
Sevgi ve Nefret
4 dk
Ronnie O'Sullivan'a rakiplerinin yapamadığı şeyi geçmişi yaptı ve zaman zaman onun masadaki hızını kesti. Roket'i en yakından tanıyan gazetecilerden Donald McRae anlatıyor...
The Guardian için her hafta spor dünyasından farklı birileriyle röportaj yapıyorum ve şunu söyleyebilirim ki, sporcular genelde çok açık sözlü değiller. Birçok şey anlatırlar ama kafalarından neyin geçtiğini tam olarak bilemezsiniz. Bu bağlamda Ronnie O'Sullivan tanıştığım en özel insanlardan birisi. Konuştuğu zaman gerçekten konuşur, son derece açık sözlü ve içinde bulunduğu her duygu durumundan, aklından geçen her düşünceden size kolaylıkla bahsedebilir. Bu özellikleri, onu röportaj yapmak için mükemmel kişi hâline getiriyor.
Size ne üzerine konuşmayı pek sevmediğini söylersem şaşırırsınız. Zira snooker'dan bahsetmeye, oyununu analiz etmeye veya masada olup biteni anlatmaya pek meraklı değil. Onunla dört kez röportaj yaptım ve bana her seferinde daha çok hayatını, kim olduğunu anlatmak istedi. Açıkçası ben de, "Geçen hafta Çin'de bir turnuvadaydım, yarı finale çıktım ama kötü oynadım" gibi cevaplar almak yerine Ronnie'den duyduklarımı tercih ederim. Her sohbetimiz alelade bir soru-cevap seansı yerine karşılıklı bir tartışma olarak geçti. Hepsi birbirinden çok farklıydı ama son derece açık ve kucaklayıcıydı. Bana kalırsa işin sırrı ona beklenen şeyleri, yani snooker'la ilgili soruları sormamak. O sanırım hayatı gibi, sohbetinin de snooker masasından ibaret olmasını istemiyor.
2004 yılında ilk röportajımızı gerçekleştirdik. O esnada babası, on küsur sene önce işlediği cinayet sebebiyle hâlâ hapisteydi ve Ronnie'nin birçok problemi vardı. 2009'da iki kez buluşma fırsatımız oldu. Yine zor günlerden geçiyordu fakat bu kez umudu vardı çünkü en büyük tutkularından birisi olan koşuyla tanışmıştı. Etiyopyalı ünlü atlet Tirunesh Dibaba ile yaptığı antrenmanı, fit olma çabasını, koşmanın ona nasıl sabah yataktan kalkma gücü verdiğini anlatmıştı. Üstelik babası da artık cezasının sonlarındaydı ve bazı hafta sonları şartlı olarak eve gelebiliyordu.
Üç sene önceki son sohbetimiz ise benim zihnimde en çok yer edeni oldu. Açıkçası içlerinde en mutlu gördüğüm hâli de oydu çünkü babasına kavuşmuştu ve masanın üstünde işler yoluna girmişti. Buna rağmen biraz geçmişten bahsettik. Babasının demir parmaklıklar arkasında olduğu günlerde genç bir adam olarak yükü nasıl omuzladığını harika detaylandırmıştı. Üstelik 1990'lı yıllarda annesinin de vergi kaçırdığı için hapse girişinden ve bir dönem küçük kız kardeşinin sorumluluğunu tek başına üstlenişinden de bahsetmişti. Ben yaşadığı problemlerin büyük kısmının bu günlere dayandığını düşünüyorum. Tüm kazandıklarına rağmen, eğer düzenli bir aile hayatı olsa daha başarılı bir sporcu olabilirdi. Yine de artık başarı konusunu kendisi için bir baskı unsuru yapmadığı kanısındayım.
Tuhaf bir adamdan bahsediyoruz. Bence o bazı günlere başlarken bir karar veriyor, "Evet bugün iyi hissediyorum, iyi snooker oynayacağım" diyor ve işini yapıyor. Turnuva kazanma baskısından ziyade kafasının içinde olup bitenleri kontrol etme konusunda bir baskı hissettiğini düşünüyorum. Ruh hâli onun için daha önemli. İyiyken istekasının bir sihirli değneğe dönüştüğünü ve masada sihir yapabildiğini söylemişti ki haksız değil. Kötüyken ise snooker onun için bir nefret unsuruna dönüşüyor.
Geçenlerde tüm zamanların en başarılı snooker oyuncusu Stephen Hendry ile röportaj yaptım ve Ronnie'nin oyuna duyduğu sevgi/nefret ilişkisinin bir benzerini onda da hissettim. Snooker sanırım zihindeki şeytanları ortaya çıkartan bir spor. Oyuncuların büyük çoğunluğu, kendilerini kontrol etmeye çabalarken mental bir işkence çekiyor. Şu da enteresandır, her ikisi de bu durumdan bahsederken Andre Agassi örneğine başvurdu. Onun tenisten nasıl nefret ettiği ama buna rağmen ne denli başarılı olduğu bilinen bir hikâyedir. Sadece bir farkla; Agassi, bana hayatının geri kalanında bir tenis topuna dahi vurmak istemediğini söylemişti. Ronnie ve Stephen ise masanın başında hâlâ mutlu olabiliyorlar. Tabii işler yolunda giderse...