Simge
20 dk
Dünya voleybolunun en özel liberolarından Simge Aköz ile değerini geç bulan kariyerini, unutulmaz 2021 yazını ve Eczacıbaşı'nın yeni sezondaki değişikliklerini konuştuk.
Simge Aköz, takım arkadaşlarından farklı renkte forma giyiyor. Takım arkadaşlarından uzun da sayılmaz. Onu smaç yaparken veya servis kullanırken de pek görmüyoruz. Hemen her haliyle çalışma arkadaşlarından ayrılıyor. Yine de onu farklılaştıran detaylar, yalnızca voleybol ile alakalı değil. Herkesten daha fazla gülüyor, her düşenin yanına ilk o gidiyor. Milli takım, Eczacıbaşı, Halkbank veya Yeşilyurt fark etmiyor. Küçük yaştan beri onu, formasını giydiği takımların simgesi yapan temel nokta bu. Herkesten biraz farklı olması. Gülüşüyle, enerjisiyle, azmiyle, kahramanlığıyla…
İlerleyen dakikalarda smaçörlükten liberoluğa geçiş hikâyeni dinleyeceğiz ama öncesinde kariyerinin nasıl başladığını merak ediyoruz.
Voleybola başlama hikâyem, Samsun'dan İstanbul'a geldiğimiz zamana tekabül ediyor, yani yedi yaşında olduğum döneme. Boyum yaşıtlarıma göre uzundu, okula oyuncu seçmek için gelen antrenörlerim de benden "Yetenekli" diye bahsedince olaylar gelişti. Smaçör başlamıştım. İnanılmaz eğlenceliydi. Fena da değildim aslında bu konuda. Ama genç takıma gelince boyumun uzaması durdu. Bir anda yaşıtlarım benden daha uzun hale geldiler.
O dönem için kendimi psikolojik olarak bir hayli hırpaladım çünkü voleybol oynamak çok sevdiğim bir şeydi. Öyle bir şeyin içine düşünce, bir daha oynayamama korkusunu derinden yaşadım. Sanki smaçör olamazsam başka bir şey olamazmışım gibi geliyordu. Çünkü ben o mevkiin altyapısını almıştım. Çok biliyorum kapılar arkasında ağladığımı, "Benden olmayacak" dediğimi. Geceleri "Allah'ım! Ne olur boyum uzasın" diye dua ediyordum. Ama işte, o dönem biraz şansım yaver gitti ve çok iyi bir yöneticiyle karşılaştım.
Çocukları çok seven bir hanımefendi, UPS Spor Kulübü'nden Semra (Demirer) Hoca. Eğitimciydi zaten kendisi. "Kızım, sen smaçör olamayabilirsin ama senin defansın ve manşetin çok iyi. Biz seni A takıma çıkaralım. Libero oynarsın, hem tecrübe kazanırsın hem de bu geçiş sürecini seni A takıma adapte ederek atlatırsın" demişti. Orada yaşadıklarım hayatımı şekillendirdi diyebilirim. Orada Semra Hoca değil de başka biri olsaydı… Büyük bir kırılma ânı bu.
Bir de küçük yaşta babanla çalışarak geliştirmeye çalıştığın smaç servis anın var sanırım…
Evet. Takım arkadaşlarıma göre daha geç katılmıştım takıma, birkaç hafta antrenmanları kaçırmıştım. O süre zarfında da diğerleri yukarıdan servis atmayı öğrenmişti ve ben hâlâ alttan atıyordum servisi. Bir türlü karşıya geçiremiyorum.
Annem ile babam öğretmendir benim. Ben o dönem bu duruma üzülünce bir gün babam "Hadi, kalk gidelim. Okulun spor salonunda hafta sonu kimse yoktur. Alalım topumuzu, sen de karşı tarafa geçirene kadar servis at" dedi. Bir hafta, iki hafta, üç hafta… Her hafta sonu böyleydi. Okula gidemediğimiz zamanlarda babam evdeki kanepenin üzerine çıkar, attığım servisleri karşılardı. Ben de smaç adımlaması yapıp diğer koltuğu vurmaya çalışırdım. Hani hep "Çok fazla tekrar şart" diyoruz ya, bunu hep saha içini ima ederek konuşuyoruz. Ama gerçekten isteyen çocuk evinde bile yapıyor bunu. Duramıyor yani.
Senin kariyerin hep bir fazlasını istemek, daha iyisi için azmetmek üzerine kurulu sanki…
Öyle. Genç takımda olduğum dönemde, milli takımda genellikle büyük kulüplerin antrenörleri ve sporcuları oluyordu. Anlayabiliyorum bazı şeyleri… Potansiyelli çocuklar var, uzun boylular. Belki diğer kulüplerin oyuncularına göre daha tecrübeliler. Hatta milli takımda kendi antrenörleriyle daha rahat iletişim de kuruyorlardır. O antrenörlerin oyuncularına güvenip onları milli takım kadrosuna alması normaldir. Ama mesela bugün bakıyorum, Giovanni (Guidetti) her kulüpten sporcuyu denemek ister. Geldiği günden beri böyledir. En beğendiğim özelliklerinden. Kulübü için ter döken her sporcuyu görmek istiyor. "Milli takıma sadece büyük kulüplerden oyuncu çağrılır" algısı biraz yıkıldı bu sayede.
Neyse, kendi hikâyeme geri döneyim. Ben A Milli Takım için uygun yaşa gelene kadar çok istedim, çok bekledim ama hiç çağrılmadım milli takım kamplarına. Halkbank'ta oynarken servis karşılamada ligin en iyisiydim fakat milli takıma çağrılmamıştım. Bu durum benim hevesimi kırıyordu. Ne zaman Eczacıbaşı'na imzayı attım, o zaman milli takımdan aradılar beni. Ki imza attığım sezon Gülden (Kayalar Kuzubaşıoğlu) Abla vardı, ben yedektim. Toplasan üç maç oynamışımdır. Ancak yine de o sezon milli takıma çağrıldım. Bu algı yıkıldı mı? Evet, son yıllarda yavaş yavaş yıkılıyor. Meryem (Boz) mesela buna iyi bir örnek. Veya Buse (Ünal), Nilüfer Belediyespor'da oynarken milli takıma çağrıldı. Elbette herkesin milli takıma çağrılması mümkün değil ama bir idmanda deneseydin beni, olmaz mıydı? Bence olurdu.
Bundan birkaç sene önce Guidetti'nin en çok kızdığı konulardan biri buydu. "Bazı Türk oyuncular küçük kulüplere gidip oynamaktansa, büyük kulüplerde para alıp oturmayı tercih ediyor" demişti.
Kesinlikle öyle. Ben Eczacıbaşı'na gelene kadar hiç yedek kalmamıştım. Buraya geldiğimde önümde Gülden Abla vardı. Büyük bir tecrübe ve aynı zamanda çok da iyi bir libero. Bunu bilerek geldim ama oynamamak beni çok kötü etkilemişti. Sezon sonuna doğru genel menajerimiz Nalan (Ural) Abla'yla konuşmuştum. "Ben en kolay maçlarda dahi oynamayacak kadar kötü bir liberoysam burada işim yok. Herkes burada olmak ister ama ben sahaya çıkabildiğim yerde mutlu oluyorum, gerekirse gidebilirim" dedim. Bunu da Eczacıbaşı seviyesine gelmiş kimse kolay kolay söylemez bence. Ama insanın kendine karşı dürüst davranması gerekiyor.
Giovanni Guidetti
O günkü konjonktürü düşünürsek bu, aynı zamanda milli takım biletini de kenara atmak oluyor.
Kesinlikle öyle. Her zaman çok hırslı bir sporcuydum ama hiçbir zaman öyle 'büyük' hırsların peşinde koşan biri olmadım. Çanakkale'de oynadım ben. Halkbank'ta ve Yeşilyurt'ta keza. Buralardan çok mutlu geldim. Oynadığım takımlardan da oynadığım oyundan da çok mutluydum. İşin özüne indiğimizde isimler benim için çok da önemli değil. Elbette Eczacıbaşı çok büyük bir kulüp. Bazı olanaklar sunuyor sana, özellikle de milli takım için. Ama ben olaylara başka bir taraftan bakmak istiyorum: Bunlar olmasaydı, Simge yine mutlu olurdu.
25-26 yaşlarında buraya gelmek, milli takıma giden yolu açtığın bir başka kırılma noktası aslında. Eczacıbaşı'ndaki ilk yılların nasıldı?
Ben takıma katıldıktan bir sene sonra antrenörümüz değişti. Marco (Aurelio Motta) geldi. Onun gelişiyle bir yapılanmaya gidildi. Daha genç bir kadromuz vardı. Zaten Marco da daha öncesinde birçok oyuncuyu takip ediyormuş, tanıyormuş bizi. Benim üzerimde çok emeği vardır. Ama taktiksel anlamda bir emekten bahsetmiyorum burada. Daha özgüvenli olmam konusunda çok katkısı vardır. O babacan tavrıyla, güzel kalbiyle… Marco bizim için salonda bir antrenör, dışarıda ise bir baba gibiydi. O sıcaklığı hissettiğim, bana güvendiğini bildiğim için ilk seneden sonrasını biraz daha rahat geçirdim.
Bu sene ise Ferhat Akbaş ile çok daha hızlı, geçmişe göre farklı bir oyun oynamaya çalışıyorsunuz. Ferhat Hoca'nın oyunda senden talep ettikleri nedir?
Sezon başında Ferhat Hoca'yla başladığımızda bambaşka bir yapıyla karşılaştık. Ama buna da ayak uydurabiliyoruz elbette. Çünkü artık o tecrübedeyiz. Senden yapmanı istediği bazı şeyler var. Yapman gerekene odaklanabiliyorsan, çok da zor şeyler değil istedikleri. Kendi adıma ben pek zorlanmıyorum. Önemli bir maçtan önce üç gün boyunca taktik toplantısı yaparız. O taktik toplantısında karşımda kimler var, onlara bakıyorum. Ayşe mi var? Ayşe'ye karşı ne yapmalıyım, nereye gitmeliyim? Bu, benim için önemli.
Ferhat Akbaş VakıfBank'ta, sense milli takımda Giovanni Guidetti ile çalışma fırsatı elde ettiniz. Bu iki antrenörün birbirlerine çok benzedikleri veya birbirlerinden ayrıştıkları noktalar var mı?
Antrenörlerin önemli maçlardan veya önemli turnuvalardan önce takımı hazırlama evresi vardır. Bu dönemleri iki hocanın da aynı şekilde yönettiğini söyleyebilirim. Ağır, baskılı ve yoğun. Fazlasını isteyerek hatta kırbaçlayarak geçiriyorlar o dönemleri. Fazlasıyla talepkârlar. O dönemlerde hiçbir şeyden memnun olmuyorlar. Dünyanın en kötü liberosu senmişsin, tarihin en kötü sporcusuymuşsun gibi hissediyorsun ama maç geldiğinde "Ya ben prensesim!" hissine kapılıyorsun. (Gülüyor.) Ortak yönleri bu olabilir.
Ayrıştıkları yer ise oyun tarzları. Milli takım antrenmanlarında herkes nereye gideceğini, nereden geleceğini bilir. Bir kalıp var. Maça göre o kalıpta ufak değişiklikler yaparsın. Çok esnemeyen bir yapı. Ferhat Hoca'nın ise her rakibe karşı farklı bir taktiği, maç planı var. Anlayışı, her oyuncuya karşı farklı farklı önlemler almaktan oluşuyor. Çok spesifik şeyler isteyebiliyor. Hepsini aklında tutman lazım.
Hazır söz Guidetti ve milli takımdan açılmışken geride bıraktığımız yaza dönelim… Geçen yıl İtalya'daki kampta başlayan birliktelik beş ay sürmüştü. İnsanlar soluksuz şekilde sizi takip ederken "Artık bu turnuvada düşüş gösterebilir" diyordu. Ama bu takım her turnuvada bir reaksiyon vermeyi başardı. Nereden buldunuz o gücü?
Bunu sadece sporculara bakarak konuşamayız. Bize bu konularda yardımcı olan, sıkıntımızı, derdimizi dinleyen Seren (Akıncı Özdurulmuş) Abla var. Uzun süren kamplar da çok kritik rol oynuyor. Kondisyonerimiz Ale (Alessandro Bracceschi) var. Giovanni ve yardımcıları, turnuvalardan önceki hazırlık döneminde ve antrenman programında çok iyi iş çıkarıyorlar. Harika bir ekibimiz var. Bir de bu takımda "Ben çıkışa geçemeyecek miyim?" endişesini duymuyorsun. Tabii bireysel anlamda "Ben bu turnuvada ne yaparım?" şeklinde endişelerimiz, korkularımız oluyor, olmuyor değil.
Geçen yıl Eczacıbaşı'nda da zorlu bir sezonu geride bırakmıştık. Sezon bittikten sonra Uluslar Ligi başlayana kadar on günlük bir zamanımız oluyor ama ben o on günde koronavirüse yakalandım ve hiçbir şey yapamadım, o enerjiyi atamadım üstümden. Milli takım kampına gittim ama mutlu olamıyordum asla. İçimde o enerjiyi bulamıyordum fakat bir yandan da oynamak zorundayım. Giovanni de takımdaki herkesi zorlamak ister. O dönemde normalde bana bağırması gerekirken bağırmıyordu. Bir şey söylemesini bekliyorum, söylemiyor. O bile bir yerden sonra beni strese sokmaya başladı. Kendi kendime "Adam beni biliyor. Bana inandığı için bir şey söylemiyor. Acilen toparlanmam lazım" demiştim. Sosyal medyada, orada burada bir şeyler yazılıyor ama onlar hiç önemli değil. "Ben gülemiyorum" dediğimi hatırlıyorum. Bu büyük bir sorun. Başıma ilk kez geliyor. Kendi gülüşlerimi sorguladığım, "Burada olmaktan gerçekten keyif alıyor muyum?" diye defalarca kendime sorduğum oldu. Tüm bunları hissederken de 37 gün boyunca dört duvar arasında kalıp maça çıkmak zorundayım.
Tabii bu dönemde Seren Abla'yla çalışıyoruz, kendi psikoloğumla da irtibatı koparmıyorum. En sonunda "Bu turnuva artık böyle. Kalan maçlarda elimden geleni yapacağım" demiştim ama çok daha büyük bir endişe vardı. Giovanni de o sırada gelip "Olimpiyata tek liberoyla gidiyoruz. Seninleyiz ama sen daha ilk turnuvada bu inişçıkışları yaşıyorsun" demez mi! "Olimpiyata ben tek libero nasıl giderim? Ya bir şey olursa?" diye düşünmeye başlamıştım durmadan.
Tokyo 2020'de milli takımımızın 3-2 kaybedilen Güney Kore'ye maçından sonraki üzüntüsü...
Sporcuların yaşadıkları mental problemlerin aslında o insanların doğal bir parçası olduğu gerçeği o kadar geç oturmaya başladı ki…
Olimpiyat elemesinin olduğu sene Dünya Kulüpler Şampiyonası'ndaki, Avrupa Şampiyonası'ndaki ve olimpiyat elemelerindeki en iyi liberoydum. O üç ödülü aldım. Aldıktan sonra psikoloğa gitmeye karar verdim. Aynı sene pandemi yüzünden lig ertelenmiş, playoff oynanmamış, milli takıma gidememiştik. "Olimpiyata gittiğimde psikologla çalışmanın etkisini yüzde bir bile hissedeceksem, bunu yaparım" demiştim. Aslında bomboş bir seneydi. Yazın milli takımla turnuva falan da oynamayacağız. Bir gün ihtiyacım olur diye o arayı kullanmaya çalıştım.
İşte, geçen yıl Uluslar Ligi'ni bitirdikten sonra bir hafta tatile gittim. Kafamı sıfırladım. Döndüğümde olimpiyattan önce bambaşka bir Simge vardı. Mutluydum, eğleniyordum, oynamaktan keyif alıyordum. Olimpiyata giderken de tek isteğim orada güzel anılar biriktirip daha sonrasında orayı güzel hatırlamaktı. Her istediğin oluyor mu? Olmuyor tabii. Ama o pozitif düşünce içime o kadar işlemiş ki bunun karşılığını da aldım. Uluslar Ligi'ndeki o halimden sonra olimpiyattaki performansı ben de beklemiyordum.
Kişisel performanslara geleceğiz ama olimpiyatın sende bıraktığı etkiyi merak ediyoruz. Her sporcunun olimpiyata gidip olimpiyat köyünü görme isteği, hayali vardır. Bugün olimpiyat dendiğinde aklına ilk olarak ne geliyor?
Olimpiyat sonu, malum Güney Kore maçı. Çok daha iyi olabilirdi… Ama o maçla ilgili şöyle tatlı bir anımız var. Güney Kore'nin çıktığını akşam 10-11 gibi öğrendik. Haberi alınca ters eşleşme gelmediği için biraz mutlu olduk açıkçası. Tabii ki çok tecrübeli, defalarca uluslararası turnuvalarda yer almış bir takım. Hande'yle (Baladın) birbirimize baktık. Hiç sevinmek de istemiyoruz erkenden. "Tamam kankim, olabilir. Güney Kore çıktı. Yarın çıkıp oynayacağız yani, ne var ki?" dedim. Maç ertesi gün sabah oynanacak. O kadar erken ki… Sabah 9'da oynuyoruz. Biz 6.30 gibi kalktık, kahvaltıya gittik. Sonrasında açma-germe yapıp salona ilerledik ama o süreçte Hande'nin bir cümlesi aklımdan hiç gitmiyor: "Kankim," dedi. "Maç sabah 9'da. Kim (Yeon-koung) o saatte hayatta kalkamaz." Kadın şov yaptı o maçta. (Gülüyor.)
Takvimleri ileri sarıp Avrupa Şampiyonası'na, Sırbistan maçına gidelim. 2017 ve 2019'un ardından "Yine olmayacak" gibi bir düşünce var mıydı?
Ben hiç düşünmedim. Takımın da bu şekilde düşündüğünü zannetmiyorum çünkü dediğim gibi, adım adım giderek bir yükseliş yaşadık ve dünyada bugün sayılı ekoller arasında gösterilen ülkeleri ısırmayı başardık. Brezilya, ABD, Sırbistan, Çin… Bu takımları en az birer kez yendik biz. Neler yapabileceğimizi görerek ve bilerek oynamıştık o maçı.
Tijana Boskovic
O maçı da (Tijana) Boskovic neredeyse tek başına…
Sorma, sorma… O gün çok ekstra oynadı, inanılmazdı. Beş senedir beraberiz Tica'yla, yakında altı sene olacak. Bu sezon burada ilk buluştuğumuzda da biraz gönül koymuştuk ama buzlar eridi neyse ki. Yüzüne karşı "Vicdansız" demiştik. (Gülüyor.)
Bu yaz Kadın Milli Voleybol Takımı'nın saha dışında da farklı bir misyonu vardı. Türkiye kadın cinayetleri ve orman yangınları ile sarsılırken, sizler bir umut ve neşe kaynağı olarak göze çarpıyordunuz. Oradayken bunu hissettiniz mi?
Kesinlikle. Geçen yıl yaklaşık beş buçuk aylık bir kamp geçirdik. Üç turnuvayı art arda oynadık. Sosyal medyadan inanılmaz ölçüde destekleyici mesajlar geliyordu ama ülkede ne olduğuna dair çok fikrimiz yoktu. Ne zaman ki buraya dönüp tatil için bir yerlere gitmeye başladık o zaman anladım. İnanılmaz bir şey bu. Hadi diğerlerinin boyları uzun, sporcu oldukları belli. Ama beni nasıl tanıdınız ya? (Gülüyor.) Düşünün, ben bile tanınıyordum, o kadar!
İnsanlar sahil şeritlerine gelmişler. Meydanlara barkovizyonlar kuruluyor. İnanılmaz kalabalıklar var. Alışveriş merkezlerine ekranlar kuruluyor, insanlar maçları oradan takip ediyor... Bunlar çok güzel hissettirdi. Sadece bu yaz da değil aslında. Hollanda'da olimpiyat elemesindeyiz. O dönem biliyorsunuz; giydiğimiz kıyafetlerle, formalarımızla alakalı bazı haberler çıktı. Polonya maçını hiç unutamıyorum. Maç bitti, herkes ağlıyor. Öyle duygu yüklü bir maçtı. Maç bittikten sonra Hollanda'da yaşayan bir amca biz açma-germe yaparken yanımıza geldi, "Yavrum, elinize sağlık" dedi. Gözlerinden yaşlar geliyor. E öyle olunca biz de ağlamaya başladık. O amcam benim ne giydiğime bakmıyor, saçıma bakmıyor, kaşıma bakmıyor; verdiğim mücadeleye, emeğe bakıyor. Kişiden bağımsız; giyiminden, kuşamından, saçından, kaşından bağımsız insanlara, onları yargılamadan bakabilsek çok daha iyi yerlerde olacağız. Ama ben bir şeylerin değiştiğine inanıyorum. Birlik oluyoruz. Bu ülkede her kesimden insan bir araya gelip bizim maçımızı izleyebiliyorsa, bu bir başarıdır.
Her yerde baskılarla karşılaşan, eşitlik sunulmayan, şiddete maruz kalan kadınlar için rol modelinin ötesinde, artık bir umut sembolü gibisiniz aynı zamanda. Hayatlara dokunma hissiyatı nasıl bir şey?
Ankara'da oynadığımız Avrupa Şampiyonası'nı hiç unutamıyorum. O dönem yine kadın cinayeti haberleri vardı. Çok üzülmüştük. Açıkçası üstümüzde bir misyon varmış gibi hissettik, hâlâ da hissediyoruz. Türkiye'nin başarılı ve ayakları üstünde duran kadınları olarak görülüyoruz. "Bir şeyleri değiştirebilir miyiz acaba?" diye düşündüğümüz çok oldu. Eğer Simge Aköz, Tokat'ta yaşayan genç bir kıza hayal kurdurabilirse, bundan daha başka ne isteyebilir ki? Kariyerinde seni tatmin edecek sportif bir an illaki bulursun. Ama bir noktadan sonra insanlara dokunabildiğini görmek başka. Çok başka.