyor. Fenerbahçe-Sarıyer maçı yayınlanıyor da Kayseri-Sarıyer maçını nasıl izliyorsun? Orada iyi oynadığımız bilinmiyor, büyük maçta iyi oynayınca da o maça özel sanılıyor. Bazı futbolcular da vardır ki kalabalığı görünce heyecanlanır, eli ayağı titrer. Mesela bizde bir Cengiz vardı (Güzeltepe), Beşiktaş maçlarında heyecanlanırdı. “Ben nasıl oynayacağım Beşiktaş’a karşı?” diye psikoza girerdi.

Bir Fenerbahçe maçı öncesi takımdaki üç sol bekin ikisi cezalı, biri sakattı. Fenerbahçe de bizi yenerse lider olacak, böyle bir atmosferde oynanıyor maç. Beni sol beke yazdı Ahmet Suat Hoca. Hiç de sevmem; az top geliyor, soğuyorsun oyundan. İstemediğim halde oynattılar beni orada. Çıktım, çok da iyi oynadım, iki golde de payım var. Kaldım sol bekte. Daha sonraki senelerde yeni sol bek aldılar, tutmadı, yine bana kaldı orası. Kaç sene boyunca istemeden, sevmeden, mecburiyetten oynadım orada.

Bizim dönemimizde hakemler kabadayıydı. Şimdi ahkâm kesiyorlar ama vaktinde nasıl maç yönettiklerini biz biliyoruz. Ben Antalyaspor’dayken bir gün Kahramanmaraş deplasmanındayız, acayip gergin bir ortam var, görevliler bize bellerindeki silahları falan gösteriyor. Daha dakika bir, dirseği yedim göğsüme. Maçı da Erman Toroğlu yönetiyor, “Böyle mi oynayacağız Erman Hoca?” dedim. “Ya oğlum oyununu oyna, görmüyor musun seyirciyi? Galeyena getirme, topuna bak” dedi. Tekme tokat gidiyorlar, 1-0 galibiz, ikinci yarı tribünden yan hakemin dizine kocaman taş atıldı. Adam yığıldı kaldı yere, oluk oluk kanı akıyor. Sonra kalktı, topallaya topallaya maça devam etti, iki tane yanlış karar verdi ve 2-1 mağlup olduk.

Çalıştığım en iyi teknik direktör Cor van der Hart. Hollanda Milli Takımı’nın kaptanlığını, Johan Cruyff’un hocalığını yapmış bir isimdi. Müthiş bir antrenman yaptırıyordu. Bizim o dönemki Türk hocalar gibi düdüğü alıp “Dur, koş!” demiyordu. Her antrenman 60-70 dakika sürüyordu ama topsuz hiçbir çalışmamız yoktu. Öyle olduğu için de sana zevkli geliyordu, yorulduğunu anlamıyordun. Sonra duşta bir bakıyordun her tarafın ağrıyor. Futbolcuya yakındı, oturup bizimle yemek yiyor, içki içiyordu. Tek sorunu alkol tutkusuydu, onun da zararı kendineydi. Yoksa akşam bir şişe viski içerdi ama sabah 6’da kalkar, tıraşını olur, herkesten önce idmana gelirdi. Ama Sarıyer ufak bir yer olduğu için, akşam sallana sallana yürümesi göze batıyordu. Adamı yediler tabii. Ahmet Suat Hoca geldi, kaymağını o yedi diyebilirim. Ha o da kötü antrenör değildi ama fark vardı.

Karşısında oynamayı en sevmediğim oyuncu İsmail Kartal’dı. Çok sertti, gereksiz derecede sert. Kasıtlı faul yapardı. Ben Blau Weiss’ta oynarken Fenerbahçe ile bir hazırlık maçı yaptık, dostluk maçı bu, takım arkadaşımın bacağını kırdı. Kemik sesi kıyamet gibi çınladı sahada. Futbol hayatı o gün bitti çocuğun.

Ligden düşmek üzereyiz, birkaç maç kalmış. Antrenmana çıktık bizim ufak sahada. O ara Başkan İhsan Yalçın geldi. Yanında takım elbiseli, jilet gibi giyinmiş herifler. İdmana ara verildi, soyunma odasına bir girdik, Medyum Memiş! Dediler ki: “Hoca sizin için bir okuyup üfleyecek, hadi hep beraber dua ediyoruz.” Yani ben de Almanya’dan gelmişim, böyle şeyler bana ters. Yahu üfürükçüyle mi oluyor bu işler diyorum, bizi medyum mu kurtaracak? Memiş soyunma odasının ortasına geçti, başladı okumaya… Dua okuyor, garip garip hareketler yapıyor, bir şeyler çağırıyor. Ben gülmemek için kafamı ellerimin arasına aldım, önüme eğildim. Yan gözle bir baktım, Erdi (Demir) de aynı şekilde… Güldük güleceğiz, patlayacağız kendimizi tutmaktan. Tuttuk tuttuk, Medyum Memiş hâlâ okuyor. Ben şöyle Erdi’ye dizimle bir vurdum, bir an göz göze geldik, çok fena gülmeye başladı Erdi… Ben de bıraktım kendimi gülüyorum, bütün takım gülüyor, Medyum Memiş hem okuyor hem gülüyor… Dua bitti, kendimizi dışarıya bir attık, antrenman sahasında canımız acıdı gülmekten… Bunları da yaşadık.

Socrates Dergi