Son 400'ün Büyüsü

8 dk

Hipodrom kimiler için talih yuvası, kimileri içinde hayallerin yıkıldığı yer ama asıl önemlisi orada olabilmek.

Mevzu tribün olduğunda at yarışları camiası diğer spor dallarıyla, hele ki futbolla mukayese edilemez. Bir futbol müsabakasının öncesindeki temrinler de hesaba katıldığında, pekâlâ saatlerce süren bir ayinden söz edebiliriz. Oysa hipodromda, yaklaşık 30 saniye süren patlamalar vardır sadece. Atların 400 metrelik son düzlüğe çıkmalarıyla birlikte kopan bir fırtına…

Öncesi sabırsız ve gergin bir bekleyiştir. Yarışın son 400’e kadar olan bölümü tribünlere hayli uzak bir mesafede cereyan ettiğinden, olup biteni görmeniz de pek mümkün değildir. Ne zaman 600 dönüşünün ardından tribünlerin önüne gelirler, seyirci için yarış o zaman başlar. Ortalık nal sesleriyle gümbürdeyince -müthiş bir sestir bu- futbol tribünlerindeki Meksika dalgasını andıran bir ayaklanma ve tezahürat bir uçtan başlar, giderek artan bir heyecanla finiş çizgisine kadar sürer. Hele bir de yarışın son metreleri bir kaç atın ‘kafa-burun’ mücadelesine sahne oluyorsa, tribünlerin tansiyonu eşine az rastlanır bir çılgınlığa dönüşür.

Sonra? Sonrası tam bir hengâme! Kazananın sevinci, kaybedenin hüznü, yarışın sonucuna bağlı olarak kimi zaman bir şaşkınlık hâli, çoğu kez isyan… Hepsi yüksek sesle dile gelir bu duyguların… Yanınızda ille de bir tanıdığınız olması gerekmez. Öylece orta yere söylersiniz aklınızdan, gönlünüzden geçeni. Kaybedenin isyanı galiz ifadelerle dile gelse de buna aldırış eden olmaz genellikle…

Herkes Tek Başına

Futbol tribünlerinde taraftarlık hâli, binlerce kişinin ortak bir duygunun etrafında birleşmesi olarak tezahür eder. At yarışlarında durum farklıdır. Bir yarışta ne kadar at koşuyorsa -teorik olarak- o kadar ‘taraftar grubu’ vardır tribünde ve birbirleriyle uyumlu, planlanmış ya da önceden tecrübe edilmiş bir teşvik eylemi göremezsiniz. Herkes “Yürü be!” benzeri bir şeyler haykırır ama sadece kendi kuponunda yer verdiği ata… Hasılı, hem ortak bir bağrışma hâli görülür, hem de herkes tek başınadır.

Her yarışta tekrar eder aynı şeyler… İki yarış arasındaki yarım saatlik sürede -hayattaki en sıkıcı yarım saatir bu- insanların çoğu bir sonraki yarışta kapışacak atların boy gösterdiği padok etrafına doluşur. Safkanların halinden tavrından kendince sonuçlar çıkarıp hızla yeni kuponlarını hazırlamak için gişelere koşarlar. Atlar piste çıkıp ‘starting box’ın arkasına geldiklerinde tribünler yeniden dolar. Ve bir kez daha o müthiş son 400’ün bekleyişi başlar.

Hipodrom Özgürdür

Hipodromda, statlara göre çok daha özgürsünüzdür. Tribünün bir koltuğuna mıhlanıp kalmazsınız. Yarışların koşulduğu anlar dışında gezip dolaşırsınız. Hipodrom size bu imkânı fazlasıyla verir. Yeme içme işleri de iyidir. Misal, Veliefendi… Güzel isimli mekânlar vardır: Şans Büfe, Ganyan Restoran, Gölgeyele Bistro… Bahisçilerin damak zevkine uygun envai çeşit yiyecek içecek bulabilirsiniz hipodromda. Acılı-acısız turşu suyu, meşhur Adana şalgamı, Çengelköy bademi, İnegöl köfte, nohutlu pilav, döner, meşrubat, bira… Sağda solda “Biranızla dışarı çıkmayın” uyarıları görebilirsiniz, pek aldırış etmeyin, şeffaf plastik bardaklarda verilen 50’lik biranızı tribünde bile yudumlayabilirsiniz. Zaten herkes öyle yapıyor. Dahası, ehlikeyifseniz, cüzi bir meblağ karşılığı kendinize bir loca da ayarlayabilirsiniz. Eşinizle dostunuzla bir yandan yiyip içip, bir yandan da yarışları takip edebileceğiniz, tribünün en güzel yerinde bir muhabbet mekânı…

Hipodromlar zengin bir insanlık galerisidir. Şimdilerde genç popülasyonda ciddi bir artış var gözleyebildiğim kadarıyla… Çoğu, tecrübe müessesesine saygılı çocuklar. Yaşlı ağabeylerine şöyle seslendiklerine sık tanık olursunuz: “Erdoğan Abi, var mı bir şey?”

Bu kısa sorunun kendi içinde ne kadar çok şey barındırdığını herkes bilir. Kulağına gelen bir tüyo var mı? Şöyle sağlam bir tek verebilir misin? Bugün bomba hangi ayakta patlar? Erdoğan Abi’nin keyfi yerindeyse yapar bir güzellik. Yoksa, soruya soruyla karşılık verir: “Sizde bir şey var mı?” Diyalog başlamadan biter.

‘Erdoğan Abi’lerin sayısı az değildir hipodromda… Onları hemen tanırsınız. Gösterişsiz insanlardır. Son ayakta yatmış ve buruşturulmuş altılı kuponları gibi hüzünlü kırışıklıklarla doludur yüzleri. Kimbilir kaç Gazi’nin, kaç Tay Deneme’nin, kaç Kısrak Koşusu’nun hatırası gizlidir o çizgilerde. Bu abilerin hâlâ umudunu ve hevesini kaybetmemiş olanlarıyla geçmiş zamanların yarışlarına dair yapacağınız bir rakı masası muhabbetinin tadına doyum olmaz. Bulunmuş altılılar, direkten dönmüş kuponlar, ismi yıllar sonra bile saygıyla telaffuz edilen şampiyon safkanlar, korkunç jokey hatalarına kurban gitmiş yarışlar, tribünden renkli tipler…

Bakın, hemen aklıma bir tanesi geldi bile. Vaktiyle dostum Şakir Sinan Güngör anlatmıştı… Hadise hipodromda yaşanıyor. Gaddar’ın bir koşusu. Üstünde Dede Mutlu var. Start ile birlikte Gaddar numarayı alıyor, epey de bir fark yapıyor. Artık bütün mesele, son düzlükte arkadan gelen sprinter atlara yakalanıp yakalanmayacağı… Şakir’in hemen arkasında dikilen, iyi giyimli, efendiden bir bey namütenahi aynı cümleyi tekrarlıyor: “Yürü bakiim be Dede! Yürü bakiim be Dede! Yürü bakiim be Dede!”

Burada Dede Mutlu’dan özür dilerim. Kendisi yarışçılık tarihimizin hiç kuşkusuz en büyük ustalarındandır. 1992 yılında 50 yaşındayken altılı ganyana dâhil altı koşunun tamamını kazanmışlığı vardır. Tesadüf bu ya, o gün bindiği atlardan biri de Gaddar. Evet, tribünde yaşanmış bir hadiseyi anlattık. Zaten, bütün jokeyler muhtemelen bu türden öfke patlamalarının hedefi olmuştur ve kendileri de bunun farkındadır. “Jokeyliğin kaderinde var” diyelim… Böyledir bahisçiler… Nasıl diyelim, biraz vefasızdırlar. Bir koşuda baş tacı ettiği jokeyi yarım saat sonraki koşuda terreddüt etmeden harcar. Süleyman Akdı’ya bütün koşu boyunca “Yürü be İmparator!” diyen insanların yarış sonunda, o İmparator’u küfür kabilinden bir ön ekle “Sülo” mertebesine indiriverdiğine çok tanık olmuşumdur. Kabul etmek gerekir ki bahisçiliğin tabiatı gereği bencilce bir tarafı var. Kupon yapan insanın kazanmak dışında başka bir seçeneği yoktur. Kendi yazdığı atı geçmesin diye geriden gelen atı televizyon ekranında eliyle durdurmaya çalışanları, rulo yaptığı bültenle ekrana vurarak yarışın sonucunu etkilemeye çalışanları gördüm. Bu arada belirtmeden geçmeyelim; eskiden TJK’nin resmi bahislerinden başka, biracılarda, ocakbaşlarında, kahvelerde gayriresmi bahis oynatan ‘yazıcılar’ vardı. Yarışların televizyondan seyredildiği o mekânlar da en az hipodrom kadar, belki de daha enteresan ve renkliydi. Tabii oralar ancak bir başka yazının mevzusu olabilir.

Ben bu işlere ilgi duymaya başladığımda haftada sadece üç yarış günü vardı. Şimdilerde her gün iki şehirde yarış var. Yetmedi, yabancı yarışlar üzerinden de bahis oynatılıyor. Hâl böyle olunca, işin mesaisi gereğinden fazla uzadı. Bahisçilik, disiplinli ve sabırlı bir çalışmayı ve yarış takibini gerektirir. Lakin bu kadar çok yarış koşulunca insan ipin ucunu kaçırıyor, heves de azalıyor. Tabii bunun da iyi yanları yok değil. Hırstan arınmış bir bahisçilik giderek hoş bir hobiye dönüşüyor. O güzelim safkanlar, son 400’e çıktıklarında, yer gök nal sesiyle dolunca artık kuponunuzda ne yazdığına bakmıyorsunuz. Köpük köpük tere batmış atların üzerinde bütün güçleriyle fotoya önde ulaşmaya çalışan jokeylerin, Bukowski’nin deyimiyle ‘parlak ipek giysilerinin içindeki küçük şeytanlar’ın mücadelesi, o mücadelenin hakikiliği ve estetiği ilginizi daha fazla çekiyor. İyi şanslar…

‘Padok gözü’ diye bir şey vardır. Yarış öncesi atların görünümünden form durumunu anlama meselesi. O göz bende hiç olmadı. Yılların tecrübesiyle kazanılan bir meziyet. Ben oraya kendi kahramanlarımı, jokeyleri yakından görmek için giderdim. Sonradan bir Gazi günü jokey odasına çekim yapmak için girmişliğim de oldu. Galiba Miramis’in kazandığı seneydi. Doğrusu, hayatımın en heyecan verici günlerinden biriydi. Halis Karataş, Selim Kaya, Fuat Çakar, Arslan Birdal, Saadettin Boyraz ve diğerleri… Hepsi oradaydı, yanı başımda… Hatta o gece Dettori bile at biniyordu ve o da jokey odasındaydı.

Socrates Dergi