
Servis Vole
15 dk
İsveç tenisi, seksenli yılların başında Björn Borg, sonrasında da Mats Wilander'le geri çizgiden zirveye çıktı. Stefan Edberg ise bu krallığı bambaşka bir stil ile, daha sık fileye giderek sürdürdü...
Etkili servis, file önüne koşu, bitirici dokunuş, puan... İyi uygulanmış bir servis vole hâlâ tenisteki en öldürücü kombinasyon, Stefan Edberg de bu alanda tüm zamanların en iyilerinden. Ancak altı kez Grand Slam şampiyonunun öyküsünde bundan çok daha fazlası var. Zarafeti ve centilmenliği ile adını tenis tarihine yazdıran Edberg, Socrates Almanya'dan Alexis Menuge'e konuştu. Vatandaşı Björn Borg'un izlerinden unutulmaz koçu Tony Pickard'la ilişkisine ve kendi antrenörlük günlerine uzanan bu eşsiz yolculuğa davetlisiniz...
Kariyerinizin en güzel ânı hangisiydi?
Açık ara 1988'de kazandığım ilk Wimbledon şampiyonluğumdu. Benim için çok özel bir andı. Gençliğimde Björn Borg'un art arda Wimbledon'ı kazanabiliyor olmasına hayran kalır ve hep onun izinden gitmek isterdim. Bu sebeple, orada ilk defa Wimbledon kupasını kaldırabilmek benim için apayrı bir histi.
En iyi maçınız?
1991 Amerika Açık Finali'nde Jim Courier'i üç sette tertemiz geçmiştim. Kendimi ayı gibi güçlü hissediyordum. Her şeyi başarabilecek gibiydim. Birkaç detay haricinde kusursuzdu. Hem de bir Grand Slam finalinde...
Peki yaşadığınız en acı mağlubiyet hangisiydi?
1989 Fransa Açık Finali'nde Michael Chang karşısında aldığım mağlubiyetti. Maçı koparmama çok az kalmıştı. Paris'te kazanmak için gelecekte karşıma daha çok fırsat çıkacağına gönülden inanmıştım fakat pek de öyle olmadı. Bu yüzden yıllar geçtikçe ve Roland Garros'u kazanamadıkça o mağlubiyetin tadı daha acı oldu. Aslında finalde son oyunu kazanabilecek noktadaydım fakat Chang benden daha mücadeleciydi, kortta koşusu ve temposu inanılmazdı. En önemlisi de maçın kırılma anlarında zihinsel olarak daha güçlü kalmayı başaran taraftı.
Hatırlamaktan keyif aldığınız bir anınız var mı?
1985 Avustralya Açık'ta ilk Grand Slam şampiyonluğumu elde ettiğim finalden sonra Tony (Pickard) ile soyunma odasında yalnızdık... İkimiz arasında özel bir andı. Duygusal olarak bir hayli yoğundu ve müthiş bir hikâyenin de başlangıcıydı.
1990'lı yıllarda dünyanın en iyi tenisçilerinden biriydiniz. Sizi uzun yıllar çalıştıran antrenörünüz Tony Pickard'ın bu başarıda nasıl bir payı var?
Tony kariyerimdeki en önemli figürdü. Onunla 17 yaşındayken tanıştım. Sene 1983'tü ve o zamana kadar, içlerinde Björn Borg'un da olduğu birçok İsveçli genci çalıştırmıştı. İlk zamanlar ATP Turu'nda birlikte uzun seneler geçirebileceğimizi asla hayal etmemiş olsam da devamında birbirimize hemen kaynaşmıştık. İkimiz de gözü kapalı birbirini anlar vaziyetteydik. Telepatik bir iletişimdi. Neredeyse 15 sene boyunca her günümüz birlikte geçti ve tek bir anlaşmazlık bile yaşamadık.
Bir kere bile mi? İnanması zor geliyor.
Birbirimize körü körüne güvenir ve inanırdık. Her zaman aynı fikirde olmamız ve aynı noktaya varmamız da temelde bu sebeptendi. Tabii ki sayısız tartışmamız olmuştur ama ilişkimiz hiçbir zaman çıkmaza düşmedi. Aramızdaki antrenör-oyuncu ilişkisini adım adım kurduk ve birlikte seneler geçireceğimizin farkındaydık. Şimdiyse oyuncular ve antrenörler birbirlerine ancak üç ay dayanabiliyor. Bu bakımdan eskiye nazaran ciddi bir fark var. Zaten bu kadar kısa sürede temeli sağlam bir ilişki kurmak imkânsız. Doğru kişiyi bulmak da kolay değil, bunu kabul ediyorum. Ben Tony konusunda inanılmaz şanslıydım.

"Bir tür baba-oğul ilişkisinden bahsedebiliriz. Tony ile birbirimize karşı her zaman dürüst ve adildik."
Tony ile ilişkinizi nasıl tarif edersiniz?
Bir tür baba-oğul ilişkisinden bahsedebiliriz. Birbirimize karşı her zaman dürüst ve adildik. ATP'de aynı antrenörle on seneyi aşkın bir süre geçirdiğinizde, otomatik olarak tenis dışında konularla ilgili de konuşuyorsunuz. Antrenörümün bu spor dalında uzun yıllar deneyim kazanmış bir kişi olması benim için çok önemliydi. Öte yandan, işe sadece sportif yönüyle değil, yaptığımız iş itibarıyla da baktığımda beni her zaman destekler pozisyondaydı.
Ve artık siz de bir antrenörsünüz. Bu kararı nasıl verdiniz?
Öncelikle şunu söyleyeyim, işin antrenörlük tarafına geçeceğimi hayatta düşünmezdim. Bana bu müthiş olanağı sağlayan kişi Roger Federer oldu. Herhâlde başka bir tenisçi olsa bunu yapmazdım.
2014 ve 2015 yıllarında ATP Turu'nda birlikteydiniz. Birlikte çalışmak nasıldı?
Onunla iki harika sene geçirdik. Bu süreçte, birlikte çalışmaya başlarken planladığımız ne varsa başardık. Roger o zamanlar bir yenilik arayışındaydı. Zor bir seneyi geride bırakmıştı ve bel ağrılarından şikâyetçiydi. Bir şeyleri kökünden değiştirebilecek cesarete sahipti ve sıfırdan başladı. O yaştan sonra bu başardığı şey hiç kolay değil.
Peki siz Federer'in oyununda somut anlamda nasıl bir etki yarattınız?
Kuşkusuz en büyük değişiklik, Roger'ın yüzeyi daha büyük bir raket kullanmaya karar vermesiydi. Eski model bir raketle devam etseydi bugün en iyilerin karşısında en ufak şansı kalmazdı. Tenisten aldığı keyif günden güne geri döndü. Aynı zamanda eski kondisyonuna kavuşup ağrısız bir şekilde turnuvalara katılabilir hâle geldi. O iki sene boyunca da harika bir oyun sergiledi. Tek sorun, rakibinin aynı yıllarda zirve dönemini yaşayan Novak Djokovic olmasıydı. O olmasa, Roger rahatlıkla iki-üç Grand Slam kupası daha kaldırabilirdi.
Birlikte çalışmaya başlamadan önce oyununu nasıl geliştirmek istediğini çoktan çözmüştü. Tekrar daha agresif davranmak, oyunu daha zor okunur kılmak ve fileye daha sık yaklaşmak istiyordu. Rafael Nadal, Novak Djokovic veya Andy Murray gibi rakiplerle geri çizgiden mücadele etmenin gittikçe zorlaştığını çok geçmeden anlamıştı. Teniste şöyle bir durum var: Yaşınız ilerledikçe, oyunu kontrol etme gereksiniminiz artar. Bu yaklaşım biçimine bağlı olarak, tenisi yeniden tutkuyla oynar hâle gelmesi çok uzun sürmedi. Roger ile ilgili bir başka etkileyici olan şeyse, durmaksızın kendini geliştirmesi ve her durumda yeniden motive olabilmesi. Bugün hâlâ yarışta olmasının ve en üst seviyede oynayabilmesinin de temel sebebi bu. Yirmi sene sonra hâlâ zirvede olması akılalmaz bir şey.
Wimbledon finalinde oynamak mı yoksa oraya antrenör olarak çıkmak mı?
Saatlerce koltukta oturmak daha zor. Bu rolde daha pasif kalıyorsunuz. Güneş altında, çok hareket etmeden kendi kendinize terliyorsunuz. Sahadayken bariz bir şekilde daha özgürsünüz. Oyuncu olarak durumu kontrol edebiliyorsunuz.
Profesyonel tenisçilerin hayatı sizin döneminizden bu yana nasıl değişti?
O zamana göre en büyük fark, günümüzde dinlenme ve güç toparlanmasına kesinlikle çok daha fazla değer veriliyor, beslenme konusuna daha farklı yaklaşılıyor. Biliyorsunuzdur, altı sene art arda Davis Kupası finaline çıktım. Bu, altı sene boyunca istisnasız her yıl ocaktan aralık ayına kadar neredeyse aralıksız bir şekilde tenis oynamak demek. Belki de fiziksel açıdan birkaç sene daha çıkarabilecek durumdaydım ama zihinsel anlamda tükenmiş gibiydim.
O döneme göre oyun tarzı da değişti. Bugün oynasanız sürekli fileye yaklaşamazdınız...
Kesinlikle haklısınız. Oyunculuğumda her sayıyı olabildiğince kısa tutmaya çalışırdım. Artık top gözle görülür bir şekilde daha uzun mesafelerde gidip geliyor ve işin fiziksel boyutu benim zamanıma göre daha büyük bir önem arz ediyor. Zeminlerin eskiye göre daha gelişmiş olması servis karşılamayı da rahatlatıyor. Bu bağlamda oyun tarzımı değiştirmem gerekebilirdi.

"Bana bu müthiş olanağı sağlayan kişi Roger Federer oldu. Herhâlde başka bir tenisçi olsa bunu yapmazdım."
Bunu açabilir misiniz?
O zamanlar oyunun yüzde 90'ını fileye yakın oynardım. Rakibe ve zemine bağlı olarak günümüzde bu oran nispeten yüzde 30-70 bandında kalırdı. Okuması daha zor bir oyuncu olmak için her şeyimi verebilirdim. Beş sene öncesine kadar herkes geri çizgiden oynardı. Artık günümüzde fileye kadar giden tenisçi sayısı daha fazla. Bana kalırsa tenis yeniden doğru yönde ilerliyor. Oyuncular, kortun her noktasında bir şeyler yapmaya çalışıyorlar...
Sadece servis-vole oyunu oynamak isteyen bir gence nasıl bir tavsiyede bulurdunuz? Sizce bu taktiği uygularken mühim olan nedir?
Bu işin kritik noktası, servisini doğru yere kullanmak ve çevik bacaklara sahip olmak. Mesele, voleye gelene kadar olabildiğince hızlı bir şekilde fileye koşmak. Buna oynadıkça gelişen öngörü ve doğaçlama yeteneğini de dâhil edebiliriz. Burada yaratıcılık da devreye giriyor. Kararlarınız kritik rol oynuyor. Bu oyunu oynayacaksanız ne olursa olsun erken yaşta başlamanız gerekir. Artık çoğu tenisçinin tercih etmediği ve bu sebeple sürprizlere açık servis-vole oyunu, günümüz tenisinde önemli bir silah.
Nadal bu konuda iyi bir örnek. İnsanlar onu tam bir baseline (geri çizgi) oyuncusu gibi görüyor fakat o aynı zamanda dünyanın en iyi fileye yakın oynayan tenisçilerinden de bir tanesi hâline geldi.
Sizce gelmiş geçmiş en büyük şampiyon kim?
Rod Laver, Björn Borg, John McEnroe ve Ivan Lendl gibi birçok büyük oyuncu geldi geçti. Fakat Federer ve Nadal'ın başardıkları tek kelimeyle inanılmaz. Tüm kriterleri göz önünde bulundurduğumuzda Roger belki de bir parça daha güçlü sayılabilir ama Nadal'ın Paris'te 11 şampiyonluk elde etmesi de bir daha tekrarlanmayacak bir şey. En azından ben bunu hayatım boyunca göremeyeceğim. Djokovic ve Murray gibi iki muhteşem tenisçi daha var. Eşsiz bir jenerasyona şahitlik ediyoruz ve böyle bir oyuncu grubunun bir daha bir araya geleceğini sanmıyorum.
En büyük rakibiniz kimdi?
Çok düşünmeye gerek yok, Boris Becker'di. Oynadığım en önemli maçlarda filenin öbür tarafındaki isim istisnasız oydu. Neredeyse her düellomuz kan çıkacak gibiydi, aramızda sıkı bir rekabet vardı.
Hâlâ tenis oynuyor musunuz?
Çok sık oynamıyorum. Oynarsam da ancak geri çizgide kalıyorum (Gülüyor). Sürekli fileye koşmak fiziksel açıdan artık o kadar kolay değil. Bazıları dipten oynamanın daha yorucu olduğunu düşünüyor ama ben katılmıyorum. Servis-vole oynadığınızda bacaklarınızın daha hızlı çalışması gerekiyor çünkü son sözü söylemek için fileye koşmanız ve orada aşırı atik olmanız lazım.
Çeviri: Göksu Bulut