Soğuk Savaş'ın Harareti

10 dk

Televizyonun tek kanallı olduğu dönemde, Soğuk Savaş ekran başında takip ediliyordu. Olimpiyat da savaşın cephelerinden biriydi.

Ailecek Soğuk Savaş’ın ‘doğusuna’ demir atmıştık. Komünist, yoksul, tutumlu ve sıkıcıydık. Cümleten çok sıkılırdık. İşin içinde sevgisiz bir evlilik de olunca, kendi çapımızda taşı sıkıp eğlence çıkarmaya mecburduk. Babam halk oyunları, radyo-televizyon tamiri gibi kurslara giderdi mesela. Annem yemek tarifleri biriktirir, mutfakta türlü çeşit gastronomik deneylere girişirdi. Ben nüfusu bir milyonun üzerindeki Sovyet ve Amerikan şehirlerini yarıştırırdım. Taş zeminde cam bilye döndürür, durma süresini ölçüp alt alta yazdığım şehirlerin karşısına not ederdim. En uzun süre dönen bilye kazanırdı. O da genellikle bir Sovyet şehri olurdu, ekstra gayret gösterirdim; yani bir çeşit hile yapardım onların bilyesini çevirirken. Kardeşim Serhat’ın ne yaptığını hatırlamıyorum. Daha çok küçük olduğundan eğlenmek için ekstra gayret göstermesi gerekmiyordu galiba. Soğuk Savaş’ın bitişi nebatat, hayvanat ve insanat açısından hayırlı oldu mu bilemem ama ailemizin tek ortak ve kolay eğlencesi açısından hayırlı olmadı: Spor.

Şöyle anlatayım: Biz kapitalist, acımasız, numaracı, yalancı Batı’ya karşı eşitlik, özgürlük ve kardeşlik umudunun, Doğu Bloku’nun sahasındaki çimlerde top koşturduğuna inanıyorduk. Moskova, her duyduğumuzda içimizi ısıtıp bir hoş eden şehrin ismiydi. Herkes eşitti o şehirde, herkes mutlu... Kızıl Ordu’nun dünya barışını koruyan yegâne ordu olduğunu düşünürdük. İnsanlık nükleer bir kıyamete maruz kalmıyorsa bu, yenilmez Kızıl Ordu’nun yüzü suyu hürmetineydi. Berlin’i, Budapeşte’yi, Prag’ı tanklarla terbiye etmişse bir bildiği, Afganistan’ı işgal etmişse iki bildiği vardı. Adi emperyalistlerin kirli oyunlarını bozmak kolay iş değildi neticede.

Dediğim gibi, ailecek spora düşkündük. Yapmaya değil, izlemeye... Futbol seyircisinden ibaret değildik. Basketbol, voleybol, su topu, buz hokeyi gibi takım oyunlarının da sıkı takipçisiydik. Atletizm, yüzme, jimnastik gibi bireysel sporların hayranıydık. Eskrim, okçuluk, atıcılık gibi nispeten ‘marjinal’ alanlara da hatırı sayılır ilgi duyardık. Spor merakımızın yelpazesi epey genişti. Çünkü spor, karanlık Batı ile aydınlık Doğu arasındaki mücadelenin tezahürünü bulduğu sahalardan biriydi; orada kaydedilen her galibiyet, kazanılan her zafer, aynı zamanda sosyalizmin hanesine de yazılıyordu.

Eski Türkiye Komünist Partisi’nin çıkardığı Bilim ve Sanat diye bir dergi hatırlarım. Evimizde hâliyle bütün sayıları bulunurdu. Haziran 1982 tarihli sayısını spora ayırmış ve olimpiyatlarda ülkelerin kazandığı madalya sayıları üzerinden bir dünya değerlendirmesi yapmıştı. Sovyetler Birliği, Doğu Almanya ve diğer Doğu Bloku ülkelerinin kazandığı sportif zaferlerin sosyalist sistemin üstünlüğüne delalet ettiğini öne sürüyordu. Değil mi ki spor insani gelişimin temel unsurlarından biriydi, e işte sosyalizm bunu başarmıştı. Söz konusu üstünlük sürecek, başarı makası daha da açılacaktı, ta ki kapitalist Batı sistemi yıkılana kadar.

Bu bilinçle izlenen spor müsabakalarının da fazladan bir heyecanı vardı. Yani bizim için bir müsabaka asla sadece bir müsabaka değildi.

Sanki az sonra evimizi basacak polislerle çatışmaya girecekmiş gibi tedirgin, yürek ağızda izlerdik olimpiyatlar ve dünya şampiyonalarını. Sonucun seyrine göre, üzüntümüz büyük, sevincimiz dev olurdu. Söz gelimi 1980 Moskova Olimpiyatı’nda Sovyet Vladimir Salnikov, serbest yüzmenin en zorlu dallarından 1500 metrede dünya rekorunu ilk kez 15 dakikanın altına çektiğinde (14.58.27) havalara uçmuştuk. İşte sosyalizmin yarattığı süper insanlardan biri karşımızdaydı. Aklıma gelmişken, rekor şu an 14.31.02 ile Çinli Sun Yang’a ait. Biz Soğuk Savaş döneminde Çinlilerden hiç hoşlanmazdık, zira Çin ‘Maocu Bozkurtlar’ın hamisiydi.

Yıllarca Sovyet Ermenistan’ından uzun atlamacı Robert Emmiyan’ın, Bob Beamon’ın 1968’den kalma 8.90’lık dünya rekorunu kıracağı günü bekledik. Zira 1987’de 8.86 atlamış ve umudumuzu zirveye çıkarmıştı (hâlâ tüm zamanların en iyi dördüncü derecesidir bu). Üstelik Ermeni idi, biz halkların kardeşliğine inanırdık, o yüzden Emmiyan’ı bir nevi kardeşimiz, abimiz sayıyorduk, rekoru kırmasını daha bir iştiyakla istiyorduk. Ama bekle bekle, o gün gelmek bilmedi. Rekoru kırmak bir başka Amerikalıya, 1991’de 8.95 atlayan Mike Powell’a nasip oldu.

1986 Dünya Basketbol Şampiyonası’nın yarı final ve finalinde neredeyse kalpten gidiyorduk, parmaklarımızda yenmedik tırnak kalmadı. Yarı finaldeki efsanevi Sovyetler Birliği-Yugoslavya karşılaşmasında (biz Yugoslavya’ya da mesafeliydik, çünkü Yugoslavya Moskova’ya mesafeliydi) son 33 saniyede art arda üç üçlük atarak maçı uzatmalara taşıyan Letonyalı Valdis Valters de bir başka süper insandı bizim gözümüzde. 91-90 kazandık. Finalde karşımızda elbette ABD vardı. Neredeyse Yugoslavya maçının bir tekrarı yaşandı. Karşılaşma boyunca epey geriden gelen Sovyetler son iki-üç dakikada yine şahlandı. Sahnede yine Valters, onun yanı sıra Arvydas Sabonis ve Rimas Kurtinaitis vardı. Art arda sayılarla maç yine uzatmaya gidecekti ki Valters son atışı kaçırdı. 87- 85 yenildik. Üzüntüden iki gün kendime gelemediğimi hatırlarım.

1988 Avrupa Futbol Şampiyonası Finali de hüsran oldu bizim için. Sovyetler Birliği 1960’tan beri şampiyonluk kazanamıyordu. Sonrasında iki final oynamış, ikisini de kaybetmişti. Rakip dişliydi ama Valeri Lobanovsky’nin kalesi Rinat Dasayev tarafından korunan takımı bu kez kupayı kapacaktı, emindik. İlk yarının 32. dakikasında Ruud Gullit ilk darbeyi vurdu: 0-1. İkinci yarı başladığında enseyi karartmamaya bakıyorduk ama Hollanda alt edilecek gibi değildi.

Fırtına gibi esiyorlardı sahada. Derken 54. dakikada Marco van Basten’in o inanılmaz golü geldi. Neredeyse sıfır noktasından ayağının dışıyla öyle bir vole çaktı ki kalede Dasayev değil, Tanrı olsa yapacak bir şey bulamazdı. 0-2. Yetmişli dakikalarda Sovyetler bir penaltı kazandı. Umutlandık; Sovyetler yine şaha kalkacak, maçı uzatmaya götürecekti. Vuruşu, yampiri yürüyüşlü, dökük saçlı bir tuhaf oyuncu olan Ukraynalı Igor Belanov yaptı ama kaleci Hans van Breukelen’i geçemedi. Nadiren küfreden babamın “Bacağına s.çayım!” diye bağırdığını hatırlarım.

Soluk soluğa izlediğimiz dallardan biri de kadınlar yüksek atlamaydı. Batı ile Doğu arasındaki rekabetin dorukta olmasının yanı sıra, galiba bilhassa sporcuların hoş fiziğinden mütevellit alengirli bir durum da vardı işin içinde. Bir nevi adrenalin ile libidonun buluşma noktasıydı kadınlar yüksek atlama. 1984’te 2.05 ile dünya rekoru kıran Sovyet Tamara Bykova’nın atlayışa konsantre olurken saçlarını kulaklarının arkasına kıstırmasını hayranlıkla izlerdik.

1987’de kırdığı 2.09’luk dünya rekoru hâlâ geçilemeyen Bulgar Stefka Kostadinova’nın yanağındaki benini ve kısa saçlarını ona çok yakıştırırdık. Doğu Bloku’ndan gelen bu yüksek atlamacı kadınların güzelliğini de sosyalizmin başarılarından biri olarak görmeye meyilliydik.

Kadınlar yüksek atlamada zafer naralarıyla hüsran birbirini takip ederdi. Federal Alman Ulrike Meyfarth, İtalyan Sara Simeoni ve Amerikalı Louis Ritter canımızı az sıkmadı. Batı’nın Afganistan işgali sebebiyle boykot ettiği 1980 Moskova Olimpiyatı’na, ‘olimpiyat takımı’ bayrağı altında katılan Simeoni’nin onca Doğu Bloku atletini geride bırakıp kazanması moralimizi alt üst etmişti. (Simeoni 1.97 atlayıp Moskova’da altın madalya kazanan tek Batılı kadın sporcu oldu.) Louis Ritter’in 1988 Seul Olimpiyatı’nda, üstelik gözdelerimiz olan Kostadinova ile Bykova’yı geçip 2.03 ile altına uzanması asabımızı harap etmişti.

Daha onlarca hikâye anlatılabilir bunlara benzer ama vuruş sayısı epey kabardı, burada bırakayım. Şimdilerde babam ne yapıyor bilmiyorum. Galiba olimpiyatlarla veya dünya şampiyonalarıyla pek alakası kalmadı. Ben de artık heyecanla beklemiyorum; illa ki olimpiyatların bilgisine sahip oluyorum, takip de ediyorum ama dünya şampiyonalarından bazen haberim bile olmuyor, yapılıp bittikten sonra öğreniyorum. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Soğuk Savaş döneminin keyfi yok. Zira savaş soğuktu, ama harareti yüksekti.

Socrates Dergi