Snooker'da Bir Türk
11 dk
Türkiye'de doğan, İngiltere'de büyüyen Tuğba İrten'in snooker dünyasındaki yolculuğu sadece kendisi için değil, ülkemiz için de heyecan verici. İrten, İstanbul ziyaretinde Socrates'e konuştu.
15 yıldır televizyonda snooker anlatıcılığı yapan biri olarak defaatle karşılaştığım sorulardan ilki "Neden bu sporda hiç Türk oyuncu yok?" olageldi hep. Bu soruya yanıt vermek aslında pek de güç değil. En nihayetinde, bu sezonki profesyonel snooker turunda hepi topu 21 farklı ülke temsil ediliyor. Britanya Adaları kökenli bu oyunda, kıta Avrupası ve ABD bile söz sahibi değilken bizden kimsenin çıkmaması o kadar da tuhaf bir mesele olmamalı. İşin merkezine coğrafi uzaklık, yaygın bilardo geleneğinin bizde 3 Bant üzerinden tanımlanmış olması, ekonomik koşullar gibi daha birçok alt başlık da giriyor elbette dosyanın içine. Sözün özü, o meşhur soru en baştan keenlemyekün bir soru. İlla bir soru sorulacaksa bu, "Snooker'da bir Türk oyuncu neden olsun ki?" olabilir. Çünkü daha önce de belirttiğim üzere, isteka sporlarının bu muazzam branşında bir katılımcıya sahip olmamız için geçerli fazla bir sebep yok. Şartlar neredeyse tamamen aleyhimize.
Yine de asla pes etmemek lazım. "Dünyanın en ücra yerinde dahi mutlaka bir Türk vardır" deriz ya her zaman, bu kaide snooker'da da bozulmamış. 1990'larda iki Kıbrıs Türkü, Mehmet Hüsnü ve Tamer Mustafa, yünlü yeşil çuhada boy göstermiş. Hatta Mehmet Hüsnü, 1999 yılında, oyunun kutsal kâsesi sayılan 147'lik seriyi profesyonel bir turnuvada gerçekleştirmeyi de başarmış. Ne var ki bu iki isim Türkiye adına hiç yarışmamış. Zaten ikisi de yıllar evvel aktif kariyerlerini noktalamış. Buna mukabil, ülkemizde snooker'a ilgi duyan ve hacmi giderek artan kitlenin 'milli oyuncu' özlemini gidermeleri pek mümkün olmuyor. Eh, ne yapalım. Street Fighter'daki Türk güreşçi Hakan misali, kendi snooker oyuncumuzu ne kadar beklememiz gerekiyorsa o kadar bekleyeceğiz diye, mukadderatçı bir yaklaşımda bulmuştum ben şahsen çareyi. Akışına bırakmıştım yani. Ancak ne yalan söyleyeyim, kısa vadede gerçekleşmesi için büyük ümitlerim yoktu.
Derken bir gün, Türkiye'de snooker için güzel şeyler yapmaya gayret eden, lisanslı antrenör arkadaşım Umut Töre'den bir mesaj geldi. İngiltere'de yaşayan bir Türk oyuncudan bahsediyordu. Tuğba İrten isminden ilk kez bu şekilde haberdar oldum. Heyecanlandım tabii. Önceki ay uzun bir aranın ardından Türkiye'ye geleceğini öğrenince, tanışmamız ve snooker hakkında konuşmamız lazım diye düşündüm.
Yazdan kalma bir günde Moda Çay Bahçesi'nde, sevgili Umut'un aracılığıyla buluşuyoruz. Ülkesine duyduğu büyük özlem, iştahla içtiği Türk kahvelerinden belli oluyor. Öncelikle isminin hikâyesini soruyorum. Malum, Tuğba 'unisex' bir isim değil bizde. "Annem... Ben doğmadan önce ismimi rüyasında görmüş. Yani henüz ben ortada yokken zaten kararı vermiş, değiştirmemişler." Peki snooker işi nasıl başladı? "Gittiğim okulda öğrencilerin zaman geçirdiği kafeterya gibi bir yer vardı. Orada bir pool masası bulunuyordu. Bir gün duvarda bir ilan gördük arkadaşlarımla. Sene sonunda bir turnuva düzenlenecekti. Ben de diğerleriyle beraber, biraz da şamata olsun diye kayıt oldum. Turnuva günü geldi, bir şekilde şampiyon olmayı başardım. O kupa hâlâ evimde duruyor, üzerinden 32 sene geçmiş. Rum kökenli bir arkadaşım vardı, Nick. Bana, beraber snooker oynamayı teklif etti. Okulun yanındaki Archway Snooker Kulübü'ne gittik. Masaya bir baktım, imkânsız. Ama hırslı bir yapıdaydım, becerebileceğimi düşündüm. Cebin ağzında duran bir siyah vardı, garanti atacağımı sanıyorum tabii. Kaçırdım. O günden sonra müthiş bilendim. Her gün iki saat antrenman yapmaya başladım. Daha sonra kulüp turnuvalarına katılır oldum. 17 yaşlarında falanım. Bir maçta, kulübün en iyi oyuncusu, yaşlı bir İskoç'u yendim. Beni kenara çekti ve kabiliyetim olduğunu, devam etmem gerektiğini anlattı. Kulüptekiler, yardımcı olmak için bana barda, az bir maaş karşılığı iş verdi. Bu sayede günde beş-altı saat idman yapma şansım olmuştu. Altı ay içinde ilk 100'lük serimi yaptım."
Kahveler vızır vızır gelip giderken laf lafı açıyor, Tuğba Abi hikâyesini anlatmaya devam ediyor: "Benim başladığım yıllarda snooker'a İngiltere'de büyük ilgi vardı. Kulüpler çok yoğundu, oynadığım yerde tam 24 masa çalışıyordu. Profesyonel olmak ise hayli zordu. O zamanlar Q School ya da Avrupa Şampiyonası gibi şeyler yoktu. İki turnuva ile yaptın yaptın, yoksa ertesi seneyi bekleyeceksin. Keşke şu anda yirmi yaşında olsaydım." Bu cümle bana epey tanıdık geliyor. Şu anda 40 ve üstü olan birçok oyuncudan aynı şeyleri duymaya, okumaya alışkınım. İş insanı ve hatta bir ticari deha olan Barry Hearn'ün, 2010'da Dünya Snooker Birliği'nin başkanı olmasıyla başlayan süreç, geride kalan on yılda olayın çehresini tamamen değiştirdi zira. Köhnemiş eski yönetimlerin hatalarını onarıp sporculara çok daha fazla turnuvada çok daha fazla ikramiye kazanma olanakları yarattı. İşte bu yüzden, Tuğba İrten'in de tıpkı diğerleri gibi şu anda delikanlı çağlarında olmadığı için hayıflanmasına şaşırmamalı.
"Benim başladığım yıllarda profesyonel olmak hayli zordu. Keşke şu anda yirmi yaşında olsaydım."
Ben bunları düşünürken gençlik günlerinden içinde kalan başka bir konuya sıra geliyor. "1999, Mark Selby'nin profesyonel olduğu sene. Challenge Tour'da oynuyorum, son turnuva öncesi 12. sıradayım. İlk sekiz profesyonel oluyor. Dört maç kazanmam lazım. İlk maçımı 4-0 kazandım. İkinci maça rakibim gelmedi. Üçüncü maçımı yine bir arkadaşıma karşı 4-0 almayı başardım. Son maçım sabah 9'da. Bütün arkadaşlarım parti yapıyor, ben uzak durdum. Oynayacağım çocuk pek tanınmıyor, herkes beni tebrik ediyor profesyonel olacağım için, çünkü garanti görüyorlar. Gece eğlence fazla kaçınca ben maça tek başıma gittim. Bir saatin sonunda 2-0 öndeyim. Artık heyecan doruklara erişti. Rakibim oynayamıyor, ben çok iyi oynuyorum. İçimden 'Tuğba, başardın. Emeklerinin karşılığını aldın' diye düşünmeye başladım. Üçüncü frame'de açılışın ardından bana uzun bir vuruş kaldı. Denedim, yirmi santim gibi büyük bir farkla kaçırdım. Şaşırdım ama üzerinde durmadım. Üç-beş dakika sonra yine aynı şey olunca şüphelendim. İstekanın ucuna baktım. Bakmamla beraber ucun kırıldığını gördüm. Üzerime on kazan kaynar su döküldü. Yanımda kimse yok, yedek isteka da yok. Oynadığımız yer otele yarım saat uzaklıkta. Hakemden izin rica ettim. 15 dakikayı geçirirsem maçı kaybedeceğimi söyledi. Çaresiz, oynamaya çalıştım. Ancak mümkün değildi ve yenildim. O istekayı paramparça ettim ve o gün snooker'ı bıraktım. Sonraki 12 sene boyunca da ilişiğim olmadı. Bu hadise beni gerçekten çok etkiledi zira bir önceki yıl Dünya Şampiyonası ön elemesinde Marco Fu'ya kaybetmiştim. Maçın hakemi daha sonra yanıma gelip bütün turnuvadaki en iyi iki oyuncunun karşılaştığını düşündüğünü söyledi. Zaten Fu da o sene profesyonel oldu. İşte böyle kıl payı ana turda oynama şanslarını ıskalayınca mental olarak koptum."
Şu anda 47 yaşında olan bilardocu, renkli camda, turnuvalarda gördüğümüz birçok profesyonelle dost. İçlerinden en ünlüsü de kuşkusuz Ronnie O'Sullivan. Konu snooker olunca sözün Ronnie'ye gelmemesi zaten düşünülemezken bir de onunla oturmuş kalkmış bir ahbabını bulunca balıklama atlıyorum ve onu anlatmasını istiyorum Tuğba Abi'den: "Ronnie ilginç bir karakter. Bir dakikası bir dakikasını tutmaz. Bir gün gelir, size en iyi arkadaşıymışsınız gibi davranır. Ertesi gün kuru bir 'Merhaba' der, geçer gider. İnsanlardan biraz çekindiği için sanırım. Bilhassa kalabalıklardan hiç hoşlanmaz. Son zamanlarda beslenme konusuna taktı. Bana sürekli 'Tuğba şunları ye, şunları yeme' gibi tavsiyeler veriyor. Bence çok iyi biri. Ve buradaki hayranlarına şu müjdeyi vereyim. Beş-altı sene daha Ronnie'yi bu seviyede seyredeceklerini düşünüyorum."
Tuğba İrten 2015'te, amatör oyunculara profesyonel olma fırsatı sunan Q School'a katılarak kariyerini buzdolabından çıkardı. Beş yıldır bu organizasyona sürekli katılarak yarım kalan hikâyeyi mutlu sonla bitirmeyi, yani profesyonel olup ana turda oynamayı hedefliyor. Bütün bunlar olurken Türkiye'de snooker'ın varlığından hiç haberdar değilmiş ama. Burada doğup sekiz yaşında İngiltere'ye göçen ve yirmi sene Kapıkule'den içeri adım atmayan biri için başka türlüsü belki de imkân dahilinde değildi. Snooker'ın Anadolu'ya da sıçradığından, Umut Töre'nin kendisine attığı bir Facebook mesajı sonrası tanışmalarıyla haberi olmuş. Hem inanılmaz sevinmiş hem de heyecanlanmış. Ülkede snooker'a olan sevgi ve ilgiyi kendisine anlattığımızda gözlerinin içi parlıyor.
Moda'dan Bostancı'ya, Pool&More bilardo kulübüne geçiyoruz. Tuğba İrten ile snooker oynayacağız. Oynamak dediysem, ben zaten başıma gelecekleri biliyorum. O oynayacak, ben sayıları sayıp topları çıkaracağım. Sahiden de öyle oluyor. Çok idmansız olmasına rağmen 80'lik 90'lık seriler havada uçuşuyor. Harika. Oyun bitiyor, masaya oturuyoruz. Son sorum, Türkiye için oynayıp oynamayacağı: "İngiltere'de, snooker camiasında beni İngiliz olarak tanıyorlar çünkü çifte vatandaşlığım var ve kayıtlarda o şekilde geçiyor. Ancak bundan sonraki turnuvalarda ben şahsen WST'ye (World Snooker Tour) başvurup Türkiye için oynamak istediğimi deklare edeceğim. Bayrağımızı ismimin yanına koymalarını sağlayacağım. Ülkem adına oynamak benim için bir rüya. Ve artık, gönül verdiğim, yıllarımı verdiğim bu sporun kendi vatanımda gelişmesi için elimden ne geliyorsa yapacağım. Kafamda birtakım sürpriz projeler var. Hâlâ hayallerim var."
Kulüpten çıkıp Bostancı'da denize karşı bir pub'da günün sonunu getiriyoruz. Snooker'daki dedikodulardan, kimin kimle derdi olduğundan, teknikten ama en çok da hayallerinden bahsediyoruz. Güzel hayaller bunlar. Haydi inşallah. Galiba beklediğimize değecek...