Sembol

19 dk

Türk basketbolunun sembol ismi Nevriye Yılmaz, arkasında büyük bir miras bırakarak basketbol kariyerine son verdi. Antrenörlük macerasına da kısa süre önce başlayan Yılmaz, Socrates’e konuştu.

Çocukluğunuzda Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelişiniz ve basketbolla tanışmanız nasıl olmuştu?

Dokuz yaşında geldim Türkiye’ye. Bulgaristan’da çok kısa bir dönem oynamıştım ama birkaç ayın ardından geldik. Bulgaristan’daki beden eğitimi öğretmenimiz yönlendirmişti. Babamla konuşup “Ya yüzmeye ya da basketbola verin” demiş. Türkiye’ye geldiğimde de öğretmenimle aynı boydaydım. 12 yaşımda kulüpte oynamaya başladığımda 1.70 filandım. Ondan önceki üç yıl, sokakta basketbol oynuyordum. İki yıl içinde 1.84 oldum. Ailecek Bulgaristan’dan Gaziosmanpaşa’ya gelmiştik. Okula çantamda eşofmanla gidiyordum. Hatta siyah önlüğün altına eşofman giyiyordum ve önlüğümü çıkarıp eşofmanla kalıyordum. Öğretmenim de bana hep “Basketçi kızım” diye sesleniyordu. Okulun potasında kendi kendime oynuyordum.

Büyürken öykündüğünüz birileri var mıydı?

O zamanlar Efes’i izliyordum, Taner Korucu vardı. Hastaydım ona. Oyununa değil ama; altıncı oyuncu olarak girip oyunu değiştirmesi beni çok etkiliyordu. Mirsad Türkcan’ı da çok beğenirdim. O hırsı, ribaund özelliği... Onun gibi ribaund almak isterdim ama biraz da yetenek işi bu. Tolga Tuğsavul ikimizin de menajeriydi. “Mirsad’ı izle, bak nasıl ribaund alıyor” derdi. Ben de “İzliyorum ama onun gibi alamıyorum” diyordum.

Biraz atletizmle ve top takibiyle ilgili. Yaşım ilerledikçe her pozisyonu oynayan oyunculara gıptayla bakmaya başladım. Ribaund alıp topu karşıya götüren ve seti başlatan oyuncuları da çok seviyordum. Arkadaşlarım bana kimi örnek aldığımı sorduklarında “Spanoulis” diyordum, onlar da gülüyorlardı. “Spanoulis’i gördünüz mü dün akşam? Aynı benim gibiydi” diye takılıyordum onlara. Kısalarla bazen şakalaşıyorduk. “Siz sadece top getiriyorsunuz ve koç ne derse onu yapıyorsunuz ama ben çok yönlü bir oyuncuyum, her yerde oynuyorum” diyordum. Ceyhun Yıldızoğlu da bana point-post diyordu. Yüksek posttan oyunu domine eden gibi... Benim paslarıma bağlı setlerimiz vardı. Sonradan benzetildiğim Gregor Fucka ve Aryvdas Sabonis gibi. Basketbolun gizli kalmış yönlerini seviyordum.

lk yıllarınızda İÜSBK’dan Galatasaray’a geçtiniz. O, Galatasaray’ın 1990’lara hükmeden kadrosunun son dönemiydi sanırım...

Onlar benden önce geçtiler aslında. Daha İstanbul Üniversitesi’nde oynarken bir kısmı Fenerbahçe’ye gitti; Didem Akın, Serap Yücesir, Arzu Özyiğit...

Kadın basketbolunun ilk büyük jenerasyonu denir onlar için, değil mi?

Evet, Fenerbahçe’nin atılımıyla üçü oraya transfer oldu. Bir kısım kalmaya devam etti Galatasaray’da. Ben Fenerbahçe’nin ligde şampiyon olduğu ve Galatasaray’ın Euroleague’de üçüncü olduğu sezondan sonra Galatasaray’a transfer oldum. O sene Euroleague’de Fenerbahçe oynadı. Biz sadece Türkiye Ligi’nde oynadık ve Galatasaray tekrar şampiyon oldu. Sonra da yurt dışına gittim.

WNBA’e gidişinizin erken olduğunu düşünüyor musunuz? Oraya gitmek, size ne kattı?

Bence erken olmadı. Gittiğimde üçüncü ya da dördüncü sezonumdu. WNBA’in ilk yıllarında çok az takım vardı. Deneme aşamasındaydı ve tam bir lig de değildi açıkçası. 18 yaşındaydım daha ve gittiğimde “Ben burada yapamayacağım” diye düşünmüştüm. Türkiye’den Avrupa’ya değil, başka bir kıtaya gitmiştim. Mutsuz bir dönem geçirmiştim. Charlotte’a gittim, Kuzey Carolina’ya. Bir iki sene sonra oraya gitmemim ne kadar önemli olduğunu anladım. Orada geçirdiğim tek yazda fizik yapım değişti. Omuzlarım, sırtım, basketbolum... Döndüğümde ameliyat olmasaydım belki farklı bir kariyerim olurdu. WNBA’de kalıcı da olabilirdim ama

bu sefer milli takımdan uzak kalacaktım. İleri yaşlarımda tekrardan gitmek istedim. 2011’de Avrupa ikincisi olduğumuzda Penny Taylor arayıp “Nev, oyuncumuz sakatlandı, gelir misin?” dedi. Ben de rehabilitasyon süreci geçiriyordum ve “Penny, hiç idman yapmadım” dedim. O sene de onlar şampiyon oldu; Phoenix Mercury. Sonrasında o Fenerbahçe’ye geri geldiğinde çok pişman olmuştum. Şampiyon oldukları için değil. Dediğim gibi; mükemmeliyetçiydim ve orada verim veremeyeceğimi düşündüğüm için gitmedim. Milli takıma çok önem veriyorduk oyuncular olarak.

Fenerbahçe’den ayrılma nedeniniz neydi? Bu konuda çok tartışma yapıldı...

Ayrılma nedenim tamamen benden kaynaklanmıyordu. Ekrem Abi, Galatasaray’a antrenör oldu ve gelmemi çok istedi. Ben de sürekli, bana biraz daha zaman tanımasını rica ettim. O dönem Fenerbahçe’den Galatasaray’a geçersem misilleme yaptığım gibi bir algı oluşacağı için bir sonraki sezon gideyim diyordum. Ama her zaman, her istediğin olmuyor. Fenerbahçe’den ayrılma sebebimin de son birkaç yıldaki yanlış anlaşılmalar olduğunu söyleyebilirim. Oradaki yetkililerle yaşadıklarım ve üst tarafa yanlış aksettirilenler. Ama her işte bir hayır vardır. Ben sonuçta çok üzüldüm, öyle bir tatsızlık oluştuğu için. Hep bizde vardır ya bir yere ait olma duygusu; ben de hep Fenerbahçe’de bırakırım diye düşünüyordum. Ama böyle bir şey olması gerekiyormuş.

Gelen tepkileri nasıl karşıladınız?

Tepkileri çok da duymamaya çalıştım. Kendimi korumaya gayret ettim. Bir tarafta yedi yılda yedi şampiyonluğum var. Transfer olduğum takımı düşünürsek, ezeli rakipten birisi geliyor sana. Onların da beni kabul etmesi kolay olmamıştır muhtemelen. Zaten iki hafta sonra antrenmanda sakatlandım ve belimden ameliyat oldum. Ameliyattan sonra geçiş sürecim çok zordu. İyileşme, bir an önce takıma katılma, yeni bir takım... Diğer taraftan da “Zaten sakat geldi” gibi söylentiler oldu. Halbuki olimpiyat elemesinde ve olimpiyatta oynamıştım. Sakatlığım varsa nasıl oynadım o zaman? Ben her zaman sahada konuşmuş bir insanım, konuşarak ezici bir üstünlük sağlayamıyorum; çünkü küçüklüğümden beri, en iyi cevabı yaptığım işle veriyorum. Bana öyle öğretildi, ben de öyle uyguladım hep. Bir yıl boyunca birçok doktora gittim. Ağrılarım bir türlü geçmiyordu. 12 yıl sonra aynı yerden bel fıtığı ameliyatı olmuştum. “Dönmeyecek, iyileşemeyecek, kariyeri bitti” diyorlardı benim için.

Size psikolojik bir destek sunuldu mu?

Hayır. Hatta tam dönmeye çalıştığım dönemdi, takım bir deplasmana gitmişti ve benim de antrenman yapmam gerekiyordu. Abdi İpekçi’de çalışırken orada çalışan insanlar bana yardım ediyordu. Ben şut atıyordum, onlar topu geri gönderiyorlardı. Zaten fizyoterapistimle haftanın altı-yedi günü çalışıyorduk. Ameliyat olduğum oktor “Acele etme, daha vaktin var” diyordu. Fizyoterapistim de yurt dışından doktorlarla bağlantıya geçiyordu. Belki ondan bu ışığı almasam pes edecektim ama o bana hep, “Kolay değil, ikinci ameliyatını oldun. 32-33 yaşındasın artık ve pozisyonun gereği senin sürecin ikiye üçe katlanıyor” diyordu. Zaten ondan sonraki sezon da bir rüya gibi geçti. Türkiye Kupası, Euroleague ve lig şampiyonluğu. Bütün bunlar olgunlaşmamı sağladı. Çok agresif ve takıntılı biriydim. O süreçte sabretmem ve daha sakin olmam gerektiğini öğrendim.

1 ve 5’in Dostluğu

Fenerbahçe’de oynarken Esmeral (Tunçluer) ve Birsel’le de çok iyiydik. Ama farklı takımlarda olunca ister istemez kopmalar oluyor. O yüzden Birsel’le biraz yazdan yaza görüşür olduk. 1 ve 5 numara oynamanın yanı sıra, Işıl’la dışarıda da çok zaman geçiriyorum, çok iyi bir arkadaşım. Onunla çok eğleniyoruz. Zaten son dönemde bırakmamı da hiç istemiyordu. Işıl çok komiktir, çok gülerim ona.

Milli takıma altın çağını yaşatan da sizin jenerasyonunuzdu. Zaten kadın sporcular, yıllardır hep daha büyük başarılara imza attı. Katılır mısınız?

Türkiye’de kadın sporcu olmak... Çok küçük bir dünyan var, geniş kitlere ulaşmıyorsun. Ben sosyal medyadan gelen mesajları görünce çok şaşırıyorum. “Abla senin sayende basketbola başladım” diyorlar. Madalya almışım gibi mutlu oluyorum. İlgi ciddi şekilde arttı. 1996 yılında milli takıma çağrıldığımda Avrupa Şampiyonası Elemesi oynamak için bir tane daha eleme oynamak zorundaydık. Eskiden ilk beş doğrudan katılıyordu, artık şampiyon dâhil herkes o elemeyi oynuyor. Jülide Sonat vardı; o da çok hırslı bir insan. Onun oynadığı dönemde milli takım kapatılmış, içinde bir ukde olarak kalmış bu. Oyuncu olarak yapamadığını yönetici olarak yapabilmek adına sonuna kadar uğraşmış. Küçükken anlamıyorsun, biz de oynamak isterdik ama bir anda fark olurdu. Rusya maçına bir başlardık, iki sayı atardık, onlar 25 sayı atardı ilk periyotta. O zaman devre devreydi, periyot yoktu, ilk yarı 20’ye 4 biterdi mesela. İlk devre fark olur, ikinci devre o ikiye üçe katlanırdı. Sayı atamazsın, sanki ilk defa basketbol oynuyormuşsun gibi. Ben oraları da gördüm, yeni jenerasyon bunları yaşamadı.

O makas nasıl kapandı peki?

Dediğim gibi, öncelikle Jülide Abla’nın çabaları... “Onların da iki eli iki ayağı var, bir farkımız yok” gibi sözleri etkili oldu. Bir de biz ilk ne zaman Avrupa arenasına çıkmaya başladık, gözümüzde büyüttüğümüz insanların aslında çok da ulaşılmaz olmadığını gördük; antrenörlerimiz de ne zaman dünya basketbolunu takip etmeye başladı, antrenman tekniklerini değiştirdiler, o zaman işler değişti.

Devamında yetenekli bir ‘80 jenerasyonu geldi. Akabinde Yasemin Horasan, Şaziye İvegin, Birsel Vardarlı, Işıl Alben, Bahar Çağlar... Oyuncu yokluğunda onlar da daha erken girmeye başladılar takıma.

Bunca yatırımın ardından Türkiye’yi Avrupa’daki diğer ülkelere oranla nerede görüyorsun, bir ekol yaratabildik mi?

Avrupa’daki oyuncu, antrenör ve menajerlerin hayatlarını devam ettirebilmeleri için en büyük mecra Türkiye zaten. Aynı zamanda WNBA’den oyuncu akışının da en önemli iki durağından biri, Rusya’yla birlikte. Gelen yabancılar nedeniyle senin Türk oyuncuların pek fazla süre alamıyor. Bu da birkaç yıl sonra milli takımda ciddi şekilde karşımıza çıkacak. Avrupalıların gelişimine katkı sağlıyoruz resmen. Birkaç yıl sonra, yaşla da birlikte tecrübelendiklerinde ezici bir üstünlük sağlayabilirler bize karşı; çünkü zaten oyuncu havuzumuz dar ve olanlara da süre vermiyoruz.

Erkeklerde de benzer bir yabancı tartışması var. Bir kesim, yabancı serbestliğini “Türk oyuncuların ‘Nasıl olsa oynarım’ ezberi gidiyor” diye savunuyor. Bir kesim ise “Önleri kesildi” diyor...

Galatasaray’a yeni gelen antrenörün, yani Marina Maljkovic’in en beğendiğim yönü, herkesi oynatması. Tamam; bütçe küçük, genç bir takım olduğu için rotasyon da dar ama şans veriyor oyuncularına. İzlediğim maçlarda, en kritik yerlerde 17 yaşındaki bir oyuncuyu parkeye sürdü mesela. Oyuncuda, “Nasıl olsa fark açılmadığı ya da Işıl Abla faul almadığı sürece oyuna girmeyeceğim” düşüncesi yok. Her zaman hazır bekliyor. Çünkü Maljkovic bu şansı tanıyabileceğini biliyor. Sen oyuncuya aksini hissettirirsen, oyuncu da “Zaten altı yabancı var, faul problemine girmedikçe beni sokmaz” diyebilir rahatlıkla. Gregg Popovich’in bir antrenörlük kliniği videosunuizledim, “Sizce benim en iyi oyuncum kim?” diye soruyor. Tony Parker, Tim Duncan, Emanuel Ginobili, saydı herkes... Koç da “Hayır, kenarda oturan herkes benim yıldızım” dedi. “Siz maçı oturup izleyen bir bench mi, yoksa her an oyuna girebilecek hazır bir oyuncu grubu mu istersiniz?” diye de ekledi. Yerli koçlarda alışık değiliz pek böyle şeylere. ‘Fark olduktan sonra oyuna sokulan genç oyuncu’ diye bir konsept var, tasvip etmemişimdir hiçbir zaman. Bu, oyuncuyu ister istemez dışlamak demek. Bilhassa kadınlarda, psikoloji kısmının işin yarısından fazlasına denk düştüğüne inanıyorum.

Bayan Fundamental

Sakatlık dönüşü post- up yapıp, pasla oyun kurmayı geliştirdim. Fade away şutlar için Ceyhun Yıldızoğlu benle çok çalışmıştı. Hatta gösterirken dalga geçiyorduk çünkü çok ciddi fake atıyordu. Top bana geldiğinde “Hep yüksek at, pas gelince hiç aşağı indirme...” derdi. Her hocanın emeği çok ama en fazla onunla çalıştık.

Fransa’da üçüncülük, Polonya’da gümüş var... Müthiş olimpiyat maceraları, 2012 ve 2016’da... Buradaki psikolojik kırılma ne zaman yaşandı?

İki dönüm noktası var... 2008’de elemeyi geçtiğimizde Adana’daydık. Turnuva gibi oynanıyordu. Akşam yemek yiyoruz, ertesi gün de maça çıkacağız. Ceyhun Abi bir konuşma yapmıştı orada, ben bile mahcup olmuştum, “Herkesin içinde niye böyle konuşuyor?” demiştim. “Siz hep hedeflerinizi küçük tutuyorsunuz, aslında içinizde çok büyük sporcular var. Bence Nevriye’nin, mutlaka olimpiyat ve Dünya Şampiyonası görmesi lazım” dedi. Ben neden diğerlerini söylemiyor da beni ayırıyor diye kızıyordum içimden. Hiç örnek görmemişsin ki... Şimdi ise kızlar gelip “Nevriye Abla 2020’de Tokyo’ya gidebilecek miyiz?” diye soruyorlar. “Niye gidemiyorsunuz?” diyorum, koskoca dört yıl. Hepinizin eli top tutuyor, kendinizi geliştirmeye devam ederseniz niye gidemeyesiniz? Önlerine bir hedef bıraktık her şeyden önce. Bizde yoktu, Avrupa Şampiyonası’na katılmak bile çok büyük bir şeydi. Sonra sonra, olimpiyatlarda madalya kovalar hale geldik. Devrim gibi bir şeydi bu bizim için. 2011’de Avrupa Şampiyonası’na gittiğimizde çok şanssız başladık. Sonra öyle bir fırsat çıktı ki önümüze, hani hep Türkiye’nin başına gelir ya; biz birisini şu kadar sayıyla yensek, başkası da ötekini yense üst tura çıkacağız falan... Belarus ile karşılaşacağız, tanıdığımız takım. Ancak o zamana kadar da hiç yenememişiz onları, maçların sonu genelde 20 fark olmuş. Neyse biz yendik bunları gereken sayıyla, bir inanç geldi orada. Oyuncu isterse oluyor zaten bazı şeyler. Brezilya’yı saymıyorum bile, çok istiyordu herkes. İlk kez olimpiyat oynayan Şebnem Kimyacıoğlu ve LaToya Sanders vardı, onlar da çok istekliydi. Benim zaten son turnuvamdı, aynı şekilde Birsel ve Işıl da belki son kez olimpiyat görüyordu. Şanssızlık, belki de kısmetimizde yokmuş, sonuna kadar gidemedik.

Her zaman bu jenerasyonun lideri olarak görüldünüz. Bir ikon olarak görülmeniz neye bağlı sizce?

Ben kendimden büyüklerle pek oynamadım. Arada 1997’de Akdeniz Oyunları ikinciliğimiz var ki ben bileğimi burkmuştum final maçında, herkes “Oynasaydın kazanırdık” diyordu. O zamanlar Akdeniz Oyunları çok büyük bir turnuvaydı bizim için. Hırvatistan ve Fransa tam takım geliyordu, büyük bir platformdu. Elemelerde hep ablalar vardı, ben de çok süre alıyordum ama onların altındaydım. 2005’te onlar son turnuvalarını oynadılar ve 2006’daki elemelerden itibaren kendi jenerasyonumuzla devam ettik. Bu, bir rahatlık getirmiş olabilir. O zamanlar, jenerasyon farkı varsa eğer, yaşça küçük oyuncuyu ezme, haddini bildirme gibi bir yaklaşım vardı. Şimdikiler daha rahat çünkü biz bunun doğru olmadığına inandığımız için onlara böyle davranmadık. Aksine hep birlikte güldük, espriler yaptık. Bana bile takılıyorlar “Nevriyeciğim” diye, hiçbir şey demiyoruz. Böyle olunca oyunlarına da yansıyor bu. Oyun dışında üstünlük taslamadığın genç oyuncu, sahada da rahat ediyor. Mesela benden 15 yaş küçük Tilbe’yle kalıyorum aynı odada ama hiç öyle bir tavır görmüyor benden. Kompleks yapmadığın zaman, oyuncu da maç içinde rahat bir şekilde gelip “Abla, Ekrem Hoca yine kızdı ama neyi yanlış yaptım?” diye sorabiliyor. Özetle bu durum, 2006’daki takımın ‘80 jenerasyonu ağırlıklı kurulmasıyla ilgili olabilir.

Peki Türkiye’de kadınlar basketbolu özelinde kalıcı olabilecek mi bu miras? Bu ivmeyi devam ettirecek bir yapı var mı?

Çok güzel bir miras bıraktık ama bu miras yenecek mi, yoksa yatırım yapılıp daha iyisi mi çıkacak ortaya, hep beraber göreceğiz. Kendi adıma, bu geçişte seyirci olmak değil de işin içinde kalmak istiyorum. Çoğu insan bıraktıktan sonra çekiniyor, yıpranıyoruz çünkü, yorgunluk ağır basabiliyor. Kadınlarda evlilik-çocuk durumları da oluyor tabii. Ama ben basketbolun içinde kalmak istiyorum, ne yapmam lazım diye çok düşündüm. İlk etapta yöneticiliğe ağırlık verme amacındaydım, sonra Marina Maljkovic’le konuştuktan sonra fikrim biraz değişti. İşin mutfağından girmenin çok fark yarattığını vurguladı. Marina’ya hedeflerimi anlattım, o da bunları ancak antrenör olursam gerçekleştirebileceğimi söyledi. Düşündüm ve haklı olduğunu gördüm.

Emeklilik kararını nasıl aldınız, alırken neler hissettiniz? Zor olmadı mı?

2014’te Esmeral ile birlikte bırakacaktık aslında. Galatasaray devam etmemi istedi ama ben onlara bütün sezon devam edemeyeceğimi söyledim. Dünya Şampiyonası da çok geç bitmişti zaten. “Kasım’da başlarsam olur” dedim ve onlar da kabul etti. O sezon içerisinde sürekli “Bıraksam mı, bırakmasam mı?” diye kendimi yedim. Bir gün federasyona gitmiştim, Turgay Bey’in (Demirel) yanına uğradım. Başkan, “Artık hedef ne?” diye sordu. “Bitti artık başkanım, 2014’e kadardı” dedim. O da bana “Senin gibi bir sporcunun bir hedefi nasıl olmaz?” diye çıkıştı ve devam etti: “Sen daha takımı 2016 Rio’ya götüreceksin!” Ben de bunu denemeye karar verdim. 2015’teki Rusya maçı esnasında o da oradaydı. Hatta, “Yarın kaybedersek kariyerimi bitiriyorum ama inşallah kazanırız da verdiğim sözümü tutarım” diye düşündüm. Uzatmada kazandık ve ben de kariyerimi bir yıl daha uzatmaya karar verdim. Hep böyle, 1+1 ilerledi. Olimpiyat öncesi de bırakmayı düşündüm ama herhalde iyi gördüler, devam ettim. Çünkü ben kendimi son birkaç senedir iyi görmüyordum.

Sonra emekli oldum. Bir baktım, kimse aramıyor. Acaba hâlâ oynayacağımı mı düşünüyorlardı? Hiçbir tepki yok çünkü. Bıraktım mı, öldüm mü, kaldım mı? Kimsenin aramaması çok enteresandı. Sonra menajerim Ceren ve Tolga Abi bir gece organize ettiler ki iş resmileşsin. O geceden sonra olanlara ben de şaşırdım çünkü herkes aramaya başladı. Federasyondan da ses yoktu. Ben normalde öyle şeylere takılmam ama biraz içerlemiştim. Kariyerimde yaptığım hiçbir şeyi kendim için yapmadım, çok sevdiğim milli takım için yaptım. Bana hep, “Galatasaraylı mısın yoksa Fenerbahçeli mi?” diye sorarlar. Ben de cevap olarak hep, kendimi milli takıma ait hissettiğimi söylerim. Kafamın en rahat olduğu, en iyi performanslarımı gösterdiğim yer orasıydı çünkü. Hayatımda hiçbir zaman teşekkür beklemedim, yaptığım hiçbir şeyi takdir görmek için yapmadım. Herkes, “Jübile yapmayacak mısın?” diye soruyor. Sonuçta o bir futbol âdeti, onu da beklemiyordum, inanın.

Son olimpiyatı oynarken ne geçti aklınızdan? Bitince bırakacaktınız...

Gitmeden önce bir sakatlığım oldu; bacağımda ufak miktarda bir kas kaybı... Milli takımdaki fizyoterapistlerle yanlış bir tedavi yaptık, sonra ben kendi fizyoterapistime gittim. Zaman kaybetmişiz ama çok şükür toparlandım ve turnuvada verimli oynayabildim. Ama biraz risk vardı. “Bu son turnuva, bugüne kadar oynadığım basketbolun bir özeti olsun” diye motive ettim kendimi. Sonuna kadar zevk almak istedim, “İnşallah madalya olur ama olmazsa da dünyanın sonu değil” dedim. Takımdakiler de her seferinde, “Haydi Nevriye Abla, bir maç daha gitti, lütfen bırakma” dediler. Amacım, son turnuvamda herkesin beni güzel hatırlamasıydı. Ben de kendimi güzel hatırlamak istiyordum. Gereken mücadeleyi verdim ve istediğim şekilde bıraktım diye düşünüyorum. Mutluyum.

Peki kariyerinizin en keyif veren ânı hangisiydi?

Herhalde Euroleague şampiyonluğuydu. Zaten ben sürekli, sevdiği işi yaptığı için şükreden bir insanım. Evimde merdiven çıkarken bile, “Çok şükür bu imkânlara sahip oldum” diyordum. Ailem de aynı şekilde güzel imkânlara sahip oldu. O kadar seviyorum ki beni çağırıp “Gel, para almadan oyna” deseler yine yaparım. Gençken Türkiye’ye tekrar gelene kadar para almadan oynadım. Hatta ondan sonra 26-27 yaşına gelene kadar da çok cüzi miktarlara forma giydim. Şu ankiyle kıyas kabul etmeyecek kadar az kazandım. Yeri geldi para alamadan oynadım. Şimdilerde, benden yaşça küçük olanların bile gelirleri çok yükseldi. Bense ancak bir oyun karakteri oluşturup kendimi ispatladıktan sonra para kazanmaya başlayabildim. İlk evimi 26 yaşından sonra, Fenerbahçe’deki ikinci senemi bitirdiğimde alabildim.

İspanya karşısındaydı son maçın... Olimpiyat oyunlarına ve kariyerine öyle veda ederken neler hissettin?

Öncesinde son maçım olarak bakmamıştım aslında. Ama son saniyede yediğimiz basketle kaybettiğimiz için, aklıma ilk olarak “Son maçım da böyle bitti” düşüncesi gelmedi. O an ekipçe şok geçirmiştik. Olimpiyat köyüne döndüğümüzde hâlâ çok şaşkındık. Yemek bile istemiyorduk. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. İçimizde fırtınalar kopuyordu. Herkes o son pozisyonları tekrar tekrar oynuyordu. Belli bir süre geçtikten sonra, hep beraber otururken, takım arkadaşlarımdan biri “Nevriye Abla bu senin son maçın mıydı yani?” dedi...

O an, aslında kendimi aylar öncesinden hazırladığım sona gelmiş olduğumu fark ettim. Kalbime bıçak saplanmış gibi oldu. Herkesin morali daha da bozulmasın diye, esprili bir şekilde ortamın havasını değiştirdim. İçimdeki üzüntüyü o an için bastırdım. Fakat o gece, sadece mağlubiyeti değil basketbola veda etmenin üzüntüsünü de yaşamıştım ve aylar geçtikçe o anları kolayca unutamayacağımı fark ettim. Belki de bunun acısını ölene kadar taşıyacağım. Sonuçta, bir ömür verdiğim sporculuk hayatımı noktaladığım andı bu.

Socrates Dergi