"Sonucu revirde öğrendim"

8 dk

İsmail Akçay, 1960’lı yıllarda ülke atletizminin yıldızıydı. 1968 Olimpiyat Oyunları’ndaki derecesiyle tarihe geçen Akçay ile kendi adını taşıyan parkta konuştuk.

Hep koşmak istedim, geriye hiç bakmadım… 181 defa milli olmuşum, 28 ülkeye gitmişim, sekiz sefer Türkiye, dört sefer Balkan şampiyonu, iki sefer dünya ikincisi, bir kez de olimpiyat dördüncüsü olmuşum. Olmuşum diyorum; çünkü bunları başkaları söylüyor bana. Sekiz sefer uluslararası yarışlarda birinciliğim var. Sadece göğsümdeki ay-yıldız için koştum.

Ben askerdim. Hocalarım da hep atletti; Yücel Seçkiner ve Nuri Turan. Onların teşvikiyle başladım. 20 yaşımdaydım. O zaman Ankara’da herkes beni geçiyordu. Önce Ankara’da geçmediğim adam kalmadı, sonra Türkiye’de, sonra da dünyada… Maraton, rakipten ziyade kendinle mücadeledir. Yıllarca o kadar çalıştım ki kızım doğdu, neredeyse beni görmeden büyüdü. Büyüdü, “Gel kızım” diyorum, çocuk benden kaçıyor, tanımıyor beni.

İlk kez Avrupa Şampiyonası’na gideceğim. Atletizm Federasyonu Başkanı Naili Moran 500 lira para verdi. Neye yetecek, dört kişiyiz! Hanımı Ankara’dan Balıkesir’e gönderdim, dört arkadaş paraları da taksim edip bizim evde kamp yaptık. Tarhana, bulgur, ne varsa onu yiyoruz. Hanım bir geldi, evde bir şey kalmamış.

Yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti’ne yük olmuyordum. Amerika, Japonya, Fas, Tunus, Finlandiya… Nereye gidersem gideyim, davet aldığım ülkeler masraflarımı karşılıyordu. Uçak bileti, konaklama, tercüman… Benim için en zoru, daveti kabul ettikten sonraki süreçti. İçimde bir burukluk olurdu. Oraya gezmeye gitmiyorsun, başarılı olmalısın. Büyük şehirlerin işlek caddelerinde yüzlerce kişi içinde koşuyorsun. Kalabalık, “Turco tempo!” diye bağırdığı zaman tüylerim diken diken olurdu. Çok şükür hiç de başarısız olmadım.

Bir gün Naili Moran’a, “Başkan, niye hep Akçay’ı gönderiyorsun yurt dışına?” siteminde bulundular. Moran’ın cevabını hiç unutmam: “Kumaş kaliteli olunca satması kolay oluyor.”

Maddi olarak büyük ödüller yoktu o zaman ama manevi olarak çok şey kazandım. Las Vegas Maratonu’na gidiyordum. Dean Martin’in, Frank Sinatra’nın kaldığı otellerde kalıyordum. Restoranlar, Rolls Royce’lar… Çok enteresan bir dünya. Tuvaletlerde bile kumar makinesi var. Oradan ülkeye dönüyorum, köyüme gidiyorum. Dokuz kişi bir tencerede yemek, tezek kokusu içinde uyku. Bu kadar uçlarda yaşayan kaç kişi vardır acaba?

Las Vegas’taki yarışların birinden sonra, kumarhane sahibi bir iş adamı teklifte bulundu. Las Vegas sokaklarında koşacağım, reklam yapacağız. Bin dolar maaş, üç yıllık sözleşme. Asker olduğumu, tazminat ödemem gerektiğini söyleyince onu da kabul etti. “Git, görüşmelerini yap. Bana cevabını ver” dedi. Yanımda da Hüseyin Aktaş vardı. Ona durumu anlattım ama aramızda kalsın diye de tembihledim. Türkiye’ye bir döndük, gazetelerde “İsmail Akçay, 1000 dolara ABD’ye mi gidiyor?” haberleri. Hüseyin, Yeşilköy’de gazetecinin birine patlamış meğer. Bunu duyan Genelkurmay, Jandarma Genel Komutanı ile Gençlik ve Spor Bakanı, ortak bir karar alıp bana yeni bir teklif getirdi: “Sen gitme, biz sana bir ev alalım.” Ev alırsam, profesyonel olurum ve bir daha koşamam. Çözüm olarak bankada bir hesap açtırdılar, sağdan soldan para topladılar. Bir ev sözü verdiler; müstakil, havuzlu… Ev 100 bin lira, toplanan para 90 bin lira. “90’ını veririz, kalanı da senet yaparız, ödersin” dediler. 450 lira maaş alıyorum, nasıl ödeyeyim? Japonya’dan, ABD’den, Almanya’dan büyük markalar eşantiyon spor malzemeleri gönderirdi bize. Onların gönderdiği ayakkabıları satarak 10 bin lirayı ödedim ve ev sahibi oldum.

Yıllar sonra o evi sattım, Balıkesir’e geldim. Burada eve girdim ama para bitince ev yarıda kaldı. Günaydın gazetesi de bunu haber yaptı. Yunanistan’da çok koştum, orada çok sevilirdim. Yunan bir iş adamı haberi okumuş ve evi bitirmek istemiş. Sene 1982, sıkıyönetim var. Garnizon Komutanı’nın kulağına gitmiş bu. “Sakın ha, skandal olur!” deyip vali ve belediye başkanıyla toplantı yapmış, eksiklerimi giderme kararı almışlar.

Olimpiyat Başka Bir Dünya

Uluslararası yarışlarda madalyalar alabilirsiniz ama olimpiyat bambaşka bir atmosferdir. Dünyanın dört bir yanından üst seviye sporcular gelir ve başarılı olman için dört yıl boyunca istikrarı koruman gerekir. Faslı atlet Hicham El Guerrouj, dört kez dünya şampiyonu olmuş ama olimpiyat altını alamamıştı. 2004 Atina’da bunu başardı, “Benim hayalim olimpiyattı” dedi ve atletizmi bıraktı.

1968 Meksika Olimpiyat Oyunları öncesinde iyi dereceler koştum. O zaman baraj yoktu. Öyle olunca en iyi dereceleri koşan iki kişi; Hüseyin Aktaş ve ben gittik. Oyunların öncesinde, “Meksika 2500 rakım, seni Abant’a götürelim” dediler. Tek başıma gittim, orada antrenman yapıyorum. Kimselerin olmadığı dağ başında koşuyorum. Arkamda bir araba gördüm. İçinde dört kişi, belli ki kafayı çekmişler. Sağ sol yaparak geliyorlar. Önce çekindim ama dikkatli bakınca plakanın 10 olduğunu gördüm. “Ulen, bizim hemşehri bunlar, tanışırız” diyorum içimden. Araba yanaştı, içlerinden biri kafayı çıkardı, bağırmaya başladı: “Koş bakalım koş! Meydanı boş buldun değil mi? Bizim hemşehri İsmail Akçay olsa senin tozunu attırırdı!” Ben de herhalde arkadan tanımadılar diye düşündüm. Yüzümü dönüp onlara doğru iyice yaklaştım. Adam bu sefer de “Ulan, adama bak kendini İsmail Akçay diye bize yutturmaya çalışıyor. Üç senelik okul arkadaşımı mı tanımayacağım?” deyince kendimden şüphelenmeye başladım. Baktım adamlar beni dövecek, yoldan çıktım, direkt ormana daldım.

Meksika’da rakım çok yüksek. Yüksek rakımda düşük dereceyi herkes nefese bağlar ama koşan için sorun, bacaklardadır. Bacaklarda müthiş bir hâlsizlik hissedersiniz.

Hep o maratonda neler hissettiğimi sorarlar. Aklımdan geçen tek şey vardı: “Bitse de doya doya su içsem.” Yedi kilo vermiştim. Saunaya gitsen veremezsin.

İyi bir derece alacağım aklımdan geçmiyordu. Sonlara doğru gelirken Alman antrenör beni görünce “Akçay!” diye bağırmıştı. O şaşırınca “Herhalde çok önlerdeyim” dedim. Yarış bitti, ben dâhil bitiren herkes sedyeyle gidiyordu. Kaçıncı olduğumu hâlâ bilmiyordum. Revirde doktora sorduğumda eliyle gösterdi dördüncü olduğumu, öyle öğrendim. Ama hâlâ inanamıyordum.

Orada eski olimpiyat şampiyonu Abebe Bikila’yı geride bırakmıştım. Bir başka Etiyopyalı Mamo Wolde altın kazanmıştı.

Belimdeki sakatlık 1971’de başladı. 1975’te de bıraktım koşmayı. 1972 Münih Olimpiyat Oyunları’nda bel sakatlığım vardı. Yarışamadım ama hatır için götürdüler beni. Hatta olayların olduğu binanın yan tarafındaydık. Ayrıntıları göremedik ama anlattılar sonra…

Yaşarken onurlandırılan nadir sporculardan biriyim. Adımı taşıyan park var, heykelim var… Ama milletimiz alışmış, ölünce adına bir şey yapılmasına. Bu parkın tamamlanmasına az kalmıştı. Muhtar beni çağırdı, beraber geldik çalışmaları izliyoruz. Çalışanlardan biri geldi, “Eski maratoncu İsmail Akçay vardı. Rahmetli olmuş, onun adına park yapıyoruz” demez mi! Ses çıkarmadım, bilgi vermeye devam etti…

Socrates Dergi