
Sokaktan Zirveye
8 dk
Türkiye'de futbolun sorunları hep Süper Lig ya da yabancı sınırı gibi vitrinler üzerinden görülüyor. Oysa belki de konuşmaya beton yığınlarına çevirdiğimiz şehirlerden başlamak gerekiyor.
2002 Dünya Kupası'nda günün verimli saatlerini ekran karşısında milli takımı destekleyerek geçiren jenerasyon bugün ülkenin üreten, dinamik, karar verici nesli konumunda. Eğitimi ne olursa olsun; beyaz yaka, mavi yaka ya da işçi sınıfı apoletiyle bu nesil ülkenin büyük şehirlerine doluşmuş ve yüksek apartmanlara karşı talebini arttırmış durumda. Uzatılan mikrofonlara başarımızın sırrı olarak futbolu sokakta öğrendiğimiz cevabını vererek gururlansak da ülkede futbolun zirveye ulaştığı 2002'den bu yana memleket genelinde çok fazla kat çıkıldı. Belki de bütün hikâyemiz burada başladı ve burada bitti.
Türkiye'nin büyük şehirlerinin 1950'lerden itibaren hızla insanların yaşam alanlarından rant alanlarına dönüşmesi, etkisini belki de en çok 1980'lerde hissettirdi. Tarla, bostan, arazi, bahçe kültürü yükselen binalarla rolünü sokaklara teslim ederken, arabanın altına kaçan topu almaya gönüllü son jenerasyon 2008'de ülkeye bir Avrupa üçüncülüğü, devamında da Euro 2016 katılımını hediye ediyordu.
Peki ya sonrası? Sorunları büyük takımlar ve en üst lig üstünden çözmeye hevesli spor medyası, yabancı meselesine sıkıştırdığı ülke futbolunun fiziki, ekonomik, yapısal sorunlarını tartışmaktan kaçınırken, oyun sahalarına beton dökülmesine ses çıkarmadı. Yetmedi; bir önceki dönemin amatör futbolu da gözeterek inşa ettiği, yan sahaları bol stadyumların yerine yapılan, geniş otoparklı stadyumları överek, ülke futbolundaki 'gelişime' vurgu yapmayı ihmal etmedi. Gelinen noktada elimizde ekonomisi çökmüş, tesisleri Avrupa standartlarının gerisinde kulüpler kalırken, amatör futbol bitme noktasına geldi.
Problemi Tanımlamak
Modern dünya tanımlar üstüne inşa edilmiştir. Karşılaştığı sorunları anlamaya çalışır, tanımlar ve çözüm yolunu aramaya başlar. Bu bakış açısı ile yola çıktığımızda futbolun üç ana unsura ihtiyacı olduğunu görürüz: Oyuncular, futbol topu ve oyun alanı. Avrupa'nın en kalabalık genç nüfusuna sahip ülkesi aynı zamanda dünyanın en büyük 15 ekonomisinden biri ve oyuncuları bulmakta, onlara bir top vermekte günün koşullarında pek zorlanmıyor. Dahası ülke bu çocuklara futbol topu vermekte zorlandığı ekonomik krizler dönemlerinde futbolda zirveyi görürken, nasıl oldu da bunu sürekli hâle getiremedi, bu başlı başına disiplinlerarası derinlemesine araştırmaya ihtiyaç duyan bir husus olmayı sürdürüyor. Belli başlı noktaları birleştirerek sorunu anlamaya gayret edebiliriz.
Malcolm Gladwell'in Outliers (Çizginin Dışındakiler) kitabıyla tüm dünyada popüler hâle gelen '10 bin saat kuralı', yola çıkarken kullanacağımız haritada başlangıç noktası olarak işaretlenebilir. Bu teoriye göre, bir işe dair uzmanlık için harcanması gereken minimum süre 10 bin saattir ve bunu çok daha erken yaşlarda tamamlayanlar, alanlarında diğerlerinin önüne geçerler. Elbette dünya komplekstir ve hiçbir veri tek başına her şeyi açıklamaz; ancak 10 bin saat bir ön şart olarak değerlendirilebilir.
Fikrin çıkış noktasında Macar eğitim psikoloğu Laszlo Polgar'ın fikirlerinin yattığını söylemek mümkün. Yeteneğin doğuştan gelmediğini ve uzmanlaşmada çalışmanın büyük önem taşıdığına vurgu yapan Polgar, çocukların sahip olduğu sonsuz potansiyeli ortaya çıkarmanın toplumun bir görevi olduğunu vurguluyor (Sıçrama - Matthew Syed, sayfa 59). Dünyanın ilk kadın satranç şampiyonlarını teorileri doğrultusunda kendi kızları olarak yetiştiren Polgar, iddiasını bireysel sporlar seviyesinde kanıtlamış görünüyor. Peki, takım sporu olan futbol bunun neresinde kalıyor?
Şu günlerde Arsenal'dan ayrılan baş gözlemci Sven Mislintat'ın aralık ayında Zeit Online'a verdiği son röportajda söyledikleri, işin futbol tarafında bir başlangıç noktası sayılabilir: “Brezilya'nın favelalarındaki çocuklar 12 yaşlarına geldiklerinde 10 bin saati çoktan tamamlamış oluyorlar. Almanya'da bir çocuğun bunu yapabilmesine imkân yok. Dolayısıyla onlar kadar teknik oyuncular yetiştirmemiz çok zor.” Peki ya Türkiye'deki çocuklar? Bizim çocuklarımız, Brezilya'daki ya da Almanya'daki yaşıtlarının neresinde kalıyor?
Koşmayı Öğrenmek
Şehirleşmesi itibarıyla, Avrupa'dan farklı şekilde ABD'ye benzeyen Türkiye'de son otuz yılda patlayan kentleşme; rant, mülkiyet hakkı ve yağmalarla ne olduğu belirsiz beton birikintisine dönüştü. Yüksek göç, barınma ihtiyacını arttırırken ekonomik krizler ve değişen iktidarlar, geleceği planlamaktan ziyade palyatif çözümlere odaklanınca önce boş araziler, devamında da yüksek nüfus ve makineleşme ile sokaklar yok oldu. Büyük bölümü yüksek apartmanlara doluşan nüfus, belki otuz sene öncesine göre refah açısından daha iyi seviyede ancak temel ihtiyaçlar ekseninde belli doygunluğu yaşayan insanlar artık yeni problemlerle karşı karşıya. İhtiyaçlar piramidinin sonraki basamakları artık yeni problemlerimizin ana konusu.

1970'lerden bu yana pek çok TV programı ve yazı dizisine konu olan oyun alanlarının küçülmesi meselesi, özellikle İstanbul ve Ankara'da artık son noktaya geldi. Mahalle kavramının yok olması, bitmeyen inşaatlar, artan trafik ve yok olan oyun alanları, çocukları evlerin içine sıkıştırdı. Bu durum kilo problemi, dikkat eksikliği, motor becerilerde zayıflıklar gibi sorunları beraberinde getiriyor. Amatör futbola ulaşım bitme noktasına gelirken, mahalle aralarındaki halı sahalarda peşi sıra açılan futbol okulları, metropollerdeki ihtiyacın açık bir göstergesi. Ailelerin önemli kısmının çocukların hareket etmemesinden şikâyetçi oldukları bir ortamda, koşmakta zorlanan, koşmayı baştan öğrenen çocuklara rastlamak çok da şaşırtıcı değil. Şehirlerde nefes alınacak yer kalmadığından şikayetçi orta sınıf, artık güvenlikli ve içinde küçük hareket ve oyun alanlarının bulunduğu sitelere yönelmeye başladı. 2019 Türkiyesi'nde Latin Amerika'dakine benzer bir toplumsal yapı ya da yüksek suç oranı gibi durumlar olmamasına karşın metropollerde insanların tercihlerini bu yönde yapmaya başlamasının arkasında, çocuklarına güvenli oyun alanları yaratma motivasyonu olabilir.
Oyunu oynamak için gerekli üç ana unsurdan biri olan oyun alanı, modern Batı ülkelerinin 10 bin saati tartıştığı bir dönemde bizim çocuklarımızın en büyük eksiği gibi görünüyor. Futbol artık sokaklarda sürekli pratik edilen bir oyun değil. Bu durum sadece fiziksel değil, sosyal beceriler açısından da çocukları dünyadaki yaşıtlarının gerisinde bırakıyor. Uzayan okul saatleri, sokakla kesilen ilişki, Türkiye'de çocukların dünyadaki pek çok yaşıtından çok daha az oyun oynadığını gösteriyor. Aktif Yaşam Derneği'nin verilerine göre, Türkiye'de çocukların yüzde 58'i hafta içi 1-2 saat dışarıda oyun oynarken, başka bir araştırma çocukların yüzde 65'inin 1 saatten daha az oyun oynadığını gösteriyor.
Çocuklarını Sevmeyen Ülke
İngiltere Futbol Federasyonu, Futbol Gelişim Programı'nı açıkladığında en büyük kaynağı amatör futbola (Grassroots) ve antrenör gelişimine ayırmıştı. Futbol ekonomisinin lider ülkesi, yoğun yabancı akışında ülkesinin artan pazar payından memnun olsa da futbol milli takımlarının geri kalmasından şikâyetçiydi. Geçen on senelik süreçte alt yaş gruplarının tamamında zirveye çıkan İngilizler, uzun yıllar sonra oynadıkları futbolla herkesi tatmin ederek 2018 Dünya Kupası'nı da dördüncü sırada tamamlamıştı. Bugünlerde Brexit'in de etkisiyle yabancı sınırı tartışmalarının sıklaştığı Ada'da federasyon, birkaç ay önce Liverpool kulübünden milli oyuncu Dominic Solanke'nin neden süre almadığına dair rapor istedi. Bournemouth'a transfer olan oyuncunun, şampiyonluğa giden Kırmızılar'dan ayrılmasının altındaki nedenlerden biri federasyonun politikası olabilir.
Hızlı endüstrileşen ve gelir kalemleri yükselen Süper Lig popülizminin kuvvetli etkisi, devletin konuyu düzenlemekten kaçınması ve medyanın yeniden üretilmiş gerçeklerinin* kamuoyuna taarruzu ile birlikte futbolun, hatta sporun asıl sorunları maskelendi. Amatör futbolun bitme noktasına gelmesi, oyun alanlarının azalması, artan yabancı sayısı, Avrupa'daki 'üretim fazlası' olarak tanımlanabilecek, yetiştikleri ülkenin en üst seviye liglerinde kendisine yer bulamayan Türk oyuncularının Türkiye'ye akışı ile birleşince, kulüp akademileri de tükenme noktasına geldi. Daralan yerli oyuncu piyasasında, makro ekonominin gereği olarak fiyatlar yükselirken, bu durumun suçlusu yerli oyuncular oldu.
Mustafa Reşit Akçay geçen sezon, yabancı sınırının tartışıldığı dönemde, Konyaspor'un Beşiktaş'a 2-0 yenildiği maçtan sonra şu açıklamayı yapmıştı: “Bu ülkenin çocuklarını iyi eğitmeden, onlara diğerleriyle aynı imkânları vermeden, 'Hadi çık ve onlarla rekabet et' diyorsunuz. Bunun neresi adil?” Oyun alanlarını ellerinden aldığımız çocuklarımızı sürekli en iyilerle karşılaştırıp neden onlar gibi olmadıklarının hesabını soruyor, onlar gibi olabilmelerinin yollarını gösteriyoruz. Üstelik onları sevmiyoruz bile; eğer yurtdışına gitmemişlerse tabii. Futbol da toplumsallığımızın bir yansıması ve self oryantalizmin etkisi altında.
Mekanda Adalet Derneği, Yıldıztabya Spor Kulübü ile ilgili hazırladığı Şantiye Sahası: Kentsel Dönüşüm Futbolun Peşinde isimli belgeselde, Gaziosmanpaşa'da kalan son futbol tesisinin yok olmaması için uğraşan insanların yardım çağrısını duyurdu. 24 takımın kullandığı sahanın kötülüğü bir tarafa, videoda da anlatıldığı üzere uzun süre elektriğin olmaması nedeniyle formaları imece usulü birbirlerinin evlerinde yıkatmaları, kötü zemin nedeniyle her hafta birkaç oyuncunun sakatlanması, yeni tesis sözüyle tesislerinden çıkarılan diğer Gaziosmanpaşa takımlarının da Yıldıztabya sahasına yönlendirilmesi -Şişli'deki Halide Edip Adıvar kulübünün de maçlarını burada oynadığı ifade ediliyor- ülke futbolunun karanlık yüzü.
Oysa kulüpler klasmanında ülke futbolunun zirvesine çıkan Galatasaray, UEFA Kupası şampiyonu olurken, süre alan 14 oyuncusunun dokuzu Türkiye doğumluydu. Bu başarı kendimizle barışmamız için bir fırsattı ancak durumu kısa sürede kendimize düşmanlığa çevirmeyi başardık. Belki de hikâyenin başladığı ve bittiği noktaya geri dönüp, çocuklarımıza ne yapmaları gerektiğini söylemek yerine oyun alanlarını iade ederek, onlara oyun için daha fazla süre vererek işe başlayabiliriz; zira bu başarıya ulaşan nesil ne elit akademilerde yetişti ne de elit antrenörlere sahipti. Çocuklarımızı sokaklara yeniden çıkarmak, 10 bin saati, farklı sosyal sınıflardan yaşıtlarıyla bir futbol topunun peşinde geçirmelerini sağlamak, sadece futbolun değil, toplumun gerilmiş iplerinin gevşemesine, ortak yaşamın üretilmesine de etki edebilir.