Hep Bir Oyun
15 dk
Şebnem İşigüzel'e göre edebiyat, zamanın canlı bir tanığı. Son romanı Ağaçtaki Kız ile tepelere çıkan ünlü yazarla satranç, hayat ve uçmayı konuştuk. Elbette sohbet yeryüzündeydi.
2017 Dünya Satranç Şampiyonası devam ederken şöyle bir tweet atmıştınız: “Yazar olmasam, profesyonel satranç oyuncusu olabilirdim.” Gerçekten mi?
Kendi maceramla başlayayım. Ben 1973’lüyüm ve tam darbe sonrası, 1980’de okula başladım. Okuduğum ilkokulda bir kum havuzu yapılmıştı, uzun atlama için. Bir tane potamız vardı. Bir de satranç seti vardı. Okulun sunduğu spor imkânları bu kadardı. Yine de satranç hepimizi büyülemişti.
Sonra şöyle bir sorun çıktı; darbe olmuştu ve satranç bir komünist oyunu olarak kabul ediliyordu. Bu da dördüncü sınıftaki bir müfettiş ziyaretinde sorun yaratmıştı. Biz tam adını söylemiyorduk, filler ve atlar oyunu diyorduk. Kapalı devre, bir yeraltı oyunu gibiydi. O ziyarette de müfettiş bize “Hangi oyunları oynuyorsunuz?” diye sormuştu. Kum havuzunda uzun atlama yaptığımızı söyledik, “Filler ve atlar oynuyoruz” dedik. O da bunu uzun eşek gibi bir şey sandı. Öğretmenimiz de arkadan kaş-göz işaretleri yapıyordu, “Satranç demeyin” diye. Neyse, onu ucuz atlattık. Bir satranç hikâyemiz vardı yani. İlkokul öğretmenimiz de hep şey derdi: “Darbeye denk gelmeseydiniz ve bu bir komünist oyunu olmasaydı, hepiniz çok iyi yetişirdiniz.” Çoğu arkadaşım o disiplini devam ettirdi ve satranç, üçünün tıp okuyup doktor olmasına etki etti.
Fiziksel olarak hareketli bir çocukluğumuz vardı. Olimpiyat oyunları bizi büyülüyordu. 1984 Los Angeles mesela, çok acayipti. Yalova’da, yani bir sahil kasabasında oturuyorduk. Hep su topu oynardık. Eve sürüne sürüne dönerdik. Bir yandan da uzun atlamadan etkilenmiştik. Uçmak bizi büyülemişti. Sırıkla atlamayı deneyen arkadaşlar olmuştu, bambudan sırık yaparak. Yine üç adım atlama ilgimizi çekmişti. Dolayısıyla, satrançla birlikte o fiziksel sporlar da bir yere kadar çok etkiledi beni. Bedeni kullanma durumu ilginçti. Bizim kuşaktaki sporcuların hikâyeleri de etkileyiciydi tabii. Ama sadece futbol değil, bütün sporlar. Özellikle de olimpiyat yıldızları. Martina Navratilova’dan çok etkilenmiştik, Steffi Graf’tan, Gabriela Sabatini’den... Spor; özenilecek, hikâyesi ve kahramanları olan, büyülü bir dünyaydı bizim için. Kimse de “Aman çocuğum vakit kaybetme” demiyordu. Aksine, “Keşke buradan yürüse çocuğum” diye düşünüyordu aileler.
Sonra iş farklı noktalara gitti. Yazar oldunuz, içinde satranç geçen bir roman (Çöplük) yazdınız ve Kaçak Yayın dergisi için Garry Kasparov’la satranç oynadınız!
İlkokuldan sonra daha çok satranca kapandım tabii. Fakat önümde bir iş ya da alan olarak açılacağını düşünmüyordum. Çöplük romanı, olmak istediğim şeyi dışarı dökmemi sağladı. Romandaki Leyla, olmak istediğim satranç oyuncusuydu. O dönem Kaçak Yayın dergisini çıkaran Leman’cılar da satrançla bağımı biliyorlardı. Bir tür şey yaptık aslında burada Kasparov’la; bir karşılaşma ama bir romandaki kurgu gibi. Hatta bu buluşmayı da romanda bizi buluşturan kişi sağlıyordu. Tamamen öykü gibi kurduk. Ama daha sonra bir ahbabım dedi ki: “Aslında o, tam olarak böyle bir adam.”
"Bir tür şey yaptık aslında burada Kasparov’la; bir karşılaşma ama bir romandaki kurgu gibi."
Satranç, geçmişten bugüne birçok edebiyatçıyı etkiledi. Stefan Zweig’dan Vladimir Nabokov’a kadar… Sizce yazarlarla satranç arasında neden böylesine bir bağ var?
Masanın başında oturmak ve bir şeye konsantre olmak. En başta bu benzerlik var. Bir anda hakikaten kafa boşalıyor, o boşlukta olma hâli içinde bir şey başarabiliyorsunuz. Yazarken de öyle. Bir dünya kuruyorsunuz, kendinizi soyutluyorsunuz ve bir şeyin yörüngesine bırakıyorsunuz kendinizi.
İkisinin de çalışmakla ilgisi var. O yüzden de satranç antrenörleri var. Geçmiş oyunların tekrarı, ezberlemek, öğrenmek… Mesela Kasparov da Anatoly Karpov da Botvinnik Okulu’ndan yetişti. Ve ayrıca, bu dünyanın Rusların, Azerilerin, Ermenilerin elinde olması da ilginçti. Oralarda başka bir düşünce sistemi var ve satranç da bunun sızdığı noktalardan biri. Dostoyevski’lerde, Tolstoy’larda durmakla, dikkati derinden yöneltmekle ilgili bir şey var. Judith Polgar da (Macar satranç ustası), bu Norveçli Magnus Carlsen’in son dünya şampiyonluğunu aldığı karşılaşmayı düelloya benzetmiş mesela. Ruslarda yaygın olan düello geleneği belki de buraya taşındı. Hızlı ve tetikte olmak, rakipten önce silah çekmek, düşüncenin hızlı akabilmesine imkan sağlamak, hızlı görmek… Rusya’da olduğu gibi Norveç’te de ilginç bir düşünce sistemi çıkıyor şimdi. Onlar da bir yandan güçlü bir edebiyatçı çıkardı: Karl Ove Knausgard. O da mesela bilinç akışıyla yazıyor, kaptırıp gidiyor satrançtaki gibi, takır takır…
Yani, yazarların dünyasıyla çok benziyor satranç. Sonradan doktor olan arkadaşlarım bana bunun tıpla da ortaklığı olduğunu söylediler. Ameliyata çok benziyormuş satranç; hamleleri düşünmek, “Şimdi orada bunu yaparsam şu olur” diye hesaplamak. Yazarlıkta, satrançta, tıpta, hepsinde o birkaç adım sonrasını düşünmekle ilgili derin bir şeyler var.
Bazı şeyler de doğuştan geliyor. Kasparov’un başlama hikâyesi mesela, doğruysa epey ilginç. Çocukken babası ona bir satranç problemi sunuyor, o da hemen çözüyor. Oradan anlıyorlar ki bu çocuğun hakikaten bir eğilimi var. Bakış açısı farklı diyorlar. Ben de okuma yazma bilmeden şahane mektuplar yazardım. Bunları da okuduğumu sanardım. Hep “Bu çocuğun içinde bir şey var” derlerdi. Bir şey var bu çocukta! Hakikaten o filler ve atlar, bazılarının ilgisini çekiyor ve ondan sonra da o dünyadan çıkmak istemiyorsunuz. Yazmak ve satranç, bir yandan da ebedi oyunlar. Biri hakikaten oyun, diğeri tam bir kurmaca. İkisinin de problemleri var… Ve bunlar psikolojiyle derinden ilgili mevzular; bir şey kurmak, çözmek, dağıtmak, yenilmek… Hepsi yazarlıkla çok benzer hisler.
Çöplük’te ilginç bir cümle var; “Bir geleceğimin değil, geçmişimin olduğunu anladım” diyor karakter. Sanki birçok kitabınız, Ağaçtaki Kız da dahil olmak üzere, bu cümlede gizli. Karakterler hep geriye doğru anlatıyor gibi…
Evet, hep geçmişe, arkama bakarak bir şey anlatıyor gibiyim. Hiç geleceğe, önüme bakarak bir şey yazmıyorum, kuramıyorum, anlatamıyorum. O satranç oyunlarında beni etkileyen de o bütünü incelemek, geriye dönmek. Oynamışlar da nasıl oynamışlar? İzlediğim anda o kadar derin şeyler duymuyordum çünkü maçlar çok uzun sürüyordu. Belki de çok gençtim, hissedemiyordum. “Bitsin de bütününü göreyim” diye düşünmüştüm. Evet, geçmiş beni çok etkiliyor. Hikâye anlatmanın özü de o galiba; olup biteni bir masal gibi anlatmak.
Bunda ailenizin de etkisi var mı? Bir yerde, büyüdüğünüz evde yaşayan kadınların sizi nasıl etkilediğini, babaannenizin bir büyücü gibi masal anlata anlata sizi nasıl yazar yaptığını söylüyorsunuz…
Güzel anlatıyorlardı. Anlatmak önemliydi. Kitaplar önemliydi. Yazmak önemliydi. Yazan insanlardan, gazetecilerden değerli bir şekilde bahsediliyordu. Spor da aynı şekilde değerliydi. Belki hayatımda farklı bir kırılma yaşasam sporcu olabilirdim. Zira uçmak, beni cidden büyülüyordu. Mesela çocukluğumda hiç kayak yapmadım. Aslında Uludağ’a da yakındık. Kayakla atlama ise beni hep çok etkilemişti. Eskiden beri, oradan oraya uçmak isterim. İşte Sloven Peter Prevc miydi, 250 metre atladı. Müthiş etkileyiciydi.
Uçmak, Ağaçtaki Kız’da da çok geçiyor. Başkarakter bir ağacın tepesine çıkıyor, hayatını anlatmaya başlıyor ve romanın içerisinde de sıklıkla uçma duygusu geçiyor…
Dağcıların yaptığı bir egzersiz var, ‘slackline’ diye. Maçka Parkı’nda bir baktım, çocuklar bunu yapıyor. “Bir dakika” dedim, “ben de yürüyeyebilirim.” Sonra ekipmanları eve aldım, çocuklarla yapmaya başladım. Romanın hikâyesi de oradan başladı. Yine bir spordan ilham aldım. Ağaçtaki Kız’da da çocuk Dağcılık Kulübü’nde, o da oradan görüyor…
Kitapta, 17 yaşında bir kızın dünyasını kendi sesinden anlatıyorsunuz. Can Yayınları Genel Yayın Yönetmeni Sırma Köksal, romanı okuduktan sonra size “Bunu kızınız mı yazdı?” demiş galiba. O üslubu kurmaya çalışmak, 17 yaşındaymış gibi konuşmak ve yazmak zor muydu?
Yazarken, ‘o olmak’ diye bir an var. O olduğunuzu anladığınızda teslim oluyorsunuz ve “Tamam, oldu bu iş” diyorsunuz. Önce garip bir şekilde, birinci bölümde, yapamadığımı düşündüm. Sonra şunu hissettim: Hakikaten o ağacın tepesine çıkmıştım ve ne yapacağımı bilmiyordum, düşeceğim diye korkuyordum. Ve o an, devam etmem gerektiğini anladım. Kısa cümlelerle, Twitter dünyasıyla ilerledim. Bu aslında, o kızın yazdığı bir metin de olabilir. Zira romanın içinde o da bir roman yazmaya çalışıyor ve bir yandan da ben o metnin eleştirisini yapıyorum. Çünkü bu, gerçekten benden çok daha farklı bir şey. Yaratmak ve bir yandan da yarattığım metnin açmazlarını sunmak ilginçti.
Facebook, Twitter, Snapchat ve Instagram’ı kullanmışsınız romanda. Edebiyatçılar hâlâ bunları metinlerine sokarken tedirginlik duyuyor, ahizeli telefonları kullanmayı tercih ediyor. Siz bunu hissettiniz mi?
Yok, hayır. Aksine, zamanımın gerisinde kalmayı hiç istemem. Bundan hiç hoşlanmam. Hakikaten edebiyatçının geride kalmışı çekilmez oluyor. Uzak geliyor bana. Kâbus gibi. Bir dünyaya hapsediyorlar kendilerini. Oysa zaman, çok hızlı ve büyüleyici bir şey. Ama bir yandan da şu var; kızım olmasa ben bu kızın dünyasına ne kadar sızabilirdim? Bilmiyorum. Yine de internetle bağımı kurardım, bütün dünyaya ulaşabilirdim. Magnus’un maçını, Peter’in 250 metrelik uçuşunu izleyebilirdim. Hem de defalarca… Çünkü artık insan olarak her şeyin içindesin, dünya sensin.
Bir edebiyat tarifi yapıyorsunuz; Ağaçtaki Kız, okuldaki hocasına vaktiyle şöyle diyor: “Roman yazmak aynaya bakmak gibidir ama aynada gördüğümüz yüz, bize ait değildir.” Buna katılıyor musunuz?
Aslında bunlar, olmak istediğiniz durumların içine kendinizi koymak gibi. Eminim herkes bunu yapıyordur. Büyüleyici bir şey. Belki de Çöplük’te, Judith Polgar yerine ben vardım. Bir şekilde içindesiniz aslında ama onlar sizin başınızdan geçmedi, geçme ihtimali de yok. Milan Kundera’nın dediği gibi; bunlar sadece ‘olabilirlikler’. Onların etrafında bir tür oyun gibi. Başımdan geçen hadiselerin hiçbiri herhalde roman olamazdı, olmazdı. Ben de bu yüzden, olasılıklar ve olabilirlikler üzerinden bir şey yapıyorum.
Yazarlıkta 25. yılınızı doldurmanıza az kaldı. Geri dönüp baktığınızda neler hissediyorsunuz?
Çalıştım. Yazmak beni büyüledi ve çalıştım. Çöplük, Almanya’da büyük bir başarı kazandı. sterdim ki kendi ülkemde olsun. Ama bir yerden sonra, bunlara hiç bakmamayı öğrendim. Önemli olan yazmak çünkü… Yazdım. Ya yazamasaydım? Bu aslında yaş almakla da ilgili. Belki de zamanla bir şeyler verilecek size.
Yazdıklarımla ne olacağımı düşünmedim hiç. Önceleri üzülüyordum, hırslarım vardı. Zamanla bunları yonttum. Yazarken geçirdiğiniz zaman çok kıymetli. Yazdığınız, onu içinizden çıkardığınız an çok değerli. Bunu yaşayabildiğim için çok mutluyum. Latife Tekin geçenlerde, “Sevgili Arsız Ölüm’ü yazarken içimden bir ateş geçti ve onu yazdım” demiş. Hakikaten de kitaplar böyle yazılıyor.