
Sıfırdan Zirveye
18 dk
Bir okul, doğru eğitimciler ve ardı ardına gelen madalyalar… Türkiye'yi para masa tenisinde sıfırdan zirveye çıkaran jenerasyonun iki önemli ismi Abdullah Öztürk ve Nesim Turan, Socrates'e konuştu.
Hikâye, Abdullah Öztürk ve Nesim Turan'ın Ankara'da Doğan Çağlar Bedensel Engelliler Ortaokulu'na kaydolması ile başladı. İlhami Kılınçkaya'nın okulu ziyaret etmesiyle daha da anlam kazandı. Çalışma, azim, adanmışlık, inat ve beraberinde gelen sayısız madalya ile devam etti. Türkiye, 2010 yılında Güney Kore'de düzenlenen Dünya Para Masa Tenisi Şampiyonası'ndaki takım mücadelesinde ilk madalyasını aldı. Bunu, bireyselde gelen altın madalyalar takip etti. Abdullah Öztürk 2016 Rio ve 2020 Tokyo Paralimpik Oyunları'nda altın madalya kazandı. Nesim Turan ise son iki dünya şampiyonasından altınla döndü. Dünyaca ünlü iki sporcuyu, Ankara'dan İstanbul'a yaptıkları seyahatte yakaladık ve Socrates ofisinde misafir ettik. Kayıt tuşuna basmayı da ihmal etmedik tabii…
Taze bir konuyla başlayalım… Rio'da altın ve bronz madalya alarak Tokyo'ya gittiniz. Bu, üzerinizde baskı oluşturdu mu?
Abdullah Öztürk: Açık konuşmak gerekirse biraz baskı oluşturdu. Ancak bu seviyelerde mücadele eden sporcularsak, o baskının üstesinden gelmemiz gerekiyor. Ben de bu baskıyı çok antrenman yaparak en aza indirdim. Tabii bir yandan da kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemiyorsun. Müsabakalar başladıktan sonra maç maç düşününce ve o maçların her birini geçmeye başlayınca stres de baskı da giderek azalıyor. Bir de 16 yıldır bu sporu yaptığımız için artık epey profesyonel bir mantaliteye kavuştuk. Müsabaka dönemlerinde biraz daha yalnız kalmaya, stresten uzak durmaya çalışıyoruz.
Nesim Turan: Muazzam bir ekibiz. Abdullah ve ben aynı kategoride yarışıyoruz yani aynı zamanda rakibiz. Son iki dünya şampiyonu benim, son iki paralimpik oyunları şampiyonu da Abdullah. Böyle bir ortamda antrenman yapıyoruz. Bu da ister istemez bize çok şey katıyor. 2018 Dünya Şampiyonası'nda ve 2019 Avrupa Şampiyonası'nda Abdullah ile final oynadık. Bu, Türk spor tarihine geçen muazzam bir başarıydı.
Baskı konusuna gelirsek… Son iki dünya şampiyonasını da kazanınca haliyle bir stres oluyor. Bir de pandemi gibi bir durum vardı. Ne ile karşılaşacağımız belli değildi. Dört yılın emeği de var. Tokyo'da altın madalya almaktan ziyade hedefimiz final oynamaktı tabii ki. Benim adıma olmadı. Umarım bu kez Paris'te olur.
Tokyo'daki erteleme ile ilgili bazı sporcular "Daha iyi hazırlandık" derken, bu gecikmeden rahatsızlık duyanlar da az değildi. Siz hangi taraftasınız?
AÖ: Benim açımdan kötü oldu çünkü biz mart ayına kadar çok sıkı çalışmıştık. Ayın ortalarında bir anda "2020 Tokyo Paralimpik bir yıl ertelendi" dediler. Bir anda her şeyi bırakmak zorunda kaldık. Pandemi sürecinde herkes eve kapandı, eskisi gibi antrenman yapılamadı. Rakiplerimiz de aynı durumdaydı belki ama bence bir sporcunun en büyük şanssızlığı spor salonunda antrenman yapamıyor oluşudur. Ona rağmen ertesi yıl için yine çok çalıştık. Tabii pandemiden dolayı aradaki turnuvalar oynanmadı. Sadece 2020 Tokyo Paralimpik Oyunları oynandı.
Kamplarda ailelerimizi göremeden, oda arkadaşlarımızla sohbet edemeden hazırlandık. Tokyo'ya giderken son akşam hepimizin ailesi geldi. Annem ve babamla 15 metre öteden vedalaşmak zorunda kaldım. Bu sıkıntıları yaşadık ama sonu madalyayla bitti. Fedakârlığın karşılığını da altın madalyayla aldım.

"Pandemide çok sıkıntı yaşadık ama karşılığını altın madalya kazanarak aldım." -Abdullah Öztürk
Yarı final ve final maçlarına çıkmadan önce rutininiz nasıl oluyor? Hazırlık süreciniz diğer maçlarla aynı mı?
AÖ: Benim için en zor maçlar çeyrek ve yarı finaller oluyor. Finaller daha kolay çünkü zaten madalya kazanmış olmanın rahatlığıyla oynuyorum. Zaten finale çıktıysam genelde kazanıyorum da.
NT: Finalde benimle oynamıyorsa kolay oluyor! (Gülüyorlar.)
AÖ: Doğru, Nesim'le oynayınca biraz daha stresli oluyorum… Tabii final maçından önceki gece sabaha kadar uyuyamıyorsun, o bir klasik artık. Herkesin gözü o anda, maç saatini bekliyor. Tokyo'da final öğleden sonraydı. O sabah uyandığımda telefonumu açtım. Her yerde 30 Ağustos Zafer Bayramı görselleri var. Hedefe kilitlenip günleri bile karıştırmışım. Zaman kavramı ortadan kalkıyor. Hatta Nesim'e, "Bugün 30 Ağustos, benim kesin şampiyon olmam lazım" dedim. Bu da ayrı bir baskı oluşturmuştu mesela...
Biriniz final, biriniz ise yarı final gördünüz… O maçları anlatabilir misiniz?
AÖ: Final için, 2016 Rio'daki final maçında giydiğim formayı çıkardım. Uğur getirsin diye onu giyecektim. Forma üzerime biraz dar oldu ama giydim ve final maçına çıktım. Finaldeki rakibim de bir buçuk yıl önce beni 3-0 yenmişti. Açıkçası bana biraz ters geliyordu. Sabırlı oynarsam kazanacağımı biliyordum.
İlk önce 1-0 geriye düştüm. Kenara geldiğimde hoca bana "Sakin ol!" dedi. Ben de ona dönüp "Hocam ben sakinim zaten, alacağım bu maçı!" dedim. Üzerimde gerçekten anlamsız bir rahatlık vardı. Oradan çevirip 3-1 kazandım. Kafilenin yarısı ağlamaya başladı. Onları görünce tabii ben de ağladım. Oraya katılmak, madalya çıkarabilmek… Bunlar çok kıymetli duygular.
NT: Yarı final maçında benim üzerimde ekstra bir stres vardı çünkü kariyerimdeki tek eksik paralimpik altın madalyasıydı. Paralimpik altın madalyası keyfinin çok başka olduğunu bildiğim için çok istiyordum. Onun getirdiği gerginlikle birlikte odaklanmaya çalıştım. Benim en stresli maçlarım hep madalyayı garantileme maçlarım olur. Bu anlar ağır bir yük ve baskı bindiriyor üzerime.
Bazen maç içinde kendi oyunumun dışına çıkıp bambaşka bir kimliğe bürünüyorum. İşin doğrusu çeyrek finallerden sonra benim için iş daha zor bir hal alıyor. Bir de on yıldır sürekli kürsüde olduğumuz için bu kez orada olamama korkusu ortaya çıkıyor.
Masa tenisinde rakibi analiz etmenin de çok önemli olduğunu duyarız hep…
NT: Elbette önemli konulardan bir tanesi. Birkaç saniyelik konsantrasyon kaybında işler tersine dönebiliyor. Böyle dezavantajlı durumlarda o analizlere çok ihtiyaç oluyor. Oralarda rakibin atacağı adımı bilmek ya da en azından biraz daha tutarlı tahminler yapmak çok işe yarıyor. Yenildiğimiz her maçtan sonra rakibi analiz etmek için o maçı izleriz. Hatta eskiden maça giderken sırt çantamızda tripod ve kamera taşır, her maçı kaydederdik. Şimdi tabii maçlar başka türlü kaydediliyor ve biz de bizim için önemli olanları izliyoruz.
Kaseti en başa saralım… Masa tenisine nasıl başladınız?
NT: Ben Ağrı'ya 30 kilometre uzaklıkta bulunan bir köyde dünyaya geldim. Doğum öncesi verilen yanlış bir hap yüzünden bedensel engelli olarak doğdum. Belli bir yaşa geldikten sonra tek başıma bir birey olduğumu en başta aileme ispatlamam gerekiyordu. Çünkü engelli çocuğu olan her aile, "Biz öldükten sonra acaba çocuğumuza ne olacak?" şeklinde bir korkuya kapılıyor. Profesyonel sporculuk bu konuda da çok büyük kolaylık sağladı.
12-13 yaşlarında, Ankara'da Doğan Çağlar Bedensel Engelliler Ortaokulu diye bir okul olduğunu öğrendim. Bu bir devlet okuluydu ve sadece bedensel engellilere eğitim veriyordu. Ağrı, altı ay karın altında olan bir şehir. Bir gün babamın sırtında okula giderken ona dedim ki "Baba ben Ankara'ya gideceğim." Babam da gezmeye gideceğiz diye düşünerek "Tamam oğlum, gidelim" dedi. "Yok," dedim, "Orada bir okul buldum. Yatılı olarak oraya gideceğim." Bana epey de düşkünler. Başta çok sıcak bakmadılar. Ama inatçıydım ve baskı kurarak o okula yazıldım. Sonra hayatım tamamen değişti…
O zamanlar koyu bir Galatasaraylıydım ve sporun her alanıyla ilgileniyordum. Okula geldikten iki hafta sonra, bizi yetiştirmiş olan hocalarımız İlhami Kılınçkaya ile Yusuf Kılınçkaya milli takımın altyapısını oluşturmaya yönelik bir proje kapsamında bizim okula geldiler ve "Masa tenisi oynar mısınız?" diye sordular. Sadece bir spor dalı olduğunu biliyordum. Hobi olsun diye ve biraz da kafa dağıtırım düşüncesiyle başladım. Hobi olarak elime aldığım raketi 16 yıldır hiç bırakmadım.
AÖ: Benim hikâyem de Trabzon'da başladı. Orada tek bir sınıfta ders görüyorduk. Birinci sınıf bittikten sonra yeterli öğrenci olmadığı için okul kapandı. Yürüyebilen arkadaşlarım ilçelerdeki okullara gittiler ama benim öyle bir şansım yoktu. Tekerlekli sandalye bile yoktu ki… Annemin veya babamın sırtında okula gidiyordum. Tabii bunlar bir engelli için çok zor şartlar. Babam o dönem Ankara'ya çalışmaya giderdi. Şans eseri Doğan Çağlar Engelliler Ortaokulu'nu gördük. Ardından ailecek Ankara'ya taşındık. Babamın "Onların okuması lazım" inadı ve bilinçli bir insan olmasının bunda çok etkisi vardı. Sırf bizim eğitimimiz için Trabzon'dan Ankara'ya geldik.
Şansımıza, İlhami Hoca ile diğer antrenörlerimiz okula geldiler ve "Masa tenisi oynar mısınız? Sizi dünyanın en iyisi yapacağım" dediler. Masa tenisi nedir? Raket ne işe yarar? Bunları bilmiyorken "Nasıl dünyanın en iyisi olacağız?" diye düşünüyorduk ama "Tamam hocam, bakarız" dedik. Salona bir girdik, kendimizi antrenman yaparken bulduk ama öyle böyle bir antrenman değil.

"İlhami Hoca çok sempatik ve inatçı biriydi. Okulda 15-20 kişiyi peşinden sürükledi." -Abdullah Öztürk
NT: İnsan düşmanına yaptırmaz öyle antrenmanı… (Gülüyorlar.)
AÖ: Hocamız çok sempatik ve inatçı biriydi. Bizle beraber 15-20 kişiyi de peşinden sürükledi. Hepimiz büyülenmiş gibiydik. 2007 ile 2011 yılları arasında, hiç abartmıyorum, haftanın yedi günü antrenman yaptık. Gece 10-11'e kadar çalışıyorduk. Ailesi vardı ama kendisi de o saatlere kadar başımızda duruyordu. Bize hep şunu derdi: "Masa tenisinde dünyayla aramızda 50-60 yıl fark var. Bu farkı kapatmak için onlardan çok daha fazla antrenman yapmamız lazım. Beş, altı yıl sonra bu farkı kapatırız!" Dediği de oldu. Hatta üç buçuk yıl sonra biz Nesim'le beraber takımlarda üçüncü olduk. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Avrupa, dünya ve paralimpik şampiyonlukları…
Eskiden bizimle oynamak için can atan rakiplerimiz vardı. "Türkler gelse de bedavadan maç kazansak" diyorlardı. Zamanla bizden kaçmaya başladılar. Aynı grupta yer alınca turnuvaya havlu atan rakiplerimiz bile oldu. Aslında hocamız Türkiye'de bir branşı sıfırdan aldı ve zirveye taşıdı. Şu an on madalyamız var. Diğer branşların hiçbirinde bu söz konusu değil.
Başlangıçta, masa tenisinde bu seviyelere kadar çıkabileceğiniz aklınıza geliyor muydu?
NT: Açıkçası elimize raketi ilk aldığımızda, seviyenin buralara gelebileceğini çok tahmin etmiyorduk. Ama biraz da kişinin kendisinde biten bir olay. Hep şöyle düşünürüm: Bir işi yapınca ya en iyisini yapacaksın ya da hiç yapmaya gerek yok! Bu yüzden de başarıyı çok istedim. Güney Kore'deki dünya üçüncülüğü bizim ilk derecemizdi. Başladıktan üç buçuk yıl sonra o başarı geldi ve normalde bu kadar erken bir başarı gelmesi, masa tenisinin felsefesine aykırıdır. Muazzam bir haz aldık. Bu işin daha ileri gidebileceğini o an anladık aslında. "İnanmak başarmanın yarısıdır" derler ya hani… Düşünün, Ağrı'ya 30 km uzaklıkta bir köyden çıkıp gelmişim ben… Şu anda her işi tek başımıza yapabilen birer birey haline getirdi bizi masa tenisi.
AÖ: Paralimpik oyunlara giderken madalya sayısı tahminleri yapılır. Güney Kore'den sonra bize en az beş madalya yazıyorlar. O hale getirdik. Bu da yılların emeğiyle oldu. Düşünsenize; lise öğrencisi, engelli bir bireysiniz. Hayata dair o kadar çok kaygımız var ki… Hep "Üniversiteye giremezsem, çalışma ortamı bulamazsam ben ne yapacağım?" diye kendi kendinize soruyorsunuz. Masa tenisi, bizim tutunmak için dalımız oldu. İlhami Hoca çalışmalara başladıktan kısa süre sonra bizi Çankırı'daki Türkiye şampiyonasına götürdü. Orada şunu dedi: "Sizi şimdi Çankırı'ya götürüyorum ama yakında Fransa'ya, İtalya'ya gideceğiz ve orada Fransızları, Korelileri yeneceksiniz." Dönüm noktası konusunda Nesim'e katılıyorum. Güney Kore'deki üçüncülükten sonra kendi kendimize "Biz artık her turnuvada ilk üçe oynarız" demeye başladık.
Geleceğe dair hedefler neler? Şöyle sorayım, nereye kadar madalya kazanmayı düşünüyorsunuz?
NT: Hedefler ve hayaller bitmez. Hayaller olmadan, hedeflerin de anlamı yok. Ben emekli olana kadar katıldığım her büyük turnuvada Abdullah ile final oynayıp kariyerime öyle devam etmek istiyorum. En büyük hayallerimizden biri 2024 Paris Paralimpik Oyunları'nda yine zirvede yer alabilmek. Zirvenin tanımı da final oynamak.
"Diğer ülkelere 50-60 yıllık ekoller diyoruz. Biz, 15 yılda o hegemonyayı yerle bir ettik." -Nesim Turan
AÖ: Eğer başarabilirsem, Paris'te üçüncü altını da alıp tarihte çok önemli bir yere gelmek istiyorum. Yıllar sonra sporu bıraktığımda "Masa tenisinde Abdullah Öztürk diye biri vardı, paralimpik oyunlarda üç altın madalyayı üst üste aldı ve tarihe geçti" diye konuşulsun isterim. Paris'te yarışırken herkesin aklında şu olacak: "Abdullah, üst üste üçüncü altını kazanabilecek mi?" Onun baskısı da olabilir ama ben biraz da bundan besleniyorum. Umarım başarabilirim. Benden ilham alıp bu spora başlayan birçok insan oldu. Bundan sonra da bu devam ederse mutlu olurum.
Türkiye'nin artık masa tenisinde bir ekol olduğunu söyleyebilir miyiz?
NT: Rahatlıkla söyleyebiliriz bence. Sıfırdan gelen ve zirveye çıkan bir branş… Düşünsenize, Çin ve Kore raket sporlarında hegemonya kurmuş ülkeler. Ama biz vura vura bu hegemonyayı kırdık. Dünyada, bu kategoride söz sahibi biziz. Bu konuda mütevazı olmaya gerek yok. Buradaki en kritik konu aslında şu: Diğer ülkelerden bahsederken 50-60 yıllık ekollerden söz ediyoruz. Biz 15 yılda o hegemonyayı yerle bir ettik. Çin gibi bir kapalı kutu ülke, bizi özel olarak turnuvaya davet ediyor.
AÖ: Şimdi arkadan gelen jenerasyon biraz yavaş ama sağlam geliyor. Tabii biz sporculuk dışında onlara antrenörlük de yapıyoruz, eğitim veriyoruz. Çünkü bu iş bizim tekelimizde olmasın istiyoruz. Arkadan gelenleri hazırlamak zorundayız. Avrupa ve dünya ülkeleri "Bunlar bir jenerasyondu, saman alevi gibi yanıp söndüler" diye düşünmemeli.
NT: Sadece büyük şehirlerde değil; Diyarbakır, Erzurum, Rize'de bir köy… Türkiye'nin her yerindeki engelli bireylerin hayatına dokunup onları da masa tenisiyle tanıştırıp bu ülkeye çok kaliteli sporcular yetiştirmek amacıyla 'Sıra Sende' projesini hayata geçireceğiz.
AÖ: Biz bu sporu bıraktıktan sonra arkamızdan gelecek harika bir jenerasyon yaratmak ve en önemlisi bencil olmamak lazım. Biz de engelliyiz, onlar da engelli. Biz bir şeyler kazandık, öğrendik. Şimdi onlara aktarmak zorundayız. Bu hayatı ortak yaşıyoruz.
Her engelli bireyin mutlaka spor yapması gerektiğini düşünüyorum. Kapalı kapılar ardında hayatın sonunu beklemeyelim. Bu sizin için bir çözüm değil. Hayata dair planlarınız, projeleriniz, üretebileceğiniz bir şeyler olması lazım. Bunlar için en iyi araç spor. İlgi duyduğunuz bir alana yönelip başarılı olabilirsiniz. Başarılı olamasanız dahi emin olun spor size çok şey katacak. Bunun zamanla farkına varacaksınız. Gelin birlikte spor yapalım. Hayata yeni başarı hikâyeleri sunalım
"Kimseye çarpma"
AÖ: İlhami Hoca henüz okula gelmeden önce okulda basketbol oynayan arkadaşlarım vardı. Akşamları antrenman yapıyorlar, hafta sonları da maçlara gidiyorlardı. Çok etkilenip, "Ben de oynayacağım" dedim ama o zamanlar çok zayıftım, pek ciddiye almadılar. Bir tane engelli abimiz vardı, kulüp başkanıydı. Gittim ona yalvardım yakardım: "Beni bir deneyin!" Antrenmana aldı beni. Tekerlekli sandalyeyi çok hızlı sürüyordum ama topu potaya zar zor yetiştirdim. Yine de "Sana yarın maçta şans vereceğim" dedi. Olay bu kadar hızlı gelişti yani… Kurallara dair hiçbir şey bilmiyordum. Maç başladı; ben ona çarpıyorum, buna çarpıyorum... Beş dakikada dört faul yaptım. Hoca beni kenara çekti, "Sakın, bir daha hiç kimseye çarpma" dedi. Sonrasında köşelerde falan durarak geçirdim o maçı. Zamanla kendimi geliştirdim tabii ve 23 yaş altı milli takıma seçildim.
Avrupa şampiyonasına giderken mili takım kadrosunda yer aldım ve ilk beşte düzenli olarak oynadım. Ev sahipliği yaptığımız turnuvada finalde İspanya'ya kaybettik. Ama o bizim tekerlekli sandalye milli takımı için bir milattı. İlk kez derece yapmıştık. Sonra hayatıma İlhami Hoca girince işler değişti. Esasında ben de hep bireysel bir spor yapmak istiyordum ve tercih yapmam gerektiğinde masa tenisini seçtim. Fakat düşününce, İlhami Hoca değil de başka biri olsa masa tenisini seçmeyebilirdim.