Seyircinin Çiçek Dürbünü

9 dk

Futbolun sihri, onu ‘olay yerinde’ izleyenin bolluğu. Bu bolluk günden güne artarken seyirci de kabuk değiştiriyor. Seyirci, tribüne adım attığında önce konuşmacı ve dinleyici kimliğini edinmişti, şimdi sahadaki mücadeleden rol çalacak derecede gösterinin içinde. Bu kalabalığı izlemek de işin bir parçası.

Spor felsefecisi Hans Ulrich Gubrecht iki tür spor seyircisini ayırt ediyor: Birincisi katılımcı ve analitik seyirci, ikincisi duygusal ve rasyonel yönelimli seyirci. Bazı futbol sosyologları, dört tipoloji saptıyorlar: Mesafeli-pasif, angaje ama kontrollü, fanatik-taraflı, saldırgan-çatışmacı. Edebiyatçı Tahsin Yücel Söylemlerin İçinden kitabındaki ‘Top yuvarlaktır’ bölümünde üçlü bir tasnif yapar: Yandaşlar-karşıtlar-yansızlar. Galiba bütün bu kategorileri seyreltip ikiye ayırabiliriz: Taraftarlar ve seyirciler.

Taraftarın bir kısmı gerçekten seyirci falan değildir, maçı izledikleri söylenemez. Tipik örneği: sırtı maça dönük tribün lideri ve avanesi. Taraftar, sahanın iyi ihtimalle yüzde 64’ünü görebildiği kör açılardan olup bitenleri yan gözle izlemeye razıdır. Korner öncesi ceza alanını andıran bir karambol içinde, maç diye, kafalar ve gövdeler arasından görebildiği kadarını seyreder o. Hem son yirmi-otuz yılda, taraftarların kendisi de seyirliğe dönüşmüştür artık. Onlar da gösterinin bir parçasıdır, sahnede bir aktördürler; seyretmekten daha önemli işleri vardır. Fakat ne olursa olsun, en delirmiş taraftar bile bir yüzüyle seyircidir. Birçokları, tezahürattan geri kalmazken, maçtan da gözünü ayırmazlar. Bazıları, son düzlüğe giren atlarla beraber tellere seğirten hipodrom seyircisini hatırlatan interaktif tepkiler gösterirler. Gayri ihtiyari kafaya çıkar gibi yaylanır, şut vurmaya yeltenip yerlerinde şöyle bir hamle ederler. Tepinir, tribünde yer varsa üç beş metrekare içinde volta atarlar (Ayakta maç izlemek men edildikçe, bu halk sporu da darbe yiyor.) Muhtelif uğurları tecrübe edenleri, totem yapanları bilirsiniz. Futbol şamanizmidir: Kâh gönüllerini yaparak kâh onları kovalayarak, ruhları ve tanrıları takımları lehine döndürmeye çalışırlar.

Gözü Maçta, Aklı Oynaşta

Herkes o kadar ‘angaje’ olmaz. Britanyalı sosyolog Richard Giulianotti geleneksel ve tüketici seyirci tipolojilerini ayırt ederken, işin bu yanına da dikkat çekiyor. Bazılarının gözü maçta aklı oynaştadır. Zevzeklik eder, eğlenirler. Bazısı, sadece vakit öldürmeye oradadır. Meşhur ‘çekirdekçilerin’ bir kısmı böyledir. Radyodan/akıllı telefondan öteki maçların skorlarını takip edenler, bence ayrı bir tür oluşturur. Bunları üçe ayıracağım. a) Rakiplerin alacağı sonuçların kritik öneminin bilincindeki endişeli taraftarlar, b) bahisçiler, c) marazî enformasyon bağımlıları.

B ve c’den şahsen hazzetmem. Kulağınızın dibinde mıyırmıyır alakasız mevzulardan söz açanlardan da hazzetmem (Devre arasında olabilir. “Unutturma, devre arasında sana bir şey söyleyeceğim” diyenlerden de hazzetmem).

Bazısının lâkaydisi, kötü niyetten değil acemiliktendir. Tipik numunesi, taraftarın yanında getirdiği arkadaşıdır. Stadınıza, takımınıza yabancı olanlar (“6 numara kim?”) olduğu gibi, bütünüyle futbol ‘olgusuna’ yabancı olanlar vardır. Saha çimlerinin yol yol olması için acaba nasıl biçildiklerini soran birisini hatırlıyorum, rahmet olsun.

Görülüyor ki seyirci, aynı zamanda konuşmacı ve dinleyicidir. Maç seyrederken bir yandan sohbet edilir. Bazısı hem konuşur hem dinler; bazısının payına sadece konuşmacılık, bazısının sadece dinleyicilik düşer. Bazısı, maç hakkında konuşmaktan çok, sanki maçla konuşuyordur, cevap vermek gerekmez. Münferit küfür de bu fasıldandır ve lağım akıntısına dönüşmedikçe meşrudur.

Bazıları ise ciddi ciddi, uzun uzun yorum yaparlar. Teknik direktör salahiyetiyle, anlık direktifler verir, aksayan pozisyonları saptar, oyuncu değişikliklerine hükmederler. Alman spor gazetecisi Andreas Beune, bunları üç kategoriye ayırmış: a) En doğrusunu bildiğini düşünenler, b) hiçbir şeyden haberi olmayanlar, c) haberi olmadığı hâlde en doğrusunu bildiğini düşünenler. Ama kabul etmek lâzım, bazıları gerçekten de iyi bilirler.

İyimserle kötümseri unutmayalım. Mutsuz ve menfi tip, ebedî bir bıkkınlık ibadeti gibi izler maçı. Takımıyla alay eder, her pas hatası onun ömründen ömür çalar. İyimser ve şen tip, netice getirmese bile dâhice bir aksiyonun keyfini çıkartır, bir verkaçın birkaç saniyelik güzelliğinde futbol tanrısının vahyine şükreder.

Burası Sinema - Tiyatro...

Bazı futbol sosyologları da ‘yaşantı odaklıfutbol odaklı’ seyircileri ayırıyorlar. Yaşantı odaklılar, sadece deli taraftarlar değil, mesela groundhopper tayfasıdır (hayatta kaç yerde maç izlediğinin çetelesini tutan stadçekirgeleri). Bunlar için maçı izlemek değil, tribün hayatına katılmak, ‘orada olmak’ önemlidir. ‘Futbol odaklı’ seyircinin ideal tipi, Tahsin Yücel’in ta 1999’da soyunun tükenmekte olduğunu yazdığı ‘yansız izleyici’dir. Lakin yine taraftar nazarıyla baksa, neticeye kilitlenmiş olsa bile, bir yandan da gözü ‘Hatice’de olanlar yok değildir. Kulağının dibindeki yorumları bir iki kelimelik cevaplarla geçiştirerek hatta bazen hiç duymadan ve bir an gözünü ayırmadan maçı takip eder. Oyun düzeni ve ofsayt hattının esenliği, onun dikkatini gevşetmemesine bağlıdır sanki. Bir nevi meditasyon deneyimi…

Sahiden pür dikkat maçı seyreden bu tipe, ‘pürist’ (saflık/arılık yanlısı) veya ‘estetikçi’ de diyorlar. Zaten Almanca hariç (orada dümdüz ‘seyreden, bakan’dır) bütün Batı dillerinde spor seyircisi anlamındaki kelime (spectator) Latince specto kökünden geliyor: dikkatle bakan, gözlemleyen, demek bu. Yunancada seyirci, theatis. Tiyatroyu çağrıştırması boşuna değil. Kökündeki théa fiili, ‘görmek’ yanında ‘tasavvur etmek’ demek. Eski Yunanca: theoros. Teori kavramı da buradan geliyor! Velhasıl, maçı zihnen içine dalarak dikkatle izlemek, ciddi bir temaşa faaliyeti olabilir ve tezahürata katılmadan maça konsantre olanlara “Burası sinema-tiyatro değil…” diye höykürmenin manası yoktur!

En futbol aşığı, ‘pürist’ seyircinin bile, ustalaştıkça merakı pörsür ister istemez. Oysa ilk maçına gelen çocuğun taze bakışındaki iştah nasıldır! O, çiçek dürbününden görür maçı: Her teferruat bir keşif, bir hayret şenliğidir. Edebiyat, bu bakışın ömrünü uzatır. Mehmet Seyda’nın ‘Hastalar’ hikâyesinden (1969) şu pasaj, aklımdan silinmez mesela: “Sonra, Gazhane’ye yakın yerden bir güvercin havalandı. Ayaklarına, sarı-lacivert upuzun bir kordele bağlamıştılar. Stadın üstünden, şaşkınca, denize doğru uçarken bir alkıştır koptu”

Statta, maçta, seyredecek ne çok şey vardır! Merakınız hiç ölmesin!

Seyredenleri Seyretmek

Hikmet İldiz’in 1950’li, 60’lı yıllarda çektiği tribün fotoğraflarında, insanları günlük kıyafetleriyle görürüz. Çok zaman seçkinci bir romantizmle anlatıldığı gibi en güzel kıyafetleriyle değiller ille de. Gerçi şık şıkırdım giyinmiş, takım elbise kravat takınmış olanlar da var. Fakat pejmürdeler, çapaçullar da var. Önemli olan: ‘sivillerini’ giymiş olmaları. Günümüz tribünlerinde tamamen ‘sivil’ giyimli olanlar azdır. Herkesin üzerinde tuttuğu takımın hiç yoksa atkısı, beresi bulunur, birçokları takımının formasını giymiştir, taraftar ‘ürünü’ olarak dizayn edilmiş palyaço kukuletası türünden fanteziler de cabası. Tribünler aşağı yukarı 1970’lerin sonlarına kadar dünyanın her yerinde böyleydi: gündelik kıyafetli bir kalabalık, birkaç bayrak ve pankartla belli ederdi rengini. Bazen, o zamanlar ‘amigo’ denen taraftar liderinin refakatinde bir büyük sancak bulunurdu, o kadar.

Aşağı yukarı 1980’lerde, taraftarlar giyinip süslenmeye, tribünü donatmaya başladılar. Futbolun bir seyirlik olarak kültür endüstrisi tarafından işlenmeye başlanmasıyla ilgiliydi bu. Piyasa dinamiğinin derinleşen nüfuzu, dev bir müşteri potansiyeli teşkil eden taraftarlara ‘sunduğu’ ürün yelpazesini genişletti. Taraftarlar için envai çeşit tekstil ve aksesuar üretilmeye başladı. Taraftarlar sadece özel tribünlüklerini giyinip kuşanarak değil, koreografiler geliştirerek, sopalı pankartlarına çarpıcı sloganlar aklederek, meşaleler yakarak, besteler yapıp tezahürat repertuarlarını sürekli genişleterek de daha fazla sahne almaya başladılar. Zamanın ruhuyla da alakalıydı bu: görünür olmak, temel varoluş kipi hâline geliyordu.

Demokratik bir dinamikten de söz etmek gerekir. Bazı taraftar grupları, ebedî ergenlere, ağzı açık hayran-budalalara veya müşteriye indirgenmemek için örgütlenmeye yöneldiler.

Neticede, seyirciler de seyirliğe dönüştü. İşte, fotoğrafçı Hikmet İldiz’in kareleri, seyircilerin henüz seyirlik olmadığı bir çağın tribün ahalisini belgeliyor. 1945’ten itibaren foto muhabirliği yapan, 1951’de bir fotoğraf ajansı kuran İldiz’in bir spesiyalitesi bu: Tribün peyzajları. Çoğunlukla Dolmabahçe Stadı’nda çektiği tribün fotoğraflarını tab edip ertesi gün dükkânının vitrinine koyarmış, kendilerini teşhis edenler satın alırlarmış bu fotoğrafları! Seyircinin henüz seyirlik olmadığı çağda, görünür ve meşhur olmanın mütevazı bir imkânı…

Kravatlı beyefendilerin, şık hanımefendilerin yanı sıra pejmürdelerin, çapaçulların varlığından bahsettik. Yoksul giyimlilerden... Evet, futbolun endüstrileşmesi sürecinde gitgide orta sınıflaşan tribün ortamı, evvelce, yoksulların mahalliydi. ‘Eski’ zamanlarda tribünlerin, yoksullarla orta sınıfları yan yana barındıran bir demokratlığı da vardı. Fotoğraflarda seçebiliyoruz bunu.

Özellikle Duhuliye’de görüyoruz yoksulları. Duhuliye, İstanbul İnönü/Dolmabahçe Stadı’nın kendine mahsus bir tribün sektörüydü. ‘Girişlik’ anlamına geliyor. Birkaç kuruş ödeyerek girilebilen, radikal derecede konforsuz bir seyir yeridir orası: saha seviyesinin altındadır, sipere yatmış gibi, hemzemin açıdan izlersiniz maçı. Öğrenciliğimde birkaç maç izlemiştim oradan; nitekim yoksulların yanı sıra öğrenci milletinin –mecburen- iltifat ettiği bir mahaldi. Oyunun akışı bir muammadır oradan bakınca, buna karşılık ikili mücadelelerin, koşturmacanın hararetini hissedersiniz.

Saha seviyesinin altında, bir kafesin arkasındaki itiş tepiş ama yine de şen şatır duhuliye seyircisini seyretmek de bize bu oyunun etrafında kurulmuş sihir hakkında bir şey söylemiyor mu?

Tanıl Bora

2. Sayı
Mayıs 2015



Socrates Dergi