Siyah Kuğular

8 dk

2004 Detroit Pistons, NBA tarihinde bir istisnaydı. Kadrosunda bir süper yıldız barındırmadan şampiyon olmuş ve bugünlerde hayretle hatırlanan bir savunma makinesi kurmuştu.

Basketbolda başarı için, ‘en üst düzey başarı’ için süper yıldız şarttır. Bu sporun en temel kurallarından biridir bu. Evet; uyum, disiplin, sinerji gibi onlarca unsur işin içine giriyor ama temel başarı kriterlerini yerine getiren elitler arasındaki farkı belirleyen de büyük oranda katma değer katabilen, planlanan işlerin üzerine bir deha dokunuşu ekleyebilen süper yıldızlar oluyor. Ve tüm diğer kriterlerde denge korunduğunda eşitliği bozmak, parametrelerin üzerinde hareket eden o özel yeteneğe kalıyor. Öte yandan, çoğu zaman diğer kriterlerde yaşanan zaafları bile örtebiliyor bu yıldızlar. O kadar ki rekabet havuzu daraldıkça en üst seviyedekileri birbirinden ayırmak için çoğu zaman tek süper yıldız bile yetmiyor. Bu isimlerin sayısı belirleyici oluyor. 1980 sonrası modern NBA'de (Magic Johnson-Larry Bird ikilisinin lige giriş tarihi) kadrosunda en az ‘bir’ süper yıldız bulundurmayan hiçbir takım şampiyon olamadı. Bir tek istisna hariç: 2004 Detroit Pistons.

Yaklaşık 40 sezonda tek örnek olunca buna bir ‘anomali’ demek makul. Ancak ertesi sezon da finale çıkıp ancak yedinci maçta dize getirilebildiklerini, sonraki sezon ise konferans birincisi olup Doğu finalinde daha sonra şampiyon olacak Miami'ye altı maçta yenildiklerini dikkate alınca ‘tek seferlik şans’ da dememek lazım. Bu yüzden 2000'lerin ortasındaki Detroit için, NBA tarihinde süper yıldız katma değerine karşı çıkabilen yegâne homojen takım diyebiliriz.

Elbette oynadıkları dönem kendilerine büyük bir şans verdi. Belki de NBA'in en verimsiz basketbol oynanan, yıldız potansiyeli en düşük döneminden bahsediyoruz; savunma basketbolunun zirve döneminden... Detroit de San Antonio Spurs ile birlikte bu oyunun zirve noktasıydı. Pota altında Ben ve RasheedWallace aşılmaz bir duvar gibiydiler. Ben Wallace fizik olarak beş numara için biraz kısa kalsa da akıl almaz kuvveti ve olağanüstü ribaund gücü ile her sezon ‘Yılın Savunmacısı’ ödülünün olağan şüphelisiydi. Zaten 2002- 2006 arası beş yılda dört kez bu ödülü kazanmıştı. Devamlılığı, kuvveti, blok ve ribaund gücü insanüstüydü. Hücumda serbest atışlar dâhil neredeyse sıfırdı ama zaten o dönemler böyle bir gereklilik de yoktu. Rasheed ise Ben'in olamadığı her şey ve daha fazlasıydı. Daha uzun, daha çabuk, daha skorer ve istediği zaman (ki bu takımın havasından dolayı kısmen istiyordu) iyi de bir savunmacıydı. Uzun kolları ile her zaman bir tehditti. Kısacası Wallace’lar, dönemleri için neredeyse kusursuz bir pota altı ikilisi ve Detroit savunmasının kalbiydi.

Bunlara bir de üç numarada Tayshaun Prince'i ekleyin; 2.06 boyuna 2.20'lik kulaç açıklığı ile bir albatrostu o da... Savunma onun da en temel özelliğiydi. Wallace’ların yanına bir de Prince’i ekleyen Detroit, rakip için ne hareket alanı ne potayı görebileceği bir boşluk bırakıyordu. Belki de bu oyuncuların hiçbiri süper yıldız olmadığı için bu savunmadan ekstra bir keyif de alıyorlardı. "Madem biz sahada istediğimiz zaman istediğimizi tam olarak yapamıyoruz, Elbette oynadıkları dönem kendilerine büyük bir şans verdi. Belki de NBA'in en verimsiz basketbol oynanan, yıldız potansiyeli en düşük döneminden bahsediyoruz; savunma basketbolunun zirve döneminden... Detroit de San Antonio Spurs ile birlikte bu oyunun zirve noktasıydı. Pota altında Ben ve Rasheed Wallace aşılmaz bir duvar gibiydiler. Ben Wallace fizik olarak beş numara için birazkonferans finalinde ise lig birincisi Indiana'yı 72.7 sayı ortalamada tutarak elediler. Finalde de mutlak favori görülen yıldızlar karması, son üç yılın şampiyonu Los Angeles Lakers'ı 82.3 sayı ortalamada tuttular ve 4-1'le şampiyon oldular. Ortalama 80 sayıya izin veren bir şampiyon... Demiştik, savunma basketbolunun zirve dönemi diye.

(WallaceX2)+Prince formülünün yanı sıra kısalar da kötü savunmacı değildi elbet. Chauncey Billups fazla hareketli olmasa da kuvveti ile büyük fark yaratıyordu. Zaten arkada üç iyi kaleci olunca geçilmeyi riske ederek savunma yapmak ve fiziksel avantajı ortaya çıkarmak daha kolay oluyordu. Billups da bunu sonuna kadar zorluyordu. Richard Hamilton, muhtemelen bu yapıda elit savunmacı olmayan tek isimdi. Ancak o da bir mili 4.15’te koşabilen, neredeyse olimpik seviyede bir orta mesafe koşucusu olarak asla pozisyon kaybetmeyen ve hep doğru zamanda doğru yerde olan bir parça rolünü üstlenmişti.

Döneminin ütopyası bir savunma makinesinden bahsediyoruz. Süper yıldız sayısının azaldığı, olanların da dönem koşulları gereği ciddi anlamda etkinliğinin kaybolduğu tarihlerde yeşerdi Pistons. Otomotiv sektörünün, doğal olarak da mavi yakalıların ABD'deki kalbinden doğmaları da bu kültüre katkı yapan, onu yeşerten ve sahiplenen otomatik bir hinterland getirdi onlara. Sloganları bile "Let's get to work" (Hadi işe koyulalım) idi...

Nasıl boğucu ve rakibi yıpratıcı, ağır işçi bir basketbol oynadıklarını bilenler biliyor zaten de bilmeyenler de gördükleri skorlardan tahmin ediyor olsa gerek. Bu savunmanın yanında hücumun önemi gerçekten azalıyor tabii ama orada da bir şekilde sayıyı buluyordu Pistons. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle topsuz koşan Hamilton'a şut attırıyor, Billups'ın geriye çekilerek attığı atışlara, Rasheed veya Prince'in çok yukardan çıkardığı şutlara güvenerek bir şekilde skor buluyorlardı. Kenardan gelen Mehmet Okur, Corliss Williamson, Chucky Atkins gibi daha hücumcu parçaları da kullanıyordu takım ama asıl kimlik sürekli bu ilk beş üzerinden dönüyordu. Hücum da zaten savunmanın bir yan aksesuarı olmaktan öteye gitmiyordu. Gerek de yoktu...

Ancak ahenk, başkaldırı, şehir kültürü temsili gibi ögeler NBA'in uzun maratonunda yeterince bağlayıcı bir öğe olamıyor. Hele ki bu Pistons gibi emek ve mücadele üzerinden oynuyorsanız, çabanızla bir yere geliyorsanız, sezonların yıpratıcılığı en çok emekçileri vuruyor. Eğer bu sezonki Warriors veya o dönemdeki Miami iseniz normal sezonu ikinci viteste oynayarak geçirme ihtimaliniz olabilir; keyfiniz ister veya maç dinamikleri sizi tetiklerse vites arttırabilirsiniz. Ne de olsa her durumda kazanma ihtimaline sahipsinizdir. Detroit gibiler içinse bu geçerli değildir. Çaba olmazsa geriye ne kalır ki?

Çaba, savunma yeteneklerinin temelidir. Nitekim tarihin en etkileyici kadrolarından birini; Kobe Bryant, Shaquille O’Neal, Gary Payton, Karl Malone'lu Lakers’ı (her ne kadar Kobe-Shaq kavgası takımı bölmüş, Malone sakatlanmış, Payton da çok gerilemiş olsa da) 4-1 yenen takımın tek şampiyonlukta kalmasının temelinde de bu çabayı koruyamama vardır (Bir de elbette 2005 Final Serisi beşinci maçındaki Robert Horry.) Ben Wallace, Hamilton ve Prince ne kadar robot gibi kararlı olsalar da Billups-Rasheed ekseninden başlayan ‘biraz ağırdan alma’ hâli, takımın sonunu getiren en bariz hastalıktır.

Şimdilerde bol bol kullanılan ‘flip the switch’ (düğmeye basma/vites arttırma) kavramını ilk kez o Detroit takımı ile duymuştuk. Aynı savunma konsantrasyonunu gösteremeyip sadece idare ettiklerinde, kolektif bir "Gerekirse kendimizi sıkarız, şu anda enerjimizi saklamamız lazım" karşılığı geliyordu. Ama bunu yapmak Detroit için kolay değildi. Sinerjiden beslenen bir savunma için tembel alışkanlıklar, zaten çok az olan hata payını ortadan kaldırıyordu. Çabayı eski düzeyine çekebildiklerinde bile detaylardaki zamanlama ve alışkanlıkları yakalamanın neredeyse imkânsız olduğunu, en üst düzey çabanın da artık içselleşmiş bir doğal reaksiyon değil, kendilerini zorladıkları bir seviye hâline geldiğini gördüklerinde çok geçti. Bunu korumak, her geçen gün daha da zorlaşıyordu. Zaten yetenek farkını çaba ile ne kadar uzun bir süre örtebilirlerdi ki? Nitekim örtemediler. Her geçen sezon biraz daha geri adım attılar.

Aynı süreçte, basketbol ve süper yıldızlar ise ileri gitmeye başladı. 2003'te lige giren LeBron James, Carmelo Anthony, Dwyane Wade, Chris Bosh gibi isimler, zirve dönemlerine giren Kobe, T-Mac, Tim Duncan, Dirk Nowitzki gibi oyunculara eklendi. Yetenek havuzu büyümeye, 2004 Atina Olimpiyatı'ndaki hezimet sonrası basketbol felsefesi de evrilmeye başladı. Bütün bu dinamikler süper yıldızı olmayan ağır işçi takımı Detroit'i kısa sürede eritti.

Buna karşın, bugün bile türlerinin tek ve en özel örneği olmayı sürdürüyorlar. Muhtemelen de bu pozisyonu uzun yıllar, hatta belki sonsuza dek koruyacaklar. Belki estetik ve zarafet açısından asla favori olmadılar ama ‘çaba’ yönünden bir simgeye dönüştüler. Akıllarda bıraktıkları en ikonik kare ise Tayshaun Prince'in Reggie Miller'a yaptığı blok olacak muhtemelen ki bu takımı simgeleyen unsurun blok olmasından daha doğal bir şey de yok zaten.

Socrates Dergi