"Sen Topuna Bak"ın Çöküşü

12 dk

“Spora siyaset karıştırma!” duvarı bugüne kadar birçok sporcunun karşısına dikildi. Oysa bu ezberin gerisinde yüzyıllara dayanan bir eşitsizlik ve ayrımcılık zinciri var.

Dünyada milyonlarca insanın paydaşı olduğu aktiviteler göz önüne alındığında, sporun bunlar arasında üzerine en az düşünülenlerden biri olduğu söylenebilir. Her gün milyonlarca insanı peşinden sürükleyen bir temaşanın, dahası milyarlarca doların döndüğü bir pazarın üzerine hiç konuşulmadığını söylemek mümkün değil tabii. Ancak özellikle medyada, tüm tartışmanın sporun saha içi kısmı üzerinden döndüğünü, spor dünyasını oluşturan koşulların tartışılmasından itinayla kaçınıldığını görüyoruz. Durum böyle olunca, sporu anlamlandırma ve toplum hayatı içinde konumlandırma çabaları, sakız gibi çiğnenen klişelerin kurbanı oluyor. "Spora siyaset karıştırmamak" bu klişelerin en önde geleni ve muhtemelen en zararlısı…

Spor, toplumsal bir fenomen, üstelik küresel düzeyde. Bugün sporun toplumsallığından söz edemeyeceğimiz herhangi bir yer yok. Zira spor; sporcusuyla, hakemiyle, seyircisiyle, organizatörüyle, federasyonuyla, medyasıyla milyonları kapsayan çok geniş bir ekosistem. Toplumsal bir olgu, doğası gereği hem kendi güç ilişkilerini hem de diğer toplumsal olgularla ilişkilerini yaratıyor. Bu ilişki manzumesinin politik olmaması, eşyanın tabiatına aykırı. Sporu kimin yönettiğinden, sporun nasıl yönetildiğine dair her tartışmanın özü politik. Dolayısıyla, sporu siyasetten ayrı, izole bir adacık gibi görmek mantıksız ve hatalı.

Tarihsel perspektiften bakarsak; 17. yüzyıldan itibaren Endüstri Devrimi ile beraber kırsal oyunlardan modern sporlara geçiş, başlı başına dönemin siyasal, toplumsal, ekonomik koşullarıyla iç içe geçiyor. Özellikle endüstrileşmenin merkezi olan Britanya'da, işgücü eksiğinin kırdan kente kaymasıyla beraber, kentlere göç başlıyor ve kırsal oyunların sahibi olan halk, ilk işçi sınıfını oluşturuyor. Ancak, fabrikalarda kendilerine dayatılan ağır çalışma koşullarında, oyunlara vakit ayıramıyor ve oyunların sahipliğini, bunları bir beden eğitimi ve disiplin aracı olarak kullanan burjuva okullarına kaptırıyorlar. Bu noktadan itibaren spor, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki mücadelenin yeni bir mevzii hâline geliyor. Spor ticarileştikçe, yani üzerinden para kazanılabilir hale geldikçe, organizatörler, fabrika işçilerinin yevmiyelerini karşılayıp spor sahalarına getiriyor. Profesyonellik, yani spor işçiliği böyle doğuyor, tabii amatörlük-profesyonellik tartışması da. Sporu zevk için yapan ve onu yöneten egemenler yani amatörler, profesyonelleri yani spor işçilerini yasaklıyorlar. Dahası, işçiler sendikal mücadeleler sonucu daha insani koşullarda çalışmaya başladığında yani zevk için spor yapmaya vakit bulduklarında; burjuvazinin kurduğu kulüplere üye olmaları da engelleniyor, mesela kulüp aidatları işçi yevmiyelerinin üstüne çekiliyor. İşçiler, kendi kulüplerini kurduğunda ise küçük burjuvazi bu kulüpleri rant için ele geçiriyor. Sporu her ne kadar alt sınıflardan halk kitleleri popülerleştirse de sporun yönetimi hep egemen sınıfların elinde kalıyor, kuralları onların çıkarına göre belirleniyor. Hikâyenin buraya kadarki kısmının politik olmadığını iddia etmek mümkün değil. Bugün yokmuş gibi davranılan sınıf çelişkisi, modern spor içindeki en belirleyici unsur.

Bugüne dönüp en popüler spor dallarına baktığımızda, durum hiçbir şekilde farklı değil. Ülkemizde ve dünyada profesyonel spor, fakir çocukları için büyük bir sınıf atlama aracı. Sporun büyük yıldızlarının çok önemli bir kısmı, toplumun en kırılgan, en dezavantajlı katmanlarından çıkıyor. Diğer taraftan, yine ülkemizde ve dünyada, profesyonel sporun sahipliği ve yönetimi belki her zamankinden bile fazla, büyük sermayenin elinde. Profesyonel spor, yıldız sporcuların büyük paralar kazanmasıyla meşrulaştırılan bir toplumsal eşitsizliğin üstünde dönüyor. Sporcuların, karar alma süreçlerine katılımı neredeyse sıfır, diğer paydaşların, özellikle sporun bütün popülerliğini ve maddi kaynağını borçlu olduğu seyircilerin söz söyleme hakkı daha bile az. Kararları, onların adına birtakım zengin, yaşlı adamlar alıyor. Ve tabii ki bunu yaparken de çıkarlarını gözetiyorlar. O milyon dolarlar kazanıyor denilen sporcuların bile emeklilik koşulları çağın gerisinde. Kaldı ki bir avuç sporcunun dışında, binlerce sporcu hayatını zor idare ettirebiliyor. O bir avuç isim bile, hayat boyunca ayrımcılığa uğramaya devam edebiliyor.

Sporun egemenler safından olmayan herhangi bir paydaşı, bu eşitsizliğe ses çıkaracak ve kendi çıkarını savunacak olduğunda hep aynı ezber duvarına çarpıyor: "Spora siyaset karıştırma!" Bu söz söylenirken sporun diğer bütün toplumsal ilişkilerden bağımsız, toplumsal hayattaki güç dengelerinden, eşitsizliklerden kopuk, âdeta ütopik bir ada olduğu düşünülüyor. Oysaki gerçekler bunun tam tersi. Bugün, Katar'daki Dünya Kupası için yapılan stadyumlarda kölelik koşullarında çalıştırılan işçiler yüzer yüzer ölüyorsa sporun dünyanın düzeninden bağımsız olduğunu nasıl iddia edebiliriz ki?

Sosyolojinin en önemli isimlerinden Pierre Bourdieu, tüm toplumsal ilişkileri geniş bir oyun alanı olarak tarif ederken bu alanın içinde birbiriyle ilişkili ama özerk başka alanlar bulunduğunu söyler. Sporu da bu alanların arasında sayar. Ona göre toplumsal aktörler ekonomik, toplumsal, kültürel sermayelerine göre bu alanlar içinde mücadele verirken egemen aktörler hâkim düzeni korumaya çalışır, ezilen aktörler ise değiştirmeye. Bunun üzerinden baktığımızda, "Spora siyaset karıştırma!" ezberinin fonksiyonunu daha rahat anlayabiliriz. Egemenler tarafından telkin edilen bu ezberin meali, "Benim rahatımı bozma"dan başka bir şey değildir. Zira kendisi, çıkarlarını savunurken iktidar alanının bütün aktörleriyle iç içe ve ittifak halindedir, o zaman spora siyaset karışmasının bir mahsuru yoktur. Rahatı bozulduğunda da tüm sahip olduğu iktidarı, rahatını bozanın üstüne boca etmekten çekinmez. Bu bazen bir sporcunun kariyerini bitirmek şeklinde olur, bazen de aşırı güvenlik önlemleriyle, mesela fişleyerek, kitleleri kriminalize etmek suretiyle…

ABD Kadın Milli Futbol Takımı kaptanlarından Megan Rapinoe

ABD Kadın Milli Futbol Takımı kaptanlarından Megan Rapinoe

"Spora siyaset karıştırma!" ezberinin ördüğü duvar, zaman zaman, 1968'de Tommie Smith ve John Carlos'un yaptığı gibi, sporun kimi paydaşlarınca test edilse de yakın zamana kadar sporun egemen sınıfını etkili bir şekilde korumaya devam etti. Ancak, son dönemde özellikle Amerika'da yükselen toplumsal adalet arayışları, spor dünyasının önemli yıldızlarından destek buldu, onların da sayesinde popülerleşti ve meşrulaştı. Bir önceki dönemin spor dışında hiçbir şey hakkında düşünmeyen 'Plastik Kahramanları'nın yerini, LeBron James, Serena Williams, Megan Rapinoe gibi düşündüğünü söyleyen ve geri basmayan yıldızlar aldı. LeBron James'in 2018'de Fox News'in aşırı sağcı sunucusu Laura Ingraham'la yaşadığı tartışma, dönemin nasıl değişmekte olduğunun bir nişanesi gibiydi. LeBron James, ABD Başkanı Trump'ı halkı anlamamakla suçladığında Ingraham, "Top sektirmek için 100 milyon dolar alan birinden siyasi tavsiye alacak değiliz. Çeneni kapa ve topuna bak" demişti. LeBron'un cevabı ise "Kesinlikle çenemizi kapatıp topumuza bakmayacağız. Ben toplum için çok anlam ifade ediyorum, gençler için çok anlam ifade ediyorum, bir çıkış yolu bulamayan çocuklar için çok anlam ifade ediyorum" oldu. Bir sene sonra bu kez Megan Rapinoe, Trump'a, bir siyasetçiye verilen en ağır derslerden birini verdi ve toplumsal muhalefetin arkasında birleştiği bir figüre dönüştü.

Ve tabii ki Colin Kaepernick. San Francisco 49ers takımının QB'si, Amerika'da siyahlara yapılan muameleyi protesto ederek milli marş sırasında diz çöktü ve milliyetçiliğin sorgulanamaz ideoloji olduğu bir ülkede tartışmayı altüst etti. 2016 yılından sonra hiçbir takım, Kaepernick'i kadrosuna almazken, bir dönem Super Bowl oynamış yıldız oyuncunun kariyerini bitirme yoluna gittiler. Bunlar arasında Houston Texans'ın 2018'de hayatını kaybeden sahibi Bob McNair'in "Hapishaneyi mahkûmların yönetmesine izin mi verelim?" sözleri, NFL'in çoğu Trump destekçisi olan beyaz ve zengin takım sahiplerinin, fakir mahallelerden gelen siyah ve Latin oyuncuları nasıl gördüklerinin bir temsili gibiydi. Kaepernick, kendisine uygulanan gizli boykota rağmen geri adım atmadı ve bir toplumsal muhalefet ikonuna dönüştü. NFL, bununla baş edebilmek için önce diz çökme protestolarını yasakladı, daha sonra kol kola girme gibi performanslarla sulandırdı, içinde Jay Z'nin de olduğu bir oluşumla ticarete döktü. Kaepernick'in hem protestosu hem de kariyeri NFL tarafından bitirilmiş gözüküyordu. Ta ki 2020 Mayıs'ında Minnesota polisi, George Floyd isimli bir siyah Amerikalıyı boğarak katledene kadar. Amerikan halkı, ülkeyi kuşatan ırkçılığa karşı sokağa inerken Kaepernick'in protestosu hiç olmadığı kadar güçlü geri döndü. NFL'e özür diletecek, protesto yasağını kaldırtacak, hatta Trump'a doğrudan karşı çıktıracak kadar. Sporun beyaz, zengin ve yaşlı erkekleri ilk kez siyah, genç ve fakir Amerika'nın sesini dinlemek zorunda kalmış, kendilerini var eden toplumsal adaletsizlikle yüzleşmek zorunda bırakılmıştı.

Benzer bir durum geçtiğimiz günlerde İngiltere'de de yaşandı. Liverpool futbolcusu Marcus Rashford, Boris Johnson hükümetinin fakir ailelerin aldığı yemek yardımlarını yaz aylarında kesmek istemesini eleştirmiş ve kendisinin çocukken yediği bedava okul yemekleri ve yemek yardımları olmasa bugüne gelemeyeceğini bir mektupta kaleme almıştı. Rashford'un başlattığı kampanya, Johnson'a geri adım attırdı ve 1,3 milyon çocuğun yemek yardımı almaya devam etmesini sağladı.

Sözün özü, spor başta söylediğimiz gibi toplumsal bir olgu. Toplumsal olan bir şeyin, siyasi olmaması mümkün değil; siyasi değilmiş gibi davranmanın ise tek sonucu, var olan eşitsizliklerin büyümesi. Bu nedenle, aslolan spora siyaset karıştırmamak değil, sporun yalnızca iktidar sahiplerinin karışabildiği bir alan olmaktan çıkarak, demokratikleşmesi. Ancak öyle bir spor ortamında, stadyum inşaatlarında can veren işçiler ya da küresel salgın koşullarında zorla top oynatılan futbolcular gibi çağdışılıkları geride bırakabiliriz.

Socrates Dergi