Seyircinin Alman Hali

4 dk

Almanya’da tribünler neredeyse hep tıklım tıklım. Basit bir üçüncü lig maçında da, bir bölgesel yüzme şampiyonasında da, bir uluslararası kayakla atlama turnuvasında da. Galiba Almanların gidip yerinde izlemedikleri bir sportif etkinlik henüz icat edilmedi!

Almanlardaki bu temaşa hevesi nereden geliyor? Spora teveccüh neden bu kadar yüksek? Niçin her spor dalında tribünler hınca hınç dolu? Her şeyden önce maddi koşullar çok elverişli. Biletler el yakmıyor. Her keseye hitap eden bir fiyat yelpazesi hâkim. Tuzu kurular da düşünülmüş, işsiz güçsüzler de. Bayern Münih’te en ucuz bilet 15 euro iken, Werder Bremen’de 12 euro. Geçen sezon Bundesliga’da 18 stadyumu dolduran toplam seyirci sayısı 13 milyon. Üstelik bunların dörtte biri kadın. Sistem de seyirciyi soyup soğana çevirmek üzerine kurulmuş değil. Misal; Borussia Dortmund yıllardır forma fiyatını arttırmadı. Taraftarın kulüp üzerinde bir ağırlığı var. Yöneticiler kafalarına estiği gibi davranamıyor, birçok konuda taraftarın görüşüne başvurmak esas, özellikle bilet fiyatlarında ve statla ilgili düzenlemelerde. “Biz ayakta, hoplayıp zıplayarak maç seyretmek istiyoruz” diyen fanatiklerin sesine de kulak veriyorlar. Hülasa, seyirci burada adam yerine konuyor. E ne diyordu Ece Ayhan? Aşk örgütlenmektir abiler.

Seyirci yelpazesi çok geniş; bilet parasını denkleştirmek için resimli romanlarını satan ilkokul çocuğundan, huzurevinde kalan nineye; akşam feneri nerede söndürdüğünü bilmeyen alkoliğinden, fosur fosur puro tüttüren züppe işadamına; düğün davetlilerini öylece bırakıp kaçan damatla gelinden, punk’ına kadar her renkten, her cinsten insan... Felekten bir gün çalmak için keyfe keder maça giden de var, yüksek aidiyet duygusuyla gece gündüz takımının peşinden koşturan da.

Öte yandan ırkçılık, yabancı düşmanlığı, homofobi başlı başına bir sorun. Özellikle doğuda. Mesut Özil’in milli marş söylememesi hâlâ bir eleştiri kaynağı. Alt liglerde siyahi oyunculara hakaretin bini bir para. Yabancıların aleyhine tezahüratlar gırla gidiyor. Nazi grupları, uzun zamandan beri olageldiği üzere, tribünlerden milis topluyorlar.

Alman Spor Birliği’nin 27 milyon üyesi var, bunun 10 milyon kadarını kadınlar ve kızlar oluşturuyor. Yediden yetmişe herkese spor yapma imkânı sunulmuş; 50 yaş üzeri futbol ligleri bile var, gerisini siz hesap edin. Sporla uğraşanların yüzde 34’ü bisiklet müptelası; dağ bayır demeden pedal basıyorlar. Yüzde 31 ile onları yüzücüler takip ediyor. Yürüme sporuyla uğraşanların oranı da yüzde 27 ile hayli yüksek. Futbol dokuzuncu sırada, top tepikleyenlerin oranı yüzde 11.

Sözün özü; sporcu insanların meşgalesi elbette gene spor olur. Lakin insanları spor temaşasına iten tek faktör bu değil. Sürekli duygularını ve dürtülerini bastırmak, kendini kontrol altında tutmak zorunda olan modern insan için statlar, spor salonları, arenalar artık son özgürlük kaleleri. Oralarda istediğin gibi kudurabilir, tepinebilirsin. Almanya gündelik yaşamda dakikliği, düzenliliği, kışla nizamıyla ünlü bir ülke. Bu dile de sirayet etmiş; misal, “Su içebilir miyim?” diye soramıyor bir çocuk, “Su içmeme müsaade var mı?” diye soruyor. Her şeyin böyle yetkililerin iznine bağlı olduğu, herkesin kendini kastığı bir toplumda statlar, elbette birer teneffüs avlusudur. Hiyerarşiye verdikleri önem, spora bakışlarına da yansıyor. İşler sarpa sarmaya görsün, hemen “Lider kim?” diyerek takımı çekip çevirecek bir oyuncunun peşine düşüyorlar. 2014’te dünya şampiyonu olan milli takımlarını uzun zaman şu gerekçeyle eleştirdiler: ‘Bu takımın niye Ballack gibi bir lideri yok?’ Siyasette demokrasi ipine tutunan Alman halkı, sporda sorumululuğun bütün takıma yayılmasına, hiyerarşinin gevşetilmesine yeni yeni alışıyor. Löw’ün takımı sayesinde.

Almanların spora yükledikleri anlamların en önemlilerinden biri de ‘Leistung’ (Başarım) zihniyeti. Bu kelime ‘bir işten elde edilen netice, verim, randıman’ anlamına geliyor. Fizikte de kuvvet, güç demek. Fakat kelimenin kullanım alanı daha da geniş; aynı zamanda bir şeyin uhdesinden gelmeyi, zorlu bir işle başa çıkmayı da içeriyor. Sadece çalışıp didinmek yeterli değil, beceri ve başarı da şart. Başarım ilkesine göre bireyin toplumdaki konumunu belirleyen faktör onun performansı. Ne kadar çalışırsan, o kadar başarılı olursun. Fırsat eşitliğini gözeten bu sözümona liberal zihniyetin, toplumdaki haksızlıkları gizlemeye yönelik bir hamle olduğu açıktır. Maden ocağında günde 10 saat kazma sallayan bir işçiye, ‘arkadaş senin performansın düşük’ demek abestir. Marx; insanın kendini ve dünyayı çalışma sayesinde tanıdığını söyleyerek emeğe varoluşcu bir önem atfediyordu. Zaten başarımın emekten soyutlanıp ekonominin emrine tabi tutulmasıdır asıl sorun. İnsan hem kendine hem de yaptığı işe yabancılaşır. Marcuse insanların artık kendilerini arabalarında, ruhlarını da buzdolaplarında görmeye başladığını söylerken ‘başarım’ın kötümcül sonuçlarına dikkat çekiyordu.

Almanya’da spora atfedilen anlamların bir de tarihsel boyutu var. 1936 Olimpiyat Oyunları’nın üstün ırkın gücünü yedi düvele göstermek amacıyla Naziler tarafından nasıl istismar edildiğini herkes bilir. Ama işin evveliyatı var. Daha 1812’de Turnvater (Jimnastiğin Babası) Jahn, gençleri jimnastik etrafında örgütlemeye başlamıştı. Amaç, beden terbiyesinden ziyade, bu silahı düşmana, yani Almanya’yı işgal eden Fransızlara karşı kullanmaktı. Muratlarına 1871’de erdiler. Ulus inşasında da spor, ilk andan beri iş başındaydı. 1954’te Sepp Herberger’in öğrencileri Dünya Kupası’nı kaldırdığında mutluluk gözyaşları içinde sadece 2. Dünya Savaşı’nın acılarından silkinmekle kalmadılar. Aynı zamanda, ’Dünya gene bizi adam yerine koyuyor’ diye özgüven de kazandılar. Ve böylece, spordaki başarıların bir saygınlık vesilesi olduğu belleklerine bir kez daha nakşedilmiş oldu.


2. Sayı
Mayıs 2015


Socrates Dergi