Sosisli Sandviç

8 dk

Futbola bir yol var mı, yolsuzluktan öteye? Der Spiegel'in ortaya çıkardığı yeni belgeler, aynı soruyu bir kez daha gündeme getirdi

Bundan sekiz yıl önce, futbol dünyası bir daha geri dönülmeyecek şekilde değişti. 29 Kasım 2010 gecesi, BBC'nin efsanevi Panorama belgesel kuşağında araştırmacı gazeteci Andrew Jennings, FIFA'nın yolsuzluk ağlarını bir bir ortaya dökecek, Sepp Blatter yönetimi için de sonun başlangıcını ilan edecekti. Zira üç gün sonrasında tarihte ilk kez iki Dünya Kupası ev sahipliği için birden oylama yapılacaktı ve Jennings oy kullanacak üyelerin rüşvetle alınıp satıldığını anlatıyor, tüm yolsuzluk operasyonlarını FIFA'nın en tepesine bağlıyordu. O zaman, İngiltere'de Jennings'i vatan hainliğiyle suçlayanlar dahi oldu, çünkü 2018 Dünya Kupası için adaylardan biri İngiltere'ydi ve pek çoklarına göre bu belgesel, ülkenin 1966'dan sonra kupayı bir kez daha düzenlemesine engel olmuştu. Bu belgeselden günler sonra konuştuğumuz Jennings ise bu iddiaya gülüp geçecekti: "İngiltere'nin Dünya Kupası oylamasını kaybetmesiyle bizim hiçbir alakamız yok. Keşke olsaydı. Oylamanın sonucu aylar öncesinden belliydi. Üyeler satın alınabiliyorsa ya bu işe bulaşmaz, çekilirsiniz ya da niyeti bozup o üyeleri satın almaya çalışırsınız. İkisini de yapmayıp bizi suçluyorsanız, aptallığınızı örtmeye çalışıyorsunuz demektir." O zaman Jennings, işin adını koymaya da zerre tereddüt etmiyordu, FIFA ona göre bir suç örgütünden başka bir şey değildi. Blatter ve yönetimi, iki Dünya Kupası'nı Rusya ve Katar'a vererek emekli olmadan önce son bir vurgun yapmışlardı.

O tarihten beri futbol dünyası büyük çalkantılar yaşadı. 2015'teki yolsuzluk soruşturması yalnızca Blatter'in başkanlığının sonunu getirmedi, aynı zamanda Güney ve Kuzey Amerika futbolunun baştan aşağı yolsuzluğa battığını, Katar'ın Dünya Kupası oylamasında Afrika futbolunun sarsılmaz patronu Issa Hayatou'yu rüşvete boğduğunu, İngiltere’nin kaybettiği 2018 oylaması için Kraliyet ailesi ve başbakan düzeyinde oy pazarlığı yaptığını da ortaya çıkardı. Tıpkı Lance Armstrong'un doping sırlarının ortaya dökülmesinde olduğu gibi, bu skandalın gün yüzüne çıkmasında da Amerikan yargı makamları baş rolü oynamıştı. Brooklyn'deki mahkeme, dünya futbolunu 2010 Dünya Kupası ev sahipliği oylamasından itibaren mercek altına almıştı. Jennings'in vaktinde açıkladığı her şey ve fazlası kayıt altına alınıyordu. Soruşturma İsviçre'ye sıçrarken, Blatter toplum içinde başından aşağı sahte paralar dökülerek protesto ediliyordu. İşin İsviçre'ye dayanması, Avrupa futbolunu da konuya dâhil etmiş, Avrupa futbolunun başı Michel Platini'nin adı önce FIFA soruşturmasından, 2016’da da paravan şirketlerle kara para aklamayı konu edinen Panama belgelerinden çıkmıştı. Hem Platini hem Blatter futbol dünyasından yasaklanıyordu. Jennings, futbolun yönetici yapılarını suç örgütü olarak tanımlarken abartmamıştı!

Ancak mesele bununla bitmeyecekti. 2015'te, zamanın ruhuna uygun olarak, Football Leaks sitesi ortaya çıkmış ve yolsuzluğun FIFA ve UEFA'yla sınırlı kalmadığını, Avrupa'nın büyük kulüplerinin ve yıldız futbolcularının düzenli olarak vergi kaçırdığını ve UEFA'nın uygulamaya koyduğu Finansal Fair Play kurallarını ihlal ettiğini ortaya sermişti. Bir yıl sonra, bir grup Avrupa medya organının araştırmacı gazetecilerinin oluşturduğu Avrupa Araştırmacı İşbirliği (EIC), Football Leaks'in kaldığı yerden devam etti ve Cristiano Ronaldo'dan Jose Mourinho'ya, Barcelona'dan Monaco'ya futbolun devlerin yolsuzluklarını açığa çıkardı. Jennings, belli ki eksik söylemişti, futbol dünyası başlı başına bir suç dünyasıydı. Football Leaks'in ilginç yönlerinden biri, yolsuzluk ağlarının göbeğinde Türkiye'de yerleşik Tevfik Arif’in olması ve Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören'in Beşiktaş başkanlığı döneminde adı sürekli kulübün yaptığı pahalı transferlerle gündeme gelen menajer Jorge Mendes'in belgelerden eksik olmamasıydı. Buna rağmen Football Leaks, Türkiye medyasının ilgisini çekmedi, EIC üyesi bir Türkiye medya organı da yoktu. EIC, Türkiye'den pek çok ismin yer aldığı Malta belgelerini açıkladığında da ülke medyası pek oralı olmayacaktı.

Der Spiegel, son dönemde gözünü futboldaki yolsuzluklara çevirdi. 2015'ten bir örnek...

Der Spiegel, son dönemde gözünü futboldaki yolsuzluklara çevirdi. 2015'ten bir örnek...

2009'da Finansal Fair Play (FFP) kuralları ilk gündeme geldiğinde, dünyanın pek çok yerinde, bu düzenleme futbolun sorunlarına çözüm olarak görülmüş, kulüplerin kötü yönetimine ve yolsuzluğa çare olacağı zannedilmişti. Yıllar geçtikçe, bu bakış açısının ne kadar miyop bir perspektifi yansıttığı ortaya çıktı. FFP'ye ulvi anlamlar yükleme hatasına düşenler, hukuk felsefesinin en temel gerçeklerinden birini görememişlerdi. Bir hukuki düzenleme, ancak o düzenlemenin arkasındaki yapıyla ve yaptırım uygulamasını mümkün kılan siyasi iradeyle sınırlı olabilirdi. UEFA, bir hukuki kurum değil, hatta hukuka uygun iş yapma alışkanlığı olduğunu söylemek dahi zor. Yalnızca bu bile, FFP’nin UEFA’nın çıkarlarına göre yontulmaya açık olduğunu gösteren açık bir işaretti.

Nitekim FFP, tıpkı Şampiyonlar Ligi gibi, en zengin kulüplerle arkasından gelenler arasındaki makasın açılmasına neden olacak şekilde yapılandırılmıştı. Football Leaks'le görüldü ki bu bile yetmemiş, orta ölçekli kulüplere cezalar verilirken büyük kulüplerin FFP'yi sürekli ihlal etmesine göz yumulmuştu. UEFA'nın iradesi, hukuki normlara değil kendi çıkarlarına göre şekilleniyordu. İngiliz kulüplerinin ya da Paris Saint-Germain’in şüpheli sahiplik yapıları, sahte sponsorluklar ve hatta Manchester City'nin yaptığı gibi paravan şirketlerle FFP'yi delik deşik etmesi, ancak kamuoyu tepkisi geldiğinde inceleme altına alınıyor, kimse bakmazken ise Der Spiegel'in iddiasına göre Gianni Infantino gibi futbol patronları tarafından korunuyorlardı. Tüm sistemin açık bir zayıf noktası vardı; PSG'yi ya da City'yi Avrupa kupalarından ihraç etmek, UEFA'nın doğrudan para kaybetmesi anlamına gelirdi. Avrupa'nın büyük kulüpleriyle el ele bir düzen kurulmuştu ve kimse gemiyi sallamak istemiyordu. Zaten Football Leaks bu kulüplerin UEFA Şampiyonlar Ligi'ni sona erdirecek bir Avrupa Süper Ligi oluşumu içinde olduğunu ortaya çıkarmıştı. FFP gibi anlamsız bir detay, UEFA'nın velinimetleriyle arasını bozmamalıydı.

Futbolda yolsuzluğun yeni bir olay olduğunu söylemek mümkün değil. Hatta, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; yolsuzluk, bir futbol maçına ilk bilet kesildiği günden beri şu veya bu şekilde var. Futbolun temel gayesinin para kazanmak hâline gelmesi, maddi çıkarları sportif çıkarların üzerine taşıyalı neredeyse yüz yıl oldu. Bu zaman zaman şike, zaman zaman doping, zaman zaman da kara para aklama olarak çıktı karşımıza. Dolayısıyla bu yaşananların yepyeni bir durum olduğunu söylemek çok zor. Ancak yolsuzluğun boyutlarının dönemden döneme değiştiğini de görmezden gelmemek gerekir. Bu bağlamda, futbolun maddi dönüşümü açısından iki kritik dönüm noktasının altını çizmek lazım.

Bunlardan birincisi, 1970'lerdi. Yetmişler, futbolun gidişatı konusunda önemli değişimlere yol açtı. İlk olarak uydu teknolojisi yaygınlaşmaya başlamış ve futbol maçları dünyanın bir ucundan öbür ucuna canlı olarak yayınlanabilir hâle gelmişti. Bunun iki sonucu oldu; futbol dünyası küreselleşti ve büyük futbol ülkeleri kendi oyunlarını dünyaya pazarlamaya başladılar. Dahası, şifrelenebilir yayınlarla beraber TV yayınları satılabilir hâle geldi. Yetmişlerin diğer önemli gelişmesi ise bu yıllarda üçüncü dünya ülkelerinin Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumlarda ittifak yaparak güç kazanması oldu. Bu gelişme, her ülkenin eşit oy hakkına sahip olduğu FIFA'da çok derinden hissedildi. Güney Amerika ve Afrika ülkeleri 1974'te birleşerek, ırkçılığı ve üçüncü dünyaya karşı küçümseyici tavrı defalarca tescillenmiş İngiliz Stanley Rous'u başkanlıktan indirdiler. Yeni başkan Brezilyalı Joao Havelange, futbolun küreselleşmesinde başrolü oynadı. Futbolun tüm dünyada geçerli bir ürüne dönüşmesi, onun maddi kapasitesini de ciddi anlamda artırdı. Kurumsal yolsuzluk da FIFA'nın portföyüne bu dönemde girdi.

Diğer dönüm noktası ise kuşkusuz 1990'lı yıllardı. Doğu Bloku'nun yıkılmasıyla beraber futbolun ticari küreselleşmesi tamamlanmış oluyor, büyük futbol ülkeleri için -tıpkı Afrika ve Güney Amerika için 1970’lerde olduğu gibi- yeni bir hammadde kaynağı ortaya çıkıyordu. Avrupa'nın dev takımları geçmişin önemli Sovyet, Yugoslav, Rumen takımlarını ve liglerini sömürüp harabeye çevirecekti. Dinamo Kiev'lerden, Steaua Bükreş'lerden baş döndürücü bir yetenek transferi yapılmış, Doğu Avrupa'ya futbolun posası bırakılmıştı. Bunu izlemek istemeyen Doğu Avrupalı futbolsevere ise ücreti mukabilinde Batı Avrupa futbolu satılıyordu. Diğer taraftan, Margaret Thatcher döneminde holiganizm bahane edilerek başlatılan neoliberal dönüşüm John Major döneminde nihayete erdirilmiş, İngiltere'nin ulusal ligi Premier Lig'e dönüştürülerek küresel sermayenin hizmetine sunulmuştu. Bundan sonra ABD'den, Tayland'dan, Arap yarımadasından zenginler -tıpkı Londra'daki lüks gayrimenkullerde olduğu gibi- gelip piyasayı olmadık noktalara taşıyacaklardı. UEFA da bu dönüşümden geri kalmamış, Şampiyonlar Ligi ile hem kârı maksimize etmiş hem de küçük takımların sürpriz yapmasına engel olabileceği bir sistem kurmuştu. Şampiyonlar Ligi'nin kuruluşundan bugüne İngiltere-Fransa-İtalyaAlmanya-İspanya beşlisi dışından ancak iki takım final görebildi ki bunlar da Ajax ve Porto gibi iki devdi. Romanya'nın, Belçika'nın, İsveç'in final görebildiği yıllar geride kalmış, bu ülkelerin oyuncuları da daha 16 yaşına gelmeden soluğu büyük ülkelerde almaya başlamıştı.

Futbol, bu dönüşümlerden sonra birilerinin her zaman diğerlerinden eşit olduğu bir ortama dönüştü. Temel amacın kârlılık olduğu bu dünyada yolsuzluklar tesadüf ya da istisna değil, oyunun temel oynanma biçimi. O yüzden, sözü John Oliver'a vererek bitirelim; "Futbol için sosis prensibi geçerli, bir şeyi seviyorsanız, nasıl üretildiğini bilmeseniz daha rahat edersiniz.

Socrates Dergi