Seyyah

16 dk

Türkiye, Rusya, Polonya, İtalya, Japonya… Neriman Özsoy, birbirinden farklı duraklarda başarılı bir kariyer inşa etti. 31 yaşındaki voleybolcu, Socrates'e konuştu.

Koronavirüs salgını nedeniyle askıya alınan spor takviminde herkes gibi sporcuların da kafası karışık. Gelecek nasıl olacak? Takvim nasıl şekillenecek? Transfer mevsimi ne zaman başlayacak ve neler getirecek? Neriman Özsoy'la da kafasında bu soruların olduğu bir dönemde görüştük. Ama tek meselemiz gelecek değildi. Önce hayli ilginç ve renkli noktalara sahip kariyerini sorduk. Akabinde Japonya'ya ve bugüne geldik. Ardından da bundan sonrasına...

Eczacıbaşı tarihinin güçlü altyapı jenerasyonlarından birinde yetiştiniz. Bu jenerasyondan birçok ismi yıllarca Avrupa sahnesinde gördük. Sizce Türk kulüplerinin altyapıdan oyuncu çıkarma potansiyeli eskiye göre ne durumda?

Türkiye'nin en büyük kulüplerinden birinde yetişmiş olmak büyük bir şanstı benim için. En önemli avantajım altyapı antrenörlerimizin kalitesiydi. Şu anda da özellikle büyük kulüpler yurt içinde yetenek taramaları yapıyor. Çocukların temel motor becerilerine, fiziksel özelliklerine, ebeveynlerinin boy uzunluklarına, genetik yapılarına bakarak gelecek vadedip edemeyeceğini anlamaya çalışıyorlar. Anadolu takımlarında gördükleri potansiyelli gençleri bünyelerine katmaya çalışıyorlar.

Günümüzde altyapıdan gelen yetenekli oyuncularımız var. Bilhassa da orta oyuncu ve pasör pozisyonlarında... Ama köşe oyuncularında bir eksiklik olduğunu görüyorum. Köşe oyuncuları Sultanlar Ligi'ne çıktıklarında, genellikle o pozisyonda bir yabancı oyuncu olduğu için az süre alıyorlar ve bu da gelişimlerini etkileyebiliyor. Ama oyuncular çıkıyor ve devamı da gelecektir. Türkiye bu konuda şanslı.

İyi bir oyuncunun Sultanlar Ligi'ne çıktığını ve yeteri kadar şans bulamadığını düşünelim. Böyle bir durumda yurtdışından bir kulübe gitmeli mi?

Ben bu durumu yaşadım. 16-17 yaşlarındaydım, daha önce fazla sporcu da yoktu yurtdışına giden. Bahsettiğim dönem, 2011'den öncesi. Çünkü Türkiye'de voleybol 2011 yılında Acıbadem'in Fenerbahçe'ye sponsorluğuyla birlikte ekonomik olarak farklı bir ivme kazandı. Ekaterina Gamova gibi yıldızlar gelmeye başladı. Onun öncesinde takımlar da oyuncularının yurtdışına gitmesine sıcak bakmıyordu. Zaten 22 yaş kuralı vardı. Dolayısıyla bu bizim neslimizi iyi etkilemedi.

Ama günümüzde kulüplerin oyuncularını kiralık olarak ilk altı oynayabilecekleri takımlara gönderme konusunda daha açık olduğunu görüyorum. Bizim dönemimizde böyle bir durum yoktu. Hatta önemli rakiplerimize transfer bile olamıyorduk. Mesela ben kendi isteğimle gittim Rusya'ya ama dönmek zorunda kaldım. Dönerken de o zamanki kulübüm her takımda oynamama izin vermediği için neredeyse transferimi kendim yarattım. Karşıyaka'ya gittim, hayatımın en özel zamanlarından biridir. Arzu Göllü ile oynama şansı buldum. Uzun yıllar sonra Avrupa'da oynama hakkı kazanmıştık o sezonun sonunda. Orada her şey çok güzeldi.

Rusya dönemini biraz açalım. 18 yaşında yuvadan ayrılıp Rus voleybolunun katı disipliniyle bilinen antrenörü Nikolay Karpol'un çalıştırdığı Uralochka'ya gittiniz. Genç bir oyuncu için nasıl bir deneyimdi?

Hayatımda verdiğim en önemli karar. "İyi ki" diyorum dönüp bakınca. Şimdi beni o zamana gönderseniz, aynı eleştirileri alacağımı ve aynı zorlukları yaşayacağımı bilsem bile hiç tereddüt etmem ve aynı şeyi yaparım. Nikolay Karpol gelmiş geçmiş en iyi antrenörlerden biridir. Kendine kurduğu özel bir sistemi vardı. Sporcularına nasıl yükleme yapması gerektiği, antrenman sıklığı, planlama gibi konularda bilimsel destek alırdı. Rus profesörlerle irtibat halindeydi. Ayrıca bir baba gibiydi. Zaten babam ona "Neriman'ın Türkiye'deki babası benim, Rusya'daki sensin" demişti.

Karpol'dan da o süreçte çok şey öğrendim. İlk gittiğimde bana hiç bağırmıyordu. Bilirsiniz, o çok bağırır, sert görünür kenarda. Jest ve mimiklerini kullanır. Eğer yetiştirdiği bir oyuncu karşı takımdaysa ve hata yapmışsa ona dahi kızar. Fakat aslında bu davranışları oyuncunun performansını yukarıya çekmek içindi. Tarzı buydu. Evet, çalıştırdığı oyuncular zaman zaman ağlarlardı. Çünkü Karpol antrenmanları defalarca kesip uyarılarda bulunur, "Maçta da bunlar başınıza gelebilir" derdi. Ve bu sıkıntılar maçta olunca sinirlenirdi. Ancak belirtmeliyim ki seçtiği kelimeler asla kırıcı değildi. Sadece dışarıdan öyle görünüyordu. Oyuncusunu kırmak, rencide etmek istemezdi.

Açıkçası herkesin onu çok sevdiğini düşünüyorum. Bana karşı davranışları da farklıydı zira bonservisim bir türlü gelmiyordu, ne olup bittiği belli değildi. Ama antrenmanlara çıkıyordum. Beni karşısına alıp her şeyden önce iyi insan olmanın gerekliliklerini anlatmıştı. Ve bana inanmıştı. Bir keresinde "Sen iyi bir insansın, senden iyi sporcu olur" demişti. Hiç unutmam, bir gün gidip ona sordum, "Bana neden bağırmıyorsun?" diye... Cevap olarak "Ben sana henüz bir şey öğretmedim, o yüzden de bağırmıyorum" demişti. Çok etkilenmiştim. Maalesef burada durum pek öyle değil. Burada daha ilk antrenmanda antrenörler bağırabilirler. Ağır kelimeler de kullanabilirler.

Size ilk neden bağırdığını hatırlıyor musunuz?

Evet, yediğim bir blok yüzünden... O günden sonra yüksek Rus bloklarını nasıl geçmem gerektiğini de iyice öğrendim. Toplam altı ay çalıştık zaten. Sonra o sezonu Karşıyaka'da tamamladım işte.

Rusya'ya ilk gittiğinizde 'Aluşta Kampı' isimli sert bir kampa katıldınız. Nasıl bir ortamdı?

Kamp Ukrayna'daydı. Karpol'un orayı seçmesinin sebebi Karadeniz etrafındaki en çok oksijen alan nokta olmasıydı. Ayrıca Aluşta'da bir tek biz kamp yapmıyorduk. Maria Sharapova'yı veya Rus atletizminin önemli simalarını da orada görebiliyordunuz. İçerisinde çeşitli zorluklar barındıran özel koşu parkurları vardı. Dışarıda bir voleybol salonu vardı. Alıştığım düzenin çok dışındaydı orada gördüklerim. Bir keresinde sabah altıda kalkıp kahvaltı yapmadan koşuya çıktık. Bir otobüs bizi tepeye götürdü ve orada bıraktı. Tırmanarak başladığımız bir parkurdu. En arkadaydım ama kimseyi de kaybetmemeye çalışıyorum, çünkü kaybedersem yolumu tekrar nasıl bulacağım, hiç bilmediğim bir yerdeyim... Kahvaltıdan sonra teknik antrenman olurdu. Toplamda üç saat sürerdi. Sonrasında dört saat dinlenip sıradaki antrenmana başlardık. Günde üç antrenman yapardık. Ama bu kamplardan sonra, şanssız sakatlıklar olmadığı sürece, yani bir oyuncunun ayağına basıp bileğinizden sıkıntı yaşamazsanız, sakatlık riski çok düşerdi. Çok faydalı bir kamptı.

"O günden sonra yüksek Rus bloklarını nasıl geçmem gerektiğini de iyice öğrendim..."

"O günden sonra yüksek Rus bloklarını nasıl geçmem gerektiğini de iyice öğrendim..."

2014-15 ve 2016-17 sezonlarında İtalya Ligi'nde forma giydiniz. İtalyan ve Rus ekolleri arasında nasıl farklar vardı?

İnsani anlamda ilk tanışmanızda Rusların çok soğuk ve mesafeli olduklarını düşünebilirsiniz ama bu doğru değil. Gerçekten çok eğlenceli insanlar ama sizi iyice tanıdıktan sonra... İşlerini çok büyük bir ciddiyetle yapıyorlar. Uzun yıllar SSCB egemenliğinde olan topraklardan bahsediyoruz. Büyük zorlukların üstesinden gelebilme becerisine sahipler. Diğer taraftan, İtalya kadar sosyal değiller. Yaptıkları espriler bile kendilerine has bir tarzda.

İtalya'ya dönersek, uzun bir süre dünya voleybolunun kalbi orada attı. Bilhassa lig düzeni konusunda çok başarılılar. Takımların çoğunun kendi salonları var. Türkiye'de uzun süre kulüplerin evimiz dedikleri bir sahaları yoktu. Bazı kulüplerin hâlâ yok. Ama İtalya'da öyle değil. Orada oynarken deplasmanda maça çıkmak ne demek bunu tam anlamıyla hissediyordunuz. Modena'dan örnek vermem gerekirse, orada maça çıktığınız zaman cehennemi hissedersiniz. Bizde sadece Galatasaray'da oynarken, Fenerbahçe derbisi olduğunda bir heyecan oluyordu. Ama orada da 'aman olay çıkmasın' anlayışıyla taraftarların gelmesini çok istemiyordu organizasyon. Rusya'da şöyle bir dezavantaj vardı: Deplasmanlar arasındaki mesafe çok uzaktı. Evden ayrıldığımızda bazen Çin sınırına kadar gidiyorduk maç için... Seyahatin yorucu olmasının yanı sıra bir de saat farkı ortaya çıkıyordu. Taraftarlar da ateşli değildi. Sinemaya gider gibi gelip maçlarını izlerlerdi.

Fakat işte İtalya'da gördüm, o atmosferi yaşamak lazım, sporun tadı o zaman çıkıyor. Orada aynı şekilde takımlarla taraftarlar arasında özel organizasyonlar da oluyordu. Bu da aile olma yolunu açıyordu. Ekonomik kriz sonrası yatırımda düşüş oldu ama sponsorlar işin içinde kaldılar. Bugünlerde İtalya Ligi'ndeki formalara dikkat ederseniz küçük bir sürü logo ya da marka adı görebilirsiniz. Sistemi ve kulüpleri ayakta tutuyorlar.

İtalya'dan sonra Japonya'ya gitmeye nasıl karar verdiniz?

İtalya'da en son Liu Jo Nordmeccanica Modena'da oynadım. Lig ve kupada finale yükseldik ancak ikisini de kaybettik. Benim için önemli bir tecrübeydi. 2015'ten sonra Çin ve Japonya'dan teklifler alıyordum ama kabul etmeyi düşünmemiştim. Özellikle Çin yeme-içme kültürüne kendimi yakın hissetmiyordum. Japonya'ya ise farklı yaklaştım. Grand Prix gibi organizasyonlarda çok düzenli olduklarını görürdük. Voleybola ciddi anlamda yatırım yaptıklarını bilirdik. Japonya'ya gitmeyi bu yüzden kabul ettim. Elbette neyle karşılaşacağımı bilmiyordum. Ama takımda tek yabancının oynamasına izin verildiği için el üstünde tutuluyorsun. Kendini çok değerli hissediyorsun.

Tek yabancı olmak büyük de bir sorumluluk değil mi aynı zamanda?

Kesinlikle. Omuzlarımda ciddi ağrılar hissettiğim çok zaman oldu. Avrupa'da oynarken maç seçebilme şansın var. Ama Japonya'da böyle bir şansın yok. Sürekli en iyi performansınla sahada olmalısın. Biraz kendimi sakınayım, play-off döneminde vites artırayım falan yok burada…

Japonya'da üçüncü yılınız. Alışma döneminiz nasıl geçti?

Japonya'ya gittiğimde iki yönetici ve antrenörüm beni karşılamaya geldi. Çok güzel ve sıcak bir karşılamaydı. Bununla beraber bir de tercümanım vardı. İngilizce maalesef yaygın değil ülkede. İletişim konusunda hep bir aracıya gereksinim duyuyor olmak beni tedirgin etmişti. Gerçek anlamda söylemek istediğim şeyi anlamı kaybolmadan aktarabiliyor mu, emin olamıyordum. Ama bir yandan da şanslıydım. Genellikle herkese iyi davrandıklarını gözlemleyebilirsiniz ama çok çabuk benimsemezler. Ama durum bende farklıydı. Takımdaki ilk arkadaşım Erika Araki'ydi. Milli takımın da kaptanı şu anda. Erika'yla hızlı bir şekilde iletişim kurmamın sebebi onun da bir yıl İtalya'da oynamış olmasıydı.

Japonya'da oyuncuların fiziksel olarak dezavantajlı olması antrenman şekillerine yansıyor. Çok ağır idmanlar yaptırılıyor. Otuz yaşına gelmeden voleybolu bırakan çok sporcu var. Mesela ülkemizde de forma giyen Saori Kimura bunlardan biri... 29 yaşında voleybolu bıraktı. İlk anda anlam verememiştim ama nasıl çalıştıklarını görünce hak verdim tabii ki. Çok uzun boylu olmadıklarından dolayı aradaki farkı çok çalışarak kapatıyorlar. Bu da yıpratıcı oluyor, kariyerlerini kısaltıyor.

Asya voleybolu ile Avrupa arasında oyun anlamında ne gibi farklar var?

Avrupa voleybolu daha yavaştı. Asya'da tempo daha yüksek. Asyalılar fiziksel olarak kısalar bu nedenle tempolu oynarlar. Sanki arka bölümde üç libero var gibi oynuyorlar. Gerçekten böyle hissettiriyorlar. Her yerdeler. Plaseler kolay düşmüyor. Aynı tempoda her zaman bloğun üstünden vurmak da kolay değil. Bir de onlar tek yabancıya hazırlandıkları için beni çok iyi tanıyorlar. Hangi durumda nasıl hareket edeceğimi, saçımı düzelttiğimde topu nereye göndereceğimi analiz ediyorlar. Antrenmanlarda buna özel çalıştıklarını da biliyorum. Hazırlık süreçleri epey kapsamlı.

Koronavirüs Çin'de ortaya çıktığında Japonya'daydınız. Japonya'ya salgın haberi geldiğinde panik havası oldu mu yoksa hayat doğal akışı içinde seyretmeye devam mı etti?

Hayır, panik olmadı. Uzmanlar kanallara çıkıp virüsün gribe benzediğini, ellerimizi yıkamamızın çok önemli olduğunu anlattılar. Zaten Japon halkı temizliğine son derece özen gösteriyor. Bununla beraber Japonya'nın en büyük avantajının selamlaşma ve sosyal mesafeyi koruma olduğunu düşünüyorum. Bizim kültürümüzde genellikle tokalaşma, sarılma gibi şeyler vardır. Japonya'da insanlar selamlaşırken belli bir mesafeden, hafif eğilerek karşısındaki kişiyi görmüş olmaktan dolayı memnuniyetini gösteriyorlar. Bunun dışında her yere dezenfektan sıvılar konuldu. Halk da bu önlemleri hemen benimsedi ve ciddiyetle kullandı.

Bu önlemler uygulamaya konduğunda Japonya'da herhangi bir vaka görülmüş müydü peki?

Henüz görülmemişti ancak herkes tehlikenin farkındaydı. Hiçbir zaman sokağa çıkma yasağı gibi bir durum gündeme gelmedi. Özellikle yaşlılar evlerinde kalma konusunda titiz davrandılar. Yaşlı nüfus da kalabalık Japonya'da. Vaka haberi gelince de dikkat seviyesi arttı. Zaten bu virüs döneminden bağımsız olarak maske kullanımı konusunda da bilgililer. Metroda ya da kapalı alanlarda virüs olmadan da maske takmış insanlar görebilirdiniz.

Japonya'da da insanlar marketlere akın ettiler ve alışveriş yaptılar. Ama belli bir plan içerisinde hareket ettiler ve evde kalacakları günü düşünerek kendilerine yetebilecek kadarını aldılar. Maalesef birçok ülkede "Ya bana kalmazsa" korkusuyla herkes ihtiyacı olandan fazlasını almaya çalıştı, panik havası oldu.

Sportif anlamda tedbirler tam olarak ne zaman başladı?

Bizim şansımız ocak ayının sonunda ligin bitmiş olmasıydı. Sadece mart ayında oynanacak İmparatorluk Kupası kalmıştı. O iptal oldu. Şubat ayındaki vaka artışıyla birlikte futbol maçları seyircisiz oynatıldı, hentbol maçları iptal edildi. Erkek Voleybol Ligi Finali, Şubat sonunda seyircisiz oynandı ve bitti. Zaten Japonlar risk almayı da sevmezler, insan hayatını her şeyden üstün tutarlar.

Şu anda kaygı düzeyiniz ne durumda? Geleceğinizi, kariyerinizi planlarken neler düşünüyorsunuz?

Normalde ben sonraki sene nerede oynayacağımın kararını Mart ayında netleştirirdim. Ancak şu anda kafamda bazı soru işaretleri var. Asya'da kalmalı mıyım, orası benim için daha mı güvenli yoksa Avrupa'ya mı gelmeliyim? Bunun kararını vermedim ve tedirginim. Bunların ötesinde öncelikle insanız ve sağlıklı şekilde hayatımıza devam edebilecek miyiz?

Bir de tabii ki sezon öncesi hazırlığımız nasıl olacak? Ben normalde İtalya'ya gider, hem plaj voleybolu oynar hem de kuvvet antrenmanları yapardım. Hiçbir profesyonel sporcu bir-iki hafta dışında aktivitelerini tamamen durdurmaz. Aktif olarak çalışmaya devam ederiz. Ancak şu anda onu da yapamıyoruz. Evden çıkamaz duruma geldik. Neyse, biraz daha kendimize hâkim olur ve dışarı çıkmazsak eski hayatımıza geri dönebiliriz. Önce sosyal ortamımıza dönelim, sağlıklı olalım. Sonrasında duruma bakacağız.

Gezmekten, yeni kültürleri keşfetmekten, farklı ülkelerde oynamaktan hiç korkmadınız. Konfor alanımı oluşturayım ve bunun dışına çıkmayayım demediniz. Genç oyunculara vermek istediğiniz bir tavsiye var mı?

Kariyer planlamalarını yaparken tüm kararları menajerlerine bırakmamalarını tavsiye ederim. Düşünmeleri ve ne istediklerini bilmeleri mühim. Şu anda dünyanın en önemli takımlarından üçü ülkemizde ve bu takımlarda forma giymek kıymetli. Eğer burada kendilerini geliştirebileceklerini düşünüyorlarsa kalsınlar ama süre alamıyorlarsa süre alabilecekleri yerlere gitsinler. Mutlaka oyunun içinde kalsınlar. Örneğin, İtalya Ligi'nde bir sezon oynamak önemli bir tecrübedir. Burada dünyanın en iyi oyuncularının yanında bir piyon olmaktansa İtalya Ligi'nde sorumluluk alabilecekleri bir takımda oynamak daha değerli olabilir. Mesela İtalya'da bir play-off maçına çıkmak… Öyle anlarda gelişir ve deneyim kazanırsınız.

Bazı insanlar benim neden bu kadar çok kulüp değiştirdiğimle ya da Türkiye'ye dönmediğimle ilgili eleştirilerde bulunuyorlar. Ama ben farklı kültürleri öğrenmekten inanılmaz keyif alan bir insanım. Eğer voleybolcu olmasaydım mutlaka çok gezebileceğim başka bir işi yapmak isterdim. Başka ülkeleri, insanları tanımak, farklı kültürleri öğrenmek çok hoşuma gidiyor. Her gittiğim yerden bir şey öğrendim, kendimi geliştirdim, yeni çevreler edindim. Bütün bunlar benim için zenginlik demek...

Socrates Dergi