Sıfırdan

30 dk

Okan Buruk, Türkiye futbol tarihinin en ihtişamlı kariyerlerinden birine sahipti. Bununla yetinmedi ve "Sıfırdan başlıyorum" dediği yeni bir yola çıktı. Kısa bir süre sonra da zirveye…

Başakşehir Teknik Direktörü Okan Buruk ile Zoom'da buluştuk ve Elazığ'da flaş şekilde başlayıp Akhisar'da ilk kupayla taçlanan, başarılı bir Rize aktarmasının ardından İstanbul'a dördüncü şampiyonunu getiren teknik direktörlük kariyerini konuştuk.

Rekabeti en üst düzeyde yaşamış profesyoneller aktif spor yaşamını bırakınca o geçişte bocalayabiliyor. Siz nasıl karar verdiniz teknik direktörlük yapmaya?

Çevremde bu konuda kararsız çok fazla insan görüyorum. Önemli olan aslında futbolun son dönemlerinde değil, otuzundan sonra yeni kariyer planının başlamasıdır. Futbolun içinde kalacağınız bölümün inceliklerini öğrenmek önemlidir. Hatta bence bu eğitimi oynarken almak daha önemli. Saha içi performansında, teknik adamınızı ve antrenmanlarınızı anlamakta faydaları olacaktır. Ben, son senemde dönemin federasyon başkanı Mahmut Özgener ve genç milli takımlar sorumlusu Ersun Hoca (Yanal) ile konuşup genç milli takımlarda yardımcı antrenör olarak başlamak istediğimi söyledim. Almanya'da Erdal Keser ile seçme kampı vardı ve ilk antrenörlük deneyimimi orada yaşamıştım. Hatta Hakan Çalhanoğlu'nu orada takıma seçmiştik, çok güzel bir anımdır. Bir pazar günü son maçımı oynadım, pazartesi günü U15 milli takımının Lüleburgaz'daki kampına katıldım. Çok hızlı ama zor bir geçişti, çok farklı iki iş. Biz belki yakın görüyoruz, futbolcu çıksın hemen hocalık yapsın diyoruz ama öyle değil. Saha kenarında nerede duracaksın, elini nereye koyacaksın, nereye bakacaksın... Yardımcı olarak gittiğim kampta bile çok zorlandım. Hâlâ gelişiyoruz, şu anda benim için on yıl geride kaldı ama her gün yeni şeyler öğreniyorum. Futbolda hep güncelleme olacak ve antrenörlük kariyerinizin sonuna kadar güncel kalmak, araştırmacı olmak zorundasınız.

Türkiye'de iyi teknik direktör olacağına inanılan isimlerin çoğu beklentileri karşılayamadı. Sizce bunun sebebi ne? Yükselen egolar öğrenime açık kalmayı engelliyor olabilir mi? Rahat bir sınav, alınan sertifikalar ve tecrübelerden yararlanarak takım yönetimi… Böyle işlemiyor mu süreç?

Çok farklı iki iş olduğunun tekrar altını çizmek istiyorum. İyi futbolcu olabilirsiniz ama bu sizin iyi teknik direktör olmanıza pek katkı sağlamaz. Başka bir sürü unsur işin içine giriyor. En başta çalışma saatleri... Futbolcuyken tesislerde üç saat geçiriyorsanız teknik direktörken bu on saat oluyor. Çünkü sizin sorumlu olduğunuz çok fazla konu var. Takımı hem saha içinde hem de saha dışında yönetmek zorundasınız. Bunun daha medyası, taraftarı, yöneticisi, transferi, her şeyi var. Bunların kaçını iyi yönetebiliyorsunuz diye bir soru ortaya çıkıyor. Hepsinde mükemmel olan bir insan yok. Biri saha kenarında, biri antrenmanda, biri oyuncu ilişkilerinde iyidir. Biri saha dışında iyidir, biri medyaya karşı iyidir; bazısı iyi transfer yapar, bazısı hepsini yapar ama transferi beceremez... Eğer üst düzey futbolcuysanız takımın saygısı sizi ilk başta yukarı taşır ama sonrasında süreci nasıl yönettiğiniz önemli. Egolar da var tabii ki. Oyuncularla kendinizi kıyaslamaya başladığınızda kaybedersiniz ki başlarda bunu yapan çok kişi oluyor. Tamam, tecrübelerinizi alacaksınız ama antrenörlüğe sıfırdan başlayacağınızı da bileceksiniz. Siz yeni bir antrenörsünüz, yolun başındasınız. Futbolculuk kariyeriniz geçmişte kaldı.

Antrenörlük kursları tabii ki daha iyi olabilir. Sadece kurs da değil, bunun ucu çok açık, kursun da yanında birçok teknik direktörü seyredebilir, onlarla konuşabilirsiniz. Özellikle Türkiye'deki oyuncuların ellerindeki fırsatları çok iyi değerlendirmediklerini düşünüyorum. Bir sürü teknik direktör var, her hafta birini nasıl antrenman yaptırıyor diye izleseniz o kadar çok şey kazandırır ki... Türkiye'de özellikle egolar burada belli oluyor, teknik direktörleri beğenmeme durumu ortaya çıkıyor.

Elazığspor'un başına geçtiğinizde Pro Lisans'ınız yoktu, kulübede eşofmanlarla yer alıyordunuz. Her ne kadar mutlu sonla bitmese de takımın mücadelesi akıllarda kaldı. Bugün o tercih size nasıl bir deneyim bıraktı?

Aslında bir yaz önce Pro Lisans kursuna gidecektim ama milli takım kampıyla aynı tarihe denk geldiği için kursa katılamamıştım. A lisans ile devam ediyordum ve milli takımda Abdullah Avcı ile beraber çalışıyorduk. Abdullah Hoca ile konuştum ve tek başıma çalışmak istediğimi söyleyip beklemeye başladım. Teklif Elazığ'dan geldi. Önceki röportajımızda da söylemiştim, ben hayatımda sadece İstanbul ve Milano'da yaşamıştım, Barselona'daki El Clasico maçını izlerken bir anda bu telefon geldi ve sonraki süreçte ailemi bırakıp Elazığ'a gittim. Yeni bir yola çıkmak istiyordum ve İstanbul'dan bir takımı hemen "Al senin olsun" diye vermeyeceklerdi, bir yerden başlamam gerekiyordu. Sonrasında Elazığ şehrinin insanını da çok sevdim. Takımın ligdeki durumu çok iyi değildi, beş maç üst üste kaybetmişlerdi. Devre arası takviyelerle o kadroyu daha yukarı taşıyabiliriz diye bir planlama yaptık. Çok da yol kat ettik ama sonunu getiremedik. Gerçekten bizim için her anlamda iyi bir başlangıçtı, ekibimin oluşmasına vesile olmuştu, buralara kadar İrfan Hoca (Saraloğlu) ve Tomas Hoca (Stjepan) ile uzun yıllar, gelişe gelişe geldik. Dolayısıyla mühim bir tecrübeydi. Başladıktan sonra üç-dört maç kaybedince görevime son verilseydi, işler bambaşka bir yöne gidebilirdi.

O çıkış Gaziantepspor'da devam etti ama asıl Akhisar'daki başarınız normalin dışındaydı. Son dokuz maçta yedi galibiyet aldınız ki sonraki sezon daha da önemliydi. Türkiye'de sezon ortasında devraldığı takımla başarılı olan hocalara aşinayız ama yazdan sonra genelde transfer politikası, takım mühendisliği, kamp gibi bir yerlerde işler yolunda gitmez. Siz o takımı kupaya götürdünüz. Fark yaratan bir teknik adam olarak öne çıkmıştınız. O farkı nasıl tarif edersiniz?

Biraz dezavantajı da oldu o maceranın. Herkes çok iyi oynayınca o takımı elde tutamadık. Yeni bir yıl, yeni yapılanma ve ortada bir bütçe yok. Akhisar'da başkanın normalin dışında bir eli sıkılığı vardı, kolay kolay oyuncu getiremiyorduk. Fırsat kolladık ve araştırma yaptık. Tabii Türkiye Kupası kazanmak böyle bir kulüp için gerçekten mucize. Sonuçta bu tarz kulüplerin ligdeki esas amacı kümede kalmak oluyor. Yine de sonu benim için çok güzel bitmedi. Çalıştığım tüm kulüplerdeki başkanlarla hatta herkesle görüşürüz ama Akhisar'dan kimseyle görüşmüyorum. Ayrıldığım dönemde öyle bir karar almıştım. Hiçbir başarı cezasız kalmaz denir ya, orada bunu yaşadım. Oradaki en büyük hayalim Avrupa Ligi'ne Akhisar Teknik Direktörü olarak çıkmaktı, bunu yapamadım. Bu beni çok kırdı. O başarılı sezonun ardından takımsız kaldım. Görüşmeler uzamış, diğer takımlar diğer hocalarla anlaşmıştı. Ben nasıl Akhisar'la anlaşırım derken ortada kaldım öyle.

Akhisar'da ekibimle birlikte profesyonel çalıştığımızı düşünüyorum. Antrenmanlarda, saha içi ve dışında gösterdiklerimiz, oyuncu seçimlerimiz ve taktiksel değişikliklerle birlikte öyle bir kadroyla bu başarıya ulaşabilmek büyük özgüven de kazandırmıştı. Bir sonraki Rizespor performansında da buna benzer şeyler yaşadık. Şunun altını çizeceğim, Rize'deki çıkışımızı bunun devamı olarak görüyorum. Akhisar'da başlayan serüven, Rize'de sürdü. Transfer dönemini doğru geçirdik, oyuncu seçmek buralarda çok önem arz ediyor.

Bir teknik direktör için en önemli şey stada taraftar getirebilmektir. Bu bazen galibiyetlerden, kupalardan, büyük takımı yenmekten çok daha önemli. Bir şehre tekrardan futbol havasını getirebilmek başka bir şey. Okan Buruk ve ekibi, gittikleri takımda iyi işler yapabiliyor ve oynattığı oyun aslında büyük takımların şampiyonluklara oynadığı oyun dedirtebilmek bizim için çok önemliydi. Özellikle Rize'deki ikinci devrede büyük takım oyununu izlettiğimizi düşünüyorum.

Muriqi, Melnjak, Cikalleshi, Jahovic, Seleznyov ve Crivelli gibi oyuncuların sizinle birlikte değişimlerini gördük. Hepsi toplu ve topsuz oyunda gelişti, birçoğu transfer yaptı. Keza Demba Ba'nın bu sene oyuna katkısı Beşiktaş'taki salt gol katkısının üzerine çıktı. Buradaki sırrınız ne?

Futbolda o kadar çok versiyon ve ihtimal söz konusu ki bizim istediklerimizin yanında oyunculara da özgürlük tanımak gerekiyor. Ben oyuncularımı kendi kurallarımız dahilinde özgür bırakan biriyim. Performanslarını en yukarıya çekmeleri için onlara güven veren bir anlayışa sahibim. İyi ya da kötü oynasınlar hiç fark etmez, onları desteklerim. Saha içi çalışmaları tabii ki çok yapıyoruz. Özellikle forvet oyuncuları için buna ekstra eğiliyoruz. Mesela bazen Seleznyov'a kızıyorduk çok fazla çalışıyor diye. Her antrenmandan sonra ekstra yapmak istiyordu, maça yakın tarihte biz durdurmaya çalışıyorduk. Oyuncuların çalışmaya açık olması önemli. Onlar almaya, biz de vermeye açığız. Bunlar bizim ofansif, rakip kalede hızlı oynayan, bol pozisyona giren felsefemizle birleşince, üstlendikleri roller daha da önem kazanıyor. Bu saydığınız oyuncular da hem kişilik hem çalışma anlamında bunu kullanan oyuncular. İstediler ve üzerine koyarak gittiler. Bugün Vedat'ın İtalya'ya transferi konuşuluyor. Ben geçen yıl Rizespor'dayken onu Toulouse istemişti. Bana sordular, 10 milyon euro dedim. Toulouse çok bulmuştu ama şu anki seviyesini görüyorsunuz, 15-18 arası paralar konuşuluyor. Bu tarz oyuncuları yukarı çekmek, o cevheri ortaya çıkarmak bir teknik adam için motive edici. İnsana işini daha çok sevdiriyor.

Başakşehir'e gelirsek... Kulüp son yıllarda yıpratıcı sonlarla karşılaşmıştı, kadro yaşlanmıştı ve Abdullah Avcı'nın gidişiyle birlikte epeydir devam eden düzen de değişecekti. Düşüşe geçmesi beklenen bir takımın başına çıkıştaki bir teknik direktör geçiyordu. Riskli bir tercihti, siz şampiyonluk gibi bir hedef belirlemiş miydiniz gerçekten?

Futbolculuk kariyerimi burada bitirmiştim, zaten iyi ilişkiler içerisinde olduğum bir kulüptü. Hatta Göksel Başkan (Gümüşdağ), Abdullah Hoca'yla birlikte otururken şaka yollu "Hoca bırakmıyor ki seni alalım" derdi. Abdullah Hoca'nın Beşiktaş'a gidişinin ardından şartlar gelişti ve takımın başına geçtim. Gerçekten de o dönemde gazetelere bakıldığında herkes her gün bir oyuncumuzu alıyordu, sanki Başakşehir bitmiş de küme düşmemeye oynayacakmış görüntüsü çizildi. Biz kulüpte bunun tam tersini konuştuk hep. Hedefimiz öncelikle Şampiyonlar Ligi'ne girmekti ama olmadı. Akabinde ligde şampiyon olma hedefi devam ediyor dedik. Kötü bir başlangıç yaptık aslında, oyun olarak da kadro olarak da. Transferde özellikle de stoper bölgesinde geciktik, bu da bizi sezon başı zorladı. Üstüne Mahmut sakatlanıp İrfan kırmızı kart gördü. İlk iki maçı kaybettik ama benim düşüncelerim değişmedi. Üçüncü hafta Ankara'daki Gençlerbirliği maçının devre arasına 1-0 mağlup girdik, bir tek orada "Herhalde bu iş olmayacak" diye düşünmeye başlamıştım ki maçı çevirip 2-1 kazandık. Bu maçla birlikte bizim için hakikaten yeni bir hava başladı. Transferin son günleriydi, Martin Skrtel ve Mehmet Topal gibi takviyelerle kadromuzu tamamladık ve o bölümden sonra şampiyonluk hedefine doğru yürüyüşe başladık.

Söylediğinize şu açıdan katılıyorum, kaybedilen şampiyonlukların ardından sezon başında psikolojik anlamda çökmüş bir takım vardı. Tekrar o yarışın içerisinde olmanın zor olacağını biliyorduk ama hem oyunumuz hem de oyuncularımız gelişti. Demba Ba mesela, sezonun ilk yarısında kulübeden gelen oyuncuydu ama sonra gösterdiği performansla formayı aldı. Oyun sistemimizi zaman zaman değiştirdik, altı-yedi maç 4-4-2 ile çıktık, çok iyi sonuçlar aldık; sonra 4-3-3'e döndük, yine iyi sonuçlar aldık. Hep üstüne koyarak gittik. Bir yandan Avrupa'da da yolumuza devam ediyorduk. Çok yorulduğumuz bir dönemde de pandemi arası girdi. İnsanlar salgının bize seyircisiz oynama anlamında yaradığını düşünüyor ama bize asıl etkisi o yorgunluğu dindirmesi oldu. Ben kafamda puan durumları oluşturuyordum, kaçıncı hafta nerede olursak şampiyonluk şansımız var diye hesaplıyordum, her şey planladığımız gibi gitti.

Başakşehir bu sene birden fazla tarzda oyunu oynayabilen sayılı takımların başında geliyor. Yeri geldiğinde topu bırakıp yüzde 35-40 ile rakibi beklediniz, yeri geldiğinde yüzde 60'lar ile sete oturdunuz. Çok da genç olmayan bir kadro ile bu esnekliği nasıl sağladınız?

Bazen maç başı dizilişlerde farklılıklar gösterdik. Bazen ise oyun çıkmıyor, rakibe bazı yerlerde açık veriyorsunuz, onların üstün oldukları yerler oluyor, oyun içerisinde değişiklikler yapmanız gerekiyor. Bu geçişleri çok çabuk yaptık, pandemi arasını da antrenman olarak çok iyi geçirdik, yaş ortalaması en yüksek takım olarak belki en az sakatlık yaşayan takımdık, burada teknik ekibin hazırlıkları kadar oyuncuların profesyonelliği de ön plana çıktı. Bunun dışında fiziksel ve taktiksel olarak akıllı da oyuncularımızın olduğunu düşünüyorum, taktiksel değişimlere çabuk uyum gösterdiler. Tabii ki hem antrenmanda hem dışarıda videolarla oyuncularımıza devamlı göstermeye çalışıyorduk; iki sistem, üç sistem üzerinden neyi iyi, neyi kötü yaptığımızı paylaşıyorduk ama bu adaptasyon kolay bir şey değil. Maç maç, maç içi, ilk yarı-ikinci yarı, bazen öne geçtikten sonra, bazen 4-4-2, bazen 4-3-3… Oyun zekâsından sıkça bahsedilir ama futbolda işte bu taktiksel zekâ da çok önemlidir. Bu tür oyuncularla çalışmak fark yaratır.

Bunca değişkenin arasında, Okan Buruk deyince zihnimizde ne canlanmalı?

Ben özellikle rakip sahada oynamak isteyen, baskı yapan, önde mücadele eden, topu hızlıca geri kazanan bir takım olmamızı istiyorum. Oyunu önde oynamak için stoperlerinizin hızlı ve hamleli olması, orta sahalarınızın da topu geri kazanan, tackle'ı yüksek oyuncular olması gerekiyor. Bizim mesela ligin en az tackle yapan oyuncularından kurulu bir orta sahamız var. Bunu değiştirmeye çalışabiliriz ama oyuncu karakteri burada önem kazanıyor. Belki bir takımın başında üç sene bulunduğunuzda o süre içerisinde oraya katacağınız oyuncularla bir oyun formatını tam olarak oturtma şansınız olabiliyor ama ilk geldiğinizde bu kadrodan hangi oyunla yararlanabiliriz diye düşünüp onun üzerinde çalışmanız gerekir. Mesela bizim takımın karakterinde özellikle öne geçtikten sonra geriye yaslanmak var, bunu zaman zaman önceki yıllara bağlıyorum. Takım olarak topun arkasına geçen, topu geri kazanmaya çalışmayan bir takım olduğunuzda bu sefer rakibin hata yapmasını bekliyorsunuz. İlk yarının sonunda ben bazen rakibe çok fazla şut atma şansı verdiğimizi düşünüyordum. Sonra ilk yarı verilerinde şu çıktı; rakibe en az net pozisyon veren takımdık ama uzaktan şuta izin veren bir takımdık aslında. Bu da benim istediğim bir şey değildi ama dediğim gibi oyuncuları, oyun karakterlerini, oyun alışkanlıklarını bazen değiştirmekte zorlanıyorsunuz. Benim için geriden oyun kurmak mühim ama ben oyunu pas için geriden kurmuyorum, pası aslında orada rakibi provoke etmek için kullanmak isteyen bir teknik direktörüm. Onu provoke ettikten sonra ben bir an önce rakip kaleye gidebiliyorsam geriden oyun kurmanın anlamı oluyor.

Başakşehir bu sene hiçbir veride birinci olmasa da çoğu olumlu başlıkta ilk beş içerisinde yer alıyor. Takımın fark yaratan özelliği her şeyi belirli bir seviyenin üzerinde yapabilmesi mi?

Tabii bu verileri ligin dinamikleri de çok değiştirebiliyor. Mesela Trabzonspor için sürekli "Öne geçtikten sonra en çok puan kaybeden takım" dediler ama kimse Trabzonspor kaç maçta öne geçti, diğer takımlar kaç maçta diye sormadı. Bunları doğru anlatmak gerekiyor. 1-0 öne geçtikten sonra genelde ligimizde top daha çok rakipte oluyor, hangi maç ne kadar önde oynadınız, bu önde oynadığınız dakikalarda top ne kadar rakipteydi, ne kadar sizdeydi, bunlar çok değişkenlik gösteriyor. Ama doğru söylediniz, biz birçok şeyi ilk üçün, beşin içerisinde yaptık. En çok gol atan ikinci takımdık, en az gol yiyen takımdık, rakip ceza sahasında topla buluşmada ilk beşin içerisindeydik, topla oynamada keza öyle... Aslında bir önceki sene topla en çok oynayan ama çok az gol atan bir takımken, şimdi topla oynama oranı daha düşük ama daha çok pozisyona giren, gol atan bir takım oluşturduk. Takımım için burada önemsediğim konu rakip ceza sahasındaki topla buluşmalarımız. Demin söylediğiniz gibi biz hızlı hücumla da çok gol atmışız, set hücumuyla da çok gol atmışız, duran toptan da çok gol atmışız, duran toptan en az gol yiyen takım olmuşuz… Tek oyunun takımı değiliz, hepsinden oyun içerisinde yararlanabilen, bütün gol varyasyonlarını kullanabilen bir takımız. En az tackle yapan ve orta sahada ikili mücadeleleri en az kazanan takımlardan biriydik. Topu geri kazanma süremiz de benim istediğim seviyede değil, bunların üzerinde duruyorum şu anda.

Galiba size bir Okan-Suat-Emre lazım.

Onları da bulamayız işte bir daha…

Son dönemde Bayern Münih'in başarısında Hansi Flick'in oyuncu iletişiminin kuvvetli olması öne çıkarıldı. Nagelsmann da teknik direktörlüğün yüzde yetmişi oyuncu iletişimidir diye bir not düşmüştü…

Kesinlikle doğru.

Üst üste yakın şekilde kaybedilen şampiyonlukların psikolojik etkisi başınıza iş açamaz mıydı?

Şu da var mesela. Takımda çok sayıda elit oyuncu var ve bir tane 11 çıkacak. Herkesi psikolojik olarak hazır tutabilmek farklı bir yetenek gerektiriyor. Böyle bir kadroya sahipseniz, teknik ekibin oyuncularla iletişimi ve onları saha dışında hazırlaması daha fazla ön plana çıkıyor. Bir de dediğiniz gibi üç senedir şampiyonluk yarışının içerisinde olan ve özellikle son sene sekiz puan öndeyken şampiyonluğu kaybetmiş bir takım, kolayca "Tekrar kaybedecek miyiz?" duygusuna kapılabilir. Örneğin takımımızın büyük maçlardaki performansının diğer maçlardan biraz daha düşük olduğunun altını çizmem gerekiyor. Bunda biraz da özgüven ya da önceki yıllardan gelen 'ön plan' eksikliği rol oynuyor. Seyircili bir takıma karşı deplasmana gittiğimizde oyun ve performans olarak düşüşte olduğumuzu gördüm. Ama pandemi arasından sonra bende ve oyuncularımda "Biz çok iyi hazırlandık, antrenmanlarımız çok iyi geçti, bu sene şampiyon olacağız" hissi çok kuvvetlendi. Bunun yanında kulübün tutumu da çok önemliydi. Tüm dünyada maaş indirimleri konuşulurken bizim kulübümüz oyunculara karşı yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirdi ve "Siz şampiyon olun, başka bir şey düşünmeyin" mesajı verdi. Bir de önceki sezona oranla daha iyi ve geniş bir kadromuz vardı. Örneğin o yıl Epureanu'nun sakatlığı ve Da Costa'nın gidişiyle stoper mevkiinde büyük zorluklar yaşanmıştı.

Madalyonun diğer yüzüne bakıldığında, takımın şampiyonluğa odaklı kurulmuş ancak artık yaşça ilerlemiş bir iskeleti var. Şampiyonluk alındı, gençlerin de artık yeri olacak mı?

Geçen sene bir adım attık biz buna dair. Enzo Crivelli, Ponck, Berkay, Azubuike gibi 1995 ve üzeri doğumlu oyuncuları kadromuza katarak geleceğin planlamasını da yaptık. Bu transfer döneminde Berkay'ın ve Azubuike'nin bonservislerini aldık. Elia ve Robinho ile yollarımızı ayırdık. Yaş ortalaması da biraz düştü. Şu an alacağımız oyuncular bizim için önem kazanıyor. İstediğimiz, 22-24 yaş aralığında oyuncular var. Kiralık giden oyuncularımıza da bakacağız kamp döneminde, beğenirsek kadroda tutacağız.

Biraz daha gençleşeceğiz bu sene fakat bir yandan da yarışmamız gerekiyor, her şeyin gençleşmek olduğuna da inanmıyorum. Bu takımda da bunu gördüm. Geçen sezona bir bakalım. Clichy, Epureanu, Skrtel ve Demba Ba'nın yaşları çok yüksek ama bunlar bütün maçları oynayan, kendilerini hazır tutan ve ekstra çalışma yapan oyunculardı. Bazen yirmi yaşında bir oyuncu tembel olabiliyor. Yaş önemli, gelecek planlamaları önemli ama oyuncunun profesyonellik yaşı kaç, ben asıl ona bakıyorum. Edin Visca mesela bu profesyonelliğe en büyük örneklerden biri.

Planlama yapıyoruz dediniz, malum yabancı sınırı yine değişti. Sürekli tartışılan, değişen, yarını belirsiz bu konuyla ilgili görüşünüz nedir? İki-üç senelik planlar yapmak daha da zahmetli hale geldi.

Türk futbolundaki kararsızlıklar, verilen yanlış ve günlük kararlar… Sıkıntımız bu aslında. Hangi kararın neden alındığını hiç bilmiyoruz. Değişecek mi, uygulanacak mı... Bu belirsizlikler gerçekten Türk futboluna büyük zarar veriyor. Bu sene 21 takımla oynama kararı alındı. Kocaman bir sürpriz hepimiz için. Lig bir anda kırk maça çıktı, takvim bile oturmuyor. Yine bir anda yabancı kuralı değişti, sonra tekrar değişti. Bir yıl sonra ne olacağı belli değil, yine değişebilir. Böyle bir ortamda ben ne söyleyebilirim ki? Ana sorunumuzun ne olduğunu hepimiz biliyoruz: Oyuncu yetiştirememek ve geliştirememek. Yetişen oyuncu zaten gelip oynuyor. Genç oyuncuyu oynatmak ayrıca hepimizi mutlu ve motive eder. Ama bazen şöyle bir şey oluyor ve dışarıdaki insanlar bunu çok anlayamıyor: Altyapıdan oyuncular çıkartmak önemli ama eğer takımınızın seviyesinde değilse bu bırakın ilk 11'de oynatmayı, antrenmanın verimini bile düşürüyor. İlk 11'e altyapıdan bir-iki oyuncu deniyor ama bunun dünyada bir örneği olmadığını düşünüyorum. Özellikle bizim gibi üst seviye liglerde bunun olması imkânsız. Yani Türk futbolu adına çok yanlış bir karar bana kalırsa. Bir oyuncuyu oynatma zorunluluğu kararı inanılacak gibi değil, gerçekten böylesi bir kararın nasıl alındığına, hangi aklın böyle bir karar almış olabileceğine inanamıyorum. İnanamadığınız bir şeyi uygulamak da çok zor olacak. Altyapıdan yetişme futbolcu oynatan takımlara teşvikler koyulursa bu doğru olacak. Gerçi yetiştirdikten sonra da oynatacak lig yok. İkinci takımların liglere alınması tek yol. Onun dışında yetiştiricilik önemli. Büyük statlar yapıyoruz ama çoğu takımın tesisi yok. Biz tesisimizin, yetiştiricimizin olmadığı yerde, yabancıyı istediğimiz kadar yasaklayalım. Bu sefer futbolumuzun kalitesi düşecek. Mantıklı kararlar almak gerekiyor. Türk futbolu için karar alanların sanki biraz daha etraflıca düşünmesi gerekli.

Yürürlükteki yabancı kuralı ilk çıktığında içinde yerli teşvik sistemi de vardı, uygulanmadı... Kulüpler uygulanmasını istemedi, uygulanmadı.

Kulüplerin her istediğini yapınca da iş farklı bir yere gidiyor. Kulüplere dayalı düzenin değişmesi gerekiyor.

Futbolcuların ve teknik direktörlerin bu kararlarda daha fazla söz sahibi olması gerekmez mi? Biraz aslında yönetenlerin de değişmesi gerekir mi acaba?

Aslında Türkiye Futbol Federasyonu'nun içinde Şenol Güneş gibi hem kulüp hem milli takım çalıştırmış çok önemli bir isim var. Burada Şenol Hoca'nın bence daha çok sorumluluk alması ya da ona daha çok sorumluluk verilmesi gerekiyor. Hamit Altıntop gibi gerçekten hem Türkiye'de hem Avrupa'da hem de Milli Takım'da oynamış bir isim var. Bu tür isimlerin federasyon içinde, yönetim kurulunda daha fazla yer alması gerekiyor. Yer almaktan çok, onlara daha çok sorumluluk verilmesi gerekiyor.

Çok yakında kırk haftalık lig başlıyor. Siz geçen Temmuz'dan beri maç yapıyorsunuz. Nasıl bir kondisyon ve hazırlık planıyla yola çıkacaksınız?

Biz Avrupa Ligi de olduğu için sezonu diğer takımlardan on gün daha geç bitirdik ve çalışmalara da on gün daha geç başladık. Şimdi sekiz buçuk ay hiç durmadan ligi bitireceğiz. Oyunculara verebileceğim maksimum tatili verdim çünkü psikolojik ve fiziksel olarak yenilenmeleri gerekiyordu. Ama maksimum dediğim, 14-15 günlük bir izindi. Bu aslında ocak ayındaki aralara benzedi. Bu kısa sürede oyuncularımız formlarından çok büyük şeyler kaybetmiyor ama onları tekrardan bu uzun tempoya alıştırmak gerekiyor. Liglerin başlama tarihi 11 Eylül. Şansımız, Şampiyonlar Ligi'ne direkt katıldığımız için öncesinde maç oynamayacak olmamız. Grup maçları da dördüncü haftadan sonra başlıyor. Yani ilk dört hafta da aslında hazırlanma sürecinin devamı gibi olacak. Sonrasında haftada iki maç yapacağımız zor bir sene bizi bekliyor, doğru kadro kurmamız gerekiyor. Sezon içinde de oyuncularımızı dinlendirerek ilerlememiz lazım.

Süper zengin kulüplerin etkisiyle Şampiyonlar Ligi, daha düşük bütçeli takımların varlık göstermekte zorlandığı bir arenaya dönüştü. Ama geçen yıl Ajax'ın, bu sene Atalanta'nın maceraları, bir yandan arkasında önemli bir maddi destek olsa da farklı bir mantalite ile yürüyen Leipzig'in başarısı var.

Atalanta üçlü savunmayı farklı yorumlayan bir takım. Savunmayı rakipleriyle adam adama oynatıp orta sahaya, belki orta sahanın önüne kadar çıkartan, gezdiren çok farklı bir oyun... Zaman zaman 3-5-2 zaman zaman 3-4-1-2 oynuyorlar. Ama hem rakibe baskı yapan hem çok kişiyle hücum eden bir takım ve İtalya Ligi'nin gol rekorunu kırdılar. Martin Skrtel sezon başı oradaydı biliyorsunuz, bize oradan geldi. Hem her gün yaklaşık iki saati geçen antrenman hem de oyun anlayışı… Yapamamış orada. Martin'den orta sahanın önüne kadar rakibi takip etmesi istenmiş, o da yapısına uygun olmayan bu sistemde zorluk çekmiş. Buna uygun oyuncular bulmak gerekiyor.

Sistemler çok önemli, sistemler içerisinde bir şeyler oluşturabiliyorsunuz ama bizim gibi takımlar için en önemli şey oyuncu alabilme gücü. Bu güç şu anda Türkiye'deki hiçbir takımda yok. Biz iki-üç milyon euro'luk transferlerin ardından çok para harcadık diyoruz, Avrupa'da ise iki basamaklı sayılar artık sıradanlaştı, üç basamaklı sayıları verebilen takımlar var. Haliyle Şampiyonlar Ligi'nde de son 8'den itibaren aynı takımları görüyoruz. Bu sene Leipzig ve Atalanta'nın çıkışları var, kendi ligleri de çok iyi seviyede ve Şampiyonlar Ligi'ndeki başarıları da yerel ligdeki başarılarıyla ilişkili. Dediğim gibi alım güçleri de var bu takımların. Bizim bu anlamda bilhassa kur nedeniyle işimiz daha zor. Beğendiğimiz oyuncular oluyor ama çok zor onları almak. Biz daha çok fırsat transferi kovalıyoruz. Kiralık, sözleşmesi bitmiş ya da düşük bonservisli oyunculara yöneliyoruz. O yüzden transferlerimiz de biraz gecikiyor.

Eskiden Türkiye Ligi için 'altıncı büyük lig' denirdi. Ülkenin ve kulüplerin ekonomisi böyleyken Türk futbolu bu seviyeden gitgide uzaklaşır mı sizce? Bir kaosa mı sürükleniyoruz?

Özellikle yeni alınan yabancı kuralı uygulanırsa direkt olarak altıncı lig olmaktan uzaklaşacağımızı, kalitemizin daha da düşeceğini ve iyice küçüleceğimizi düşünüyorum. Yayıncı bulmak daha da zorlaşacak. İyi oyuncular getiremediğiniz sürece yurtdışındaki yatırımcıların da buraya bakışı değişecek. Zaten her geçen gün bir şeyler azaltılıyor, döviz kurları düşürülüyor. Bu iş her geçen gün zorlaşıyor. Bir de yabancı sayısını düşürürsek durum daha da kötüye gider. Romanya ya da Macaristan gibi kararlar alırsak sonumuz da Romanya, Macaristan ligleri gibi olur.

Son olarak, sizin kariyerinizin nasıl seyretmesini beklemeliyiz? Avrupa?

Bu yıl benim için çok mühim. Aslında birinci önemli yılı bitirdim kendim için. İlk kez şampiyonluk hedefi olan bir takımı çalıştırdım ve şampiyonluğa ulaştık. Bu aşamayı başarıyla tamamladım. İkinci aşama, Şampiyonlar Ligi arenası olacak. Bir Türk teknik direktör olarak Avrupa'da görev almayı çok istiyorum. Bunun için de Şampiyonlar Ligi'nde göstereceğimiz performans büyük önem arz ediyor. Tabii dördüncü torbadan katılacağız, ilk üç torbadan kimler gelecek, soru işareti. Benim için de sahne alma şansı olacak. Ama ligi de ikinci kez kazanan takım ve teknik direktör olmak istiyorum.

Socrates Dergi