
Sihirbaz
7 dk
Bır tenisçinin hem Jimmy Connors’ı hem Novak Djokovic’i yenebilmesi nasıl mümkün olur? Kortlarda geçen 21 yılın ardından Fabrice Santoro’ya sorduk.
İlk olarak sizi farklı yapan şeyi, oyununuzu soralım. Bir tenisçi neden çift elle forehand vurarak başlar?
Elime ilk kez raket aldığımda altı yaşındaydım. Bu bir yetişkin raketiydi ve açıkçası benim için çok büyük ve ağırdı. Onunla oynayabilmemin tek yolu, iki elimle ve tüm gücümle sallayabilmekti. Yani biraz mecburiyetten böyle başladı diyebilirim. Sonra iki elle forehand vurarak turnuvalara katıldım, bazılarını da kazandım. Aynı zamanda antrenörüm de olan babam, “Rahatsan değiştirme” dedi. Çünkü ona göre bu doğal ve işlevsel bir vuruştu. Ben de öyle devam ettim, kötü mü yapmışım?
Kesinlikle hayır, zaten çok özel bir vuruş yapmanıza da olanak sağlardı. Forehand kanadında sol elle backhand slice...
İşte bu, çift elle vurmanın bana sağladığı bir avantaj! Aslında topu forehand kanadımda alıyorum fakat sol elimle bir backhand slice vurarak bitiriyorum. Çok sıra dışı olduğunu söylemem lazım. Çok zor rallilerde oyunu çeşitlendirmeme yardımcı olmuştur. Fakat bu, bir tenisçiye kolayca öğretilebilecek bir şey değil. Tamamen doğal olarak, kendiliğinden gelişti. Benim oyunumdaki en özel vuruş olduğunu söyleyebilirim.
Lakabınız olan ‘Sihirbaz’ı da bu özel vuruşlarınız getirdi. Bu doğal yeteneği ne kadar çalışmayla desteklediniz?
Şunu açıklığa kavuşturmak lazım ki teniste oyunun zirvesinde olmanın tek yolu çalışmak. Zaten çoğu profesyonel oyuncunun başlangıçta iyi miktarda doğal yeteneği oluyor. Ben de öyleydim. Ancak her gün yorulmaksızın çalışmak, çalışmak ve yine çalışmak lazım. Bu olmadan kortta gördüğünüz hiçbir şeyi yapamazdım.
Rakipleriniz de kortta gördüklerinden pek memnun olmazdı. Hatta Marat Safin bir seferinde, “Dişçiye gitmekten daha çok nefret ettiğim tek şey Santoro’yla oynamak” demişti…
Marat’ı çok severim, komik çocuktur. Ama bilemiyorum... Tepelerdeki oyunculara bakın; çoğunlukla hepsinin benzer tenis oynadığını göreceksiniz. Oldukça kuvvetli, iyi hareket eden ve topa güçlü vuran… Her maçta onların oyunlarını değiştirmek için çabaladım. Belki de rakiplerimin daha fazla şey düşünmesine neden oldum. Bu da hata yapmalarına yol açıyordu; çünkü topların temposunun sürekli değişmesi sevdikleri bir şey değildi. Marat tipi tenisçilerin, benimle oynamaktan hoşlanmamaları da bundandır.
Tam 70 Grand Slam ana tablosu oynama rekorunuz var, hatta bunların 46 tanesi aralıksız. Tenis kadar fiziksel açıdan talepkâr bir oyunda bu istikrarın sırrı nedir?
Sır, tenise gerçekten tutkuyla bağlı olmak. Sakatlıklardan kaçınmam da biraz bununla alakalı. Profesyonel spor yaparken bunun gereklerini yerine getiren çok ciddi bir hayat yaşadım. Fitness, açma-germe hareketleri ve masaj gibi fiziksel çalışmalar... 20 yıl boyunca neredeyse her gün yaptım. Bunlar şimdilerde biraz ön plana çıkmış gibi gözükse de iyi yemek yemenin, iyi uyumanın spora ne kadar yardımcı olduğunun hep farkındaydım. İçki ve sigaradan da uzak durduğumu hatırlatayım. Yaşım ilerledikçe, bu ciddiyetimin bana başarı olarak döndüğüne şahit oldum.
Çok istikrarlı olmanıza rağmen, dünya sıralamasında hiç ilk 10’a giremediniz. Eksik olan neydi?
Oyunum fiziksel olarak hep çok yıpratıcı oldu çünkü durmaksızın koşmalıydım. Turnuvalarda hafta boyunca yorgunluktan kaçmam kolay olmuyordu. Pazartesiden cumaya herkesle oynayabilirdim ancak hafta sonları, ilerleyen turlarda işler çok zorlaşıyordu. Ayrıca ilk 10 içine girmek için Grand Slam’lerde de iyi işler yapmanız lazım. Dürüst olayım; benim şartlarımda, iki hafta boyunca beş set üzerinden maç oynamak neredeyse imkânsızdı. Bir noktaya kadar gidebildim.
Tıpkı kariyeriniz gibi, çok uzun maçlarınız da oldu. Özellikle 2004 Fransa Açık’taki Arnaud Clement maçı unutulmaz. Nicolas Mahut ve John Isner Wimbledon’da kırana kadar, o maçın süresi bir rekordu. Beş setlik maçları uzmanından dinleyebilir miyiz?
İnan bana, bu maçlar bir noktadan sonra fiziksel bir işkenceye dönüşebiliyor. Başlarken neler olacağını bilemezsiniz ancak her maç öncesi buna hazırlanmak lazım. Aslında uzun bir kariyerle benzeşiyor, aynı ciddiyeti maçın geneline yaymak gerek. Fakat o tip maçlarda bir kırılma noktası olur ve perspektifiniz değişir. Mesela dört saat geride kalmışsa, artık puan puan düşünerek oynamanız gerekir. Çok ileriye bakmak, sonunu düşünmek, size maçı kaybettirebilir; çünkü aslında finiş çizgisine, skor tabelasında görünenden çok daha uzaksınızdır. Her puanda vücudunuzu limitlerine kadar zorlamalı ve rakibinizin karşısında kalmaya çalışmalısınız. Şanslıysanız kazanabilirsiniz.
Peki, kariyerinizde oynadığınız en iyi maç hangisiydi?
Burada iki cevabım olacak: Kazandığım; 2001 Fransa Açık’taki Safin maçı. 2-0 öne geçmiştim ve geri gelmişti, beş setlik bir galibiyetti. Kaybettiğim; 2005 Amerika Açık’ta Federer’le yaptığım mücadele. Üç yakın set sonucu mağlup olmuştum. Neden kaybettiğim bir maçtan da bahsettim? Çünkü Roger o dönem, görülmemiş ve ‘komik’ bir seviyedeydi.
Jimmy Connors, Ivan Lendl, Boris Becker, Andre Agassi, Pete Sampras, Roger Federer, Andy Roddick, Rafael Nadal, Novak Djokovic, Andy Murray… Tüm bu muhteşem isimlerle oynadınız ve çoğunu yendiniz. Aradan geçen yıllarda tenis nasıl bir değişim gösterdi?
Sanırım az önce tarihin en iyi oyuncularını saydın… Fark şu ki tenis zaman içerisinde çok daha profesyonel bir spor hâlini aldı. Tura ilk katıldığım yıllarda, herkesin birlikte seyahat ettiği en fazla bir antrenörü vardı. Şimdilerde tenis antrenörü ayrı, fitness antrenörü ve fizyoterapist ayrı... Tüm oyuncuların aynı şekilde ve ne kadar ağır çalıştıklarını bir düşünsene...
Grand Slam ve büyük turnuva kazanmak çok zor; çünkü etraf 24 saat boyunca tenisi düşünen, bununla yaşayan oyuncularla dolu.
Kariyerimin gidişatında bu profesyonelleşmeyi ben de yaptım. Zihinsel ve fiziksel açıdan çalışma tempom zaman içinde arttı. Tabii kendimde gördüğüm en büyük güç, diğer tenisçilerin oyunlarından hep uzak durmak ve bildiğim şeyi yapmaktı. Tenis içindeki oyun dinamiklerinin değişimine ayak uydurmadım ve ‘farklı’ oyunumu sürdürdüm. Belki değişen jenerasyonlara adaptasyonumda bunun da payı vardır.
Aslında gençler kategorisinde 1989 Fransa Açık şampiyonu olmuştunuz. Richard Gasquet, Gael Monfils ve Jo-Wilfried Tsonga gibi bazı diğer Fransız tenisçiler de gençlerde aynı başarıları kazandı fakat profesyonel seviyede bundan uzak kaldılar. Bu konu üzerine hiç kafa yordunuz mu?
Profesyonel tenise hazırlık aşaması için Fransa rüya gibi bir yer; çünkü federasyonumuz oldukça iyi çalışıyor. Söylediğin gibi gençlerde de hep çok iyi oyuncular çıkarttık ancak 1983 yılından, yani Yannick Noah’tan beri Grand Slam kazanan bir erkek tenisçimiz yok. Tek çözüm, denemeye devam etmek. Günümüzün Fransız oyuncularının şanssızlığı; ‘büyük dörtlü’ ile aynı döneme denk gelmeleri. Yine de ‘şundandır’ gibi net bir cevap veremeyeceğim. Alttan sıkı çocuklar geliyor ama Grand Slam kazanmak başka bir hikâye. Yaşayıp göreceğiz.
“Federer olmanın hayalini kurardım"
Kariyerinin zirve noktasındaki Federer, gerçekten inanılması güç şeyler yapıyordu. Bazen, kortta onun kadar rahat ve etkili olabilmenin hayalini kurardım. Onu izlemek ve ona rakip olmak müthiş bir deneyimdi. Roger kesinlikle oynadığım en zorlu isim. Tabii bugün Novak Djokovic’in yaptıkları da inanılmaz. Birinin tenis gibi bir sporu bu seviyede domine etmesi ürkütücü.
En Güçlü Jenerasyon?
Geri dönüp bakalım; tahta raketlerle inanılmaz şeyler yapmış oyuncular var. Büyürken babam bana durmadan tenis anlatırdı. Belki de her gün Ken Rosewall ve Rod Laver’ın nasıl oyuncular olduğundan bahsetmiştir bana. Sonra John McEnroe ve Björn Borg gibileri kendi gözlerimle izledim. Demin saydığın oyuncuların da hepsiyle oynadım. Kıyaslamak, tek bir döneme indirgemek çok güç. Jenerasyonları kıyasladığınızda, aslında sadece farklı dönemlerin en iyi oyuncularını birbirleriyle karşılaştırırsınız. Hepsi bu...