socratesXreflect_alt

Seyyah

18 dk

Murat Erdoğan kariyerinde on farklı şehir gezdi, 13 farklı kulüpte forma giydi. Tecrübeli oyuncuyla İngiltere'de başlayan ve Mersin'de son bulan kariyerini konuştuk.

Tehlikeli bir sol ayak, özel bir fizik kondisyon ve yüksek bir potansiyel… Murat Erdoğan'ın yeşil saha günlerini özetleyen detaylar bunlardı. Aynı detaylar, onun Galatasaray'a transfer olmasına yardımcı oldu ancak Sarı-Kırmızılı forma altındaki kariyeri uzun sürmedi. Aslında 2004 yazı, Erdoğan'ın kariyeri için bir nevi projeksiyon görevi de görüyordu. Tek sezonluk tecrübeler, gezilen farklı kulüpler ancak devam eden istikrarlı performanslar…

Sportif direktörlük görevlerinin ardından bugünlerde menajer olarak futbol dünyasında yer alan Murat Erdoğan ile İngiltere yıllarından başladık; İstanbul'dan Sivas'a, Manisa'dan Mersin'e kadar uzanan futbolculuk kariyerini konuştuk.

Elektrik-elektronik mühendisliği okurken geç sayılabilecek bir yaşta profesyonel futbola aniden geçiş… Murat Erdoğan'ın İngiltere'deki gençlik yılları nasıl seyretti?

Londra'da doğup büyüdüm, 19 yaşıma kadar orada yaşadım. Bütün eğitim-öğretim hayatım orada geçti. Dediğin gibi elektrik-elektronik mühendisliği eğitimi aldım hatta inşaat firmasında bile çalıştım, balıkçılık sektörüne girdim. Ticaretin her alanında bulundum. Eğitim ve iş hayatına bu kadar yoğunlaşmam, profesyonel futbolculuk kariyerimin geç başlamasına neden olan şeydi aslında. 

Küçükken İngiltere'de aklına gelebilecek bütün bölgesel takımlarda oynamıştım. Kuzey, güney, güneybatı, kuzeydoğu… Hemen her bölgenin takımında forma giydim. Belki de birçok takımı gezeceğim daha o yaşlardan belliydi. (Gülüyor.) Geleceğimin parlak olduğunu da hissediyordum. Hatta bir gün okul yönetimi okula mektup geldiğini söylemişti. 14-15 yaşlarındaydım ve haberi duyduğumda heyecanlanmıştım. Zira futbol kulüplerinin genç yaştaki futbolcu adaylarını akademilerine katmak için oyuncunun bulunduğu okula mektup yolladıklarını biliyordum. Davet Arsenal'dan gelmişti, üzerinde adım yazıyordu. Çok heyecanlanmıştım. Hayal kurmaya başladım… Hayatım çok farklı bir noktaya gidebilirdi ama ailem futboldan ziyade eğitimime devam etmemi istiyordu. Bu nedenle de gitmeme izin vermediler. 

Aslında böylesine yaklaştıktan sonra birçok sporcu adayının kariyeri son bulur. Ama siz geç de olsa 19 yaşında ümit milli takım seçmelerine giderek profesyonel kariyere atılmayı başarıyorsunuz. Neler hatırlıyorsunuz o seçmelerden?

O gün seçmelerden eve dönerken seçileceğimi hiç düşünmüyordum. Yanlış hatırlamıyorsam maçın bitimine on dakika kala sahaya girmiştim. Yetmezmiş gibi maç bitmeden de oyundan çıkarılmıştım. O birkaç dakika sonunda futbolculuk kariyerimin orada sona erdiğini hissettim. Ama seçmelerden birkaç gün sonra Necat Gürpınar aradı ve "Seni erken çıkardım çünkü sende zaten göreceğimi gördüm. Sen, bizim en güçlü adayımızsın" dedi. Bu defa gerçekten de futbolculuk kariyerimin başlayabileceğini hissettim. 

İngiltere'deki seçmelerin ardından Riva'ya gittik, orada bir üst takım seçmelerine dahil olduk. O dönemki teknik direktör Fatih Terim'di, birkaç maçta şans buldum ve Süper Lig'deki birkaç takımın ilgisini çektim. Gençlerbirliği ile anlaşmaya çok yakındım. İlhan Cavcav'ın un fabrikasına gittim, görüştüm ama iş imza aşamasında bozuldu. Tam o sıralarda Gençlerbirliği'nde antrenörlük yapan Can Onuk beni aradı, Erzurumspor'a teknik direktör olarak gittiğini ve beni istediğini söyledi. O Erzurum'a gidince, ben de apar topar Ankara'dan Erzurum'a geçtim ve profesyonel futbolculuk kariyerim başladı.

Bu kariyerin dönüm noktası da muhtemelen İstanbulspor'da geçen üç sezondu. Metin Türel ve Aykut Kocaman ile geçen tam sezonları konuşacağız ancak öncesinde Aykut Hoca'nın Trabzonspor maçı ile başlayan oyuncu-antrenör sürecini hayli merak ediyorum.

Bir anda takım arkadaşınız teknik direktörünüz oluyor, nereden bakarsanız bakın garip bir durum. Dahası, takım olarak çok sıkıntılı bir pozisyondaydık. Son haftalar yaklaşmıştı ve işin doğrusu kümede kalabileceğimizi hiç düşünmüyorduk. Trabzonspor maçında aldığımız sonuç sırf bu açıdan bile ilginçti. 

Soyunma odasına 1-0 geride girdik, Aykut Hoca uyarılarını yaptı ve sahaya çıkmaya hazırlanırken bir anda Timur'a seslenip "Timur, senin yerine ben giriyorum" dedi. Tabii bunu dedikten sonra oda garip bir havaya büründü. Ama oyuna girdikten sonra hem maçın hem de İstanbulspor'un o sezonki kaderini değiştirdi. Evet, Aykut Kocaman, büyük bir golcüdür. Fakat golcülüğünden daha da büyük bir karakterdir. 

Kariyerinizde de önemli bir yeri olduğu aşikâr… Metin Türel'in yardımcılığını yaptığı sezon, bir Antep deplasmanında "Bu maç Murat'ı oynatalım" diyerek Metin Hoca'yı ikna etmişliği bile var bildiğim kadarıyla. Hatta maç sonunda Metin Türel'in Aykut Kocaman'ın yanına gidip "Bu üç puan benim değil, senindir" demişliği de. Böyle bir hikâyenin ana kahramanı olduğunuzu biliyor muydunuz?

Hiç bilmiyordum! Yalnız doğruluğuna yüzde yüz eminim. (Gülüyor.) Hem Aykut Hoca hem de Metin Hoca ile ilişkimden dolayı söylüyorum bunu. Çünkü Metin Hoca ile geçirdiğimiz ilk kamp gününden itibaren onun planları içerisinde olmadığımı hissediyordum. Metin Hoca'dan bir elektrik almadığımı hissedince kapısını çaldım ve ayrılmak istediğimi söyledim. Fakat kendisi kesin bir dille beni bırakmayacağını söyledi ve o kendine has üslubu ile beni tatlı-sert gazlayıp odama yolladı. 

Hocadan gazı aldım, özgüvenimi yükselttim ve cezalı olduğum tek maç hariç hep 11 başladım. Fakat her zaman arka planda Metin Hoca'yı ikna eden kişinin Aykut Hoca olduğunu hissediyordum. Sayende artık sadece hissetmiyor, aynı zamanda biliyorum.

Mehmet Yozgatlı, Selçuk Şahin, Alioum Saidou, Albar Bushi, Ivaylo Petkov ve Murat Erdoğan… O İstanbulspor kadrosundan pek çok oyuncu ilerleyen yıllarda büyük takımlarla anlaşırken siz de Galatasaray'ın yolunu tutmuştunuz. Nasıl başlamıştı transfer süreci?

O dönemi Lucescu üzerinden konuşmak lazım. Çünkü kendisi Galatasaray'dayken beni istediğini söylemişti ve sezon sonu için mutabık kalmıştık. Ancak Lucescu sezon sonu geldiğinde Galatasaray'dan ayrıldı, Beşiktaş'a geçti. Galatasaray'a da Lucescu yerine Fatih Terim geldi. Tüm bu değişimler, benim transfer sürecimi askıya almıştı. Ne zamanki Lucescu, Beşiktaş ile sözleşme imzaladı, beni aradı: "Ben hiçbir oyuncuya forma sözü vermem ama senin forman soyunma odasında hazır. Takımı tamamen senin etrafında yapılandıracağım." 

Çok gurur duymuştum. Böylesine büyük bir hocadan böylesine gurur verici bir vaat aldıktan sonra Beşiktaş'a gitmeyi de istiyordum ancak yönetici bazında görüşmeler tıkanmıştı. Bu tıkanmanın ardından beni Fatih Hoca aradı ve "Ben de seni istiyorum, sen önceden konuşulduğu gibi buraya geleceksin" dedi.

Bu kadar istenmenize rağmen neden sezonu Gaziantepspor'da geçirdiniz?

Transfer sonlandı, Galatasaray'da kamp dönemini geçirdim ve Gaziantepspor çok ısrarcı bir şekilde beni kiralık olarak kadrosuna katmak istedi. Bu baskılara dayanamayıp Fatih Hoca'nın yanına gittim ve teklifi söyledim. O da bana "Seni göndermek istemiyorum ama sen yanıma geldiğine göre sanıyorum ki gitmek istiyorsun" dedi ve Antep'e gidiş sürecim başladı. 

Galatasaray (2003/2004)

Galatasaray (2003/2004)

Belki de sizi kadrosuna katamayan Lucescu, yeğeni Gigi Multescu'ya önermişti…

Ben o gün o açıdan düşünmemiştim ama haklısın, böyle de yaşanmış olabilir. Nevi şahsına münhasır bir adamdı Multescu, bizle hep Türkçe konuşurdu. İyi de anlaşırdık. "Çok küsel, çok küsel" diyerek yanımıza gelirdi. Beni ne kadar beğendiğini de daha ilk maçta oynatarak göstermişti. Ter idmanının hemen ardından 11'de başlamıştım. Elazığ deplasmanı öncesi beni odasına çağırmış ve kafasındaki planları aktarmıştı. O dönem Antep'te üç orta sahalı bir yapısı vardı; bir ön libero, iki iç orta saha oynatıyordu. Beni, o iç oyunculardan biri olarak düşündüğünü ve diğer içe göre biraz daha ofansif yapıya bürünmem gerektiğini söylüyordu.

Antep'in ardından Fatih Terim ile yarım sezon da olsa çalışma fırsatı. Büyük teknik direktörleri diğerlerinden ayıran özellikleri her zaman merak ederim. Sizce Fatih Hoca'yı diğerlerinden ayıran temel fark nedir?

Ne istediğini çok iyi bilir ve istediğini futbolcusuna çok iyi aktarır. Onun takımlarında çıta her zaman en yüksek seviyededir. Sen tüm bunları bilerek ve kabul ederek antrenmana çıkarsın, yaşamını buna adapte edersin. Zaten aksi bir durumda takımda yer alamayacağını bilirsin. Bu saydığım şeyler kimilerine kolay gelebilir ama bunlara "Kolay iş ya!" diyenlerin hiçbiri buna benzer bir iş yapmamıştır. Onu özel kılan şey, bu tarz yönetici becerileridir. Neyi yönetme? Sahayı, soyunma odasını, basını, futbolcuları... Çalıştığım hocalar arasında sosyal anlamda en kuvvetli olan hocadır.

Aynı sezon çalıştığınız bir diğer Galatasaray efsanesi de Hagi'ydi. Teknik direktör Hagi ile çalışmanın genelde zor olduğu söylenir. Futbolculuk kariyerinde çok yetenekli olduğu için yapılan en ufak hatalara bile fazla tepki vermesi ile meşhurmuş örneğin. Katılır mısınız?

Tam olarak söylediğin sorunları yaşadım. Hagi, gördüğüm en mükemmeliyetçi insanlardan biri. Futbolcuyken bile ortaya koyduğu standart, bulunduğu takımlardaki genç, yaşlı fark etmeksizin herkesin daha iyi oyuncular olmasına yardımcı oldu çünkü çıtası her zaman yukarıdaydı. Ancak antrenörlüğe geçtikten sonra futbolculukta kalan alışkanlıklarınızı aynı şekilde devam ettiremezsiniz. Zira ikisi farklı meslekler. Bazı bildiklerinizi unutmanız, bazı unuttuklarınızı da hatırlamanız lazım. 

Senin de dediğin gibi en ufak hatada büyük tepkiler verirdi. Böylesine tepkilerin, haddinden fazla bağırmanın gereği var mıdır? Tartışılır. Çünkü oyuncu bu gibi tepkileri takım içinde birden çok kez işittiği anda içine kapanmaya başlar. Bana sorarsan bir futbol takımındaki en tehlikeli şey, oyuncunun hocasına karşı içine kapanmasıdır. Hocasına karşı samimi olamaz. Samimiyetin olmadığı bir ortamda da başarının gelmesi mümkün değildir.

Hayal Kırıklığı

Briegel benim için hayal kırıklığıdır. Bu kadar görkemli bir oyunculuk kariyeri olup da teknik direktörlük kariyeri böylesine sönük kalan birini görmedim. Büyük futbolcu kariyerlerinin bitmesi ile birlikte beraberinde getirdiği yıkımlar vardır, Briegel'de de bunu görmüştüm. Futbol sonrası önemli bir başarı elde edemeyişi, muhtemelen antrenörlük kariyerinde iç çatışmalarının başlamasına neden oldu. Ben de ne yazık ki iç çatışmalara sahip bir Briegel ile çalışmak zorunda kaldım. 

Emellerden uzaktı. Fakat fiziksel antrenmanları dört dörtlüktü, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Türkiye'deki birçok takımın hâlâ bu fiziksel idman seviyesine yükselebildiğini düşünmüyorum. Beni yaşıma rağmen fiziksel olarak inanılmaz bir seviyeye çıkarmıştı. Ancak tüm bunlara rağmen futbolcularla ikili ilişkileri hiç yoktu. Bizimle konuşmaz, yeniliklerden uzak dururdu.

O zaman başarının geldiği bir sezona uzanalım. Murat Erdoğan, 2009 Şubatı'nda Süper Lig'in lideri ve şampiyonluk adayı Sivasspor ile sözleşme imzalıyor…

Burada insanların bilmediği bir detay var. O da Ankaragücü'nden ayrılış sürecim… Kariyerimin en verimli sezonlarından birini geçiriyordum, üstüne üstlük takım kaptanıydım. Her şey güzel ilerliyordu. Ta ki transfer döneminin kapandığı güne kadar… 

Bir pazartesi günüydü, transfer döneminin bitmesine dört saat kalmıştı ve telefonum çalmaya başladı. Ankaragücü'nden bir yönetici, takım bulmamı söylüyordu ama duyduğum şeyler oldukça mantıksızdı. Şaşırmıştım. Neden beni göndermek istediklerini sordum, "Ne idari ne de performans açısından bir sıkıntın var. Yönetim kurulundan böyle bir karar çıktı. Eğer ısrar edersen ikinci takımla çalışmalarını sürdüreceksin" dedi.

Bu garip kararın nedenini irdelemeyi düşünmediniz mi?

İrdeleyecek zamanım yoktu ki! Eğer acele etmezsem dört saat içerisinde kariyerimin en formda dönemlerinden birinde kulüpsüz kalacaktım. Sivasspor'un ocak ayında bana ilgisi olduğunu biliyordum ama yönetim çıkıp "Murat bizim takım kaptanımız, takımdaki en önemli oyuncumuz" diyerek teklif gelmeden önce olası teklifleri reddetmişti. Gelinen noktada ise transfer döneminin kapanmasına dört saat kala bana "Kulüp bul" demişlerdi. Ben de bu ilgiyi bildiğim için hemen Bülent Uygun'u aradım ve "Hocam böyle bir durum oluştu, eğer ilginiz devam ediyorsa Sivas'ta oynamayı çok isterim" dedim. Bonservisimi Ankaragücü'nden aldım, apar topar Sivas'ın yolunu tuttum.

Sivas'a ayak bastığınızda takımda bir şampiyonluk havası hissettiniz mi?

Hiç hissetmedim. Herkes çok rahattı, güle oynaya kampa giriliyor, güle oynaya maçlara çıkılıyordu. En keyifli deplasman yolculuklarımı orada yaşıyordum. Maçlara Mehter Marşı eşliğinde gidiliyordu, dönüşlerde son ses müzik dinleniyordu. "Biz şampiyon olacağız" zihniyetinden ziyade, maç maç bakarak sezonun keyfini çıkarıyorduk. Fakat Trabzonspor maçını 3-0 kazandıktan sonra, "Artık herhalde şampiyonluk geliyor" diye düşünmeye başladık. Başladık başlamasına da Trabzon maçından sonra sezonun iki kırılma maçını üst üste oynadık ve ikisini de kaybettik. 

Ama ne olursa olsun çok özel bir sezon ve çok özel bir kadroydu. Bu bütçede bu kadar iyi bir kadro mühendisliğine Süper Lig'de hâlâ rastlayamadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Mehmet Yıldız, İbrahim Dağaşan, Pini Balili, Herve Tum, Fabio Bilica, Hayrettin Yerlikaya, Abdurrahman Dereli, Sezer Badur, Yannick Kamanan, Sedat Bayrak… Baksana şuna, sanki efsane Milan kadrosu! (Gülüyor.)

Sivasspor (2008/2009)

Sivasspor (2008/2009)

Bazı futbolcular, kariyer zirvelerini 30 yaşından sonra görür. Sivasspor'a 33 yaşınızda gittiğinizi ve en golcü sezonunuzu 36 yaşınızda yaşadığınızı düşününce Murat Erdoğan için de benzer bir durumun olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.

Evet, katılıyorum. Hatta Süleyman Hurma ile garip bir anım vardır, beni her gördüğü yerde anlatır. Otuz yaşıma yaklaştıktan sonra beni transfer etmek istemiş ama her yaz "Ya, Murat yaşlandı. Boş verelim, başka bir oyuncu bulalım" diyerek dört-beş sezon üst üste transferimi geçiştirmiş. Otuzumdan sonraki her transfer sezonu yine oyuncu araştırmaya başlarmış ve benim performansımı gördükten sonra "Ya yine Murat'ı mı alsak" diye düşünüp "Yok ya, yaşlandı" diyerek transferimden vazgeçermiş. "Acaba" diye diye 37 yaşıma kadar her fırsatta beni Kayserispor'a almayı düşünmüş ama bir türlü alamamış.

13 farklı kulüp, on farklı şehir, yirmiden fazla teknik direktör… Bugünden bakınca "Ben neden bu kadar çok takım gezdim?" diye hiç düşünüyor musunuz?

Gariptir, her kulüpte başarılı bir sezon geçirdikten sonra ayrıldım. Şu anda bakıyorsunuz, 10-15 maçı zor deviren oyuncular sezon ortasında sözleşme uzatıyor. Ben kariyerim boyunca 30-35 maçı sıfır sorun ile devirmeme rağmen sezon sonunda sözleşme uzatamayıp ayrılmak zorunda kaldım. Neden ayrıldığımı burada tek tek sana sebepleriyle anlatabilirim. Ancak hemen hepsi Ankaragücü'nde yaşadığıma benzerdi. Yani nedensizdi, mantıklı bir sebebi yoktu… Genelde "İyi bir sezon geçirdin ama biz teknik direktör değiştireceğiz, o yüzden de yeni bir kadro kuracağız. Bu yüzden seni düşünmüyoruz" minvalinde cümleler işitiyordum. Keşke sana "Şu yüzden bu kadar gezdim" diyebilseydim ama inan ki diyecek bir şey bulamıyorum. 

Türkiye'de şöyle bir his var: Yöneticiler, ellerindeki oyunculara bakıyor ve her zaman onlardan daha iyisi dışarıda varmış gibi düşünüyorlar. İşin aslı öyle değil. Biz ne yazık ki transfer yapmış olmak için transfer yapıyoruz. Bana sorarsan transfer dönemini en az transferle geçen takımlar iyi takımlardır. Öte yandan bizde az transfer yaparsan bir günah işlemişsin gibi bakılıyor. Garip bir tutarsızlık. Sanırım ben de bu garip çılgınlığın içinde savruldum yıllarca. 

Bir yerlerde bayrak adam olabilir miydim? Bence belirli kulüplerde bu fırsata sahiptim. Galatasaray'da daha fazla oynayabilir miydim? İşler biraz daha farklı ilerleseydi oynayabilirdim. Neticede ne bayrak adam olabildim ne de Galatasaray'da daha fazla oynayabildim. Fakat bu sorun değil. Zira ben yaptığım her işte kendimi sorumlu tutarım. Çünkü davranış biçimlerimiz, geleceğimizi şekillendirir. Geleceğimi de kimsenin eline veremem. Eğer ben kariyerim boyunca bir kulüpte bayrak adam olamadıysam veya kulüp kulüp gezdiysem, burada sorumluluk bendedir. Her ne kadar bana absürt sebepler sunulmuş olsa da...

Socrates Dergi