Sınırlar ve Yaklaşımlar

18 dk

The Last Dance bazı soruları da beraberinde getirdi. Sporu perdeye nasıl yansıtmalı? Bir spor filmini iyi yapan unsurlar nelerdir?

Spor belgeselleri başka belgesellerle kıyaslandığında üzerine en az çalışılan konulardandır. Bir yandan anlaşılır bir şey bu zira sporun, hiçbir alanın başaramadığı ölçüdeki kitleselliğinin verdiği gücün, temsili üzerine olası tartışmalara baskın çıkan bir tarafı vardır. Sporun kendisi önceliklidir, kaldı ki o bile sosyal bilimlere yeterince konu olmaz. Dahası, ilk bakışta 'göründüğü gibi bir alan' olduğunu düşündürür spor. Açıklamaya ihtiyaç duymayan, belki de açıklanamaz. Fikirlere değil harekete dayanır.

Bir janr olarak takip etmeye kalksak spor belgesellerinin kökeninin çok eskiye, sinemanın hemen öncesine kadar uzandığını göreceğiz: Eadweard Muybridge'in sinemanın öncülü olan fotoğraf serilerini motive eden, ünlü yarış atından eskrimci ve boksör çiftlerine onun modellerini belirleyen, harekete duyduğu meraktı. Sinema hareketli görüntüleri kaydetme arzusundan olduğu kadar harekete olan meraktan doğdu ve bu merak hâlâ spor belgesellerine olan ilgimizin önemli bir kısmını açıklıyor. Öte yandan gelmiş geçmiş en iyi spor belgeselleri çoğunlukla hareketin ve görüntünün ötesinde fikirleri tartışan; toplumu, onu anlatmaya çalışan metinlerden daha iyi anlatan işler arasındadır.

En sıradan spor belgeseline bakıldığında bile, sporun en geniş anlamıyla toplumu anlamak için elimizdeki en iyi araçlardan olduğu anlaşılır: Güç ilişkileriyle, kimliklerin sürekli dönüşüm içinde olduğu tarihsel bir süreç olarak. 2012'de En İyi Belgesel dalında Oscar'a uzanan, Amerika'nın güney batısında bir lisenin Amerikan futbolu takımını konu alan Undefeated'ın (2011) yıldızı olan koç Bill Courtney'nin basitçe ifade ettiği bir gerçektir bu: Futbol, karakteri inşa etmez, onu ele verir.

Belgesel sayesinde, ele verilen o şeyi yakalayacağımızı düşünürüz. Çünkü kurmacanın dışına çıkılınca dünya kendisini anlatıyor gibi görünür. Elbette imkânsız bir idealdir bu. Bir spor olayını kayıt altına almak sporun etkisini genişletir, gücünü artırır, ancak aynı zamanda hiç olmadığı kadar yönlendirilebilir, manipüle edebilir kılar onu.

Bunu en iyi bilenlerden biri spor tarihinin en zor sayfalarından olan 1936 Olimpiyat Oyunları'nı konu alan Olympia'nın (1938) yönetmeni Leni Riefenstahl'dı. Baştan sona totaliter ideallerin biçimlendirdiği film, bir spor belgeseli deyince ilk aklımıza gelen iş değildir ama sporun temsilinin hedefleri, olanakları ve açmazlarını çok güzel ele verir. Yalnızca filmin başındaki hayalî ve 'ari' kusursuzluk sekansları ya da Nazi selamlarıyla dolu geçit töreni değil, sonrasındaki gerçek müsabaka görüntüleri, insanı devleştiren, sporu bir tamlık ve tahakküm mücadelesi olarak resmeden idraki gizlemez.

Riefenstahl'ın Olympia'sı ile Kon Ichikawa'nın Tokyo Olympiad'ı (1965) kıyaslayan makalesinde Dai Vaughan, özellikle manipülatif bir araç olan ağır çekimin kullanımına odaklanır, Riefenstahl'in yarattığı üstün insan idealini Ichikawa'nın insancıl, ironik ayrıntılarla kıyaslayan teknik seçimlerin peşine düşer.¹ İki filmin temel farklarından biri de seyircilerin temsilindedir. Tokyo'daki kamera tekilliği ve eksantrik ayrıntıları takip eder, Berlin'deki göz kitlelerden bir beton kaide yaratmaya çalışır. 1936, olimpiyat tarihi için sıradışı bir yıl olsa da benzer şartlarda iki etkinliği tam tersi bir sonuçla aktarmanın mümkün olduğunu söyler bu örnek bize.

1936 Berlin Olimpiyat Oyunları'nı anlatan Olympia'nın çekimleri esnasında Leni Riefenstah...

1936 Berlin Olimpiyat Oyunları'nı anlatan Olympia'nın çekimleri esnasında Leni Riefenstah...

Spor belgeselinden söz ederken hareketli, ifade edilmesi güç ve uçucu bir gerçeklik ile kalıcı ve kaçınılmaz olarak metinsel olan görüntü arasındaki ilişkiden söz etmiş oluruz. Belgeselin ikili anlamında gizli karmaşık bir ilişkidir bu: Bu filmler ilkin belgelere dayandığından bu adı almıştır ancak daha önemlisi bir şeyi belgeler ve bu şekilde belge teşkil ederler. Ne kadar güçlü araçlar olduklarını anlamak için 1936'ya bakmak şart değildir. Bir tür diyalektik sorusudur bu: Sporun temsili olan bu filmler hangi gerçek koşullara göre şekillenir ve o temsil gerçek koşulları, sporun kendisini nasıl etkiler?

Belgesel, kurmacaya kıyasla, konunun kendisinin biçimsel tercihlere ve anlatım araçlarına göre ön planda olduğunu düşündüren bir türdür, oysa bir yanılsamadan ibarettir bu düşünce. Bir spor belgeselini iyi bir film yapan pek çok öğe vardır. Filmin konusu, ya da ilk bakıştaki odak noktası bunlardan biridir ancak esas mesele formel ve tematik öğeler arasında bir tür ilişkiler bütününün işliyor olmasında gizlidir. Yönetmenin ve geniş anlamıyla yaratıcı ekibin vereceği kararları belirleyen bu ilişkilerdir. Farklı dönemlerde farklı eğilimlerin, yapım ve dağıtım koşullarının etkilerini de göz önüne almak gerekir ve her durumda iki sorunun yanıtını vermek gerekir.

1 | Neyin Filmi?

Verilen ilk karar, belgeselin odak noktasıdır. Bir karakteri, bir olayı (bir müsabaka, çoklu bir etkinlik, kısa ya da uzun bir tarih aralığında yaşananlar) ya da bir spor dalını konu almaya karar verilir. Neyin filmi sorusunun, farklı soyutlama derecelerinde birden çok yanıtı vardır. Belgesel tarihinin simgesel örneklerinden Hoop Dreams (1994) Chicago'da liseli iki siyah gencin profesyonel basketbolcu olmak için verdikleri uğraş üzerine bir film olduğu kadar, siyahların 1990'lar Amerikası'ndaki yaşam koşulları üzerine bir filmdir. İki genç kahramanın ve ailelerinin yaşadıkları, toplumdaki aşılması güç duvarları ele verir. Sık sık duyduğumuz motivasyon konuşmalarından birinde, iki gencin yarı burslu girdikleri ve her gün üç saat yolculuk ederek ulaştıkları lisenin koçu, rahmetli annesinin "Burası Amerika" dediğini anlatır onlara. "Hayatınızın bir yere varmasını sağlayabilirsiniz." Bir yere varmayan hikâyeleri içeren filmin asıl konusu istisna başarıları vurgulayarak aşılmaz engelleri inkâr eden Amerika'nın kendisidir.

Hoop Dreams'in ulaşamadığı Oscar'ın sahibi, son yılların en çarpıcı spor belgeseli olan O.J. Made in America'da filmin başkarakteri O.J. Simpson'ın hikâyeye girmesi sekiz saatlik filmin ilk saatinin sonlarına rastlar. O.J.'in kariyerini ve sonrasında olanları anlamak için onu bir Amerikan futbolu yıldızı olarak yaratan kültürü anlamak gerekir zira. Yine son dönemin iyi Amerikan futbolu belgesellerinden olan Fordson: Faith, Fasting, Football Amerika'ya entegre olmuş Müslüman azınlığın futbol ile ilişkisini kullanarak 11 Eylül sonrasındaki yarılmaların fotoğrafını çeker. When We Were Kings'den (1996) Undefeated'a Breaking The Huddle'a (2008) örnekleri çoğaltmak mümkündür. Spor belgesellerinin ırkçılığı, etnik eşitsizlik ve çatışmaları konu alan filmler içindeki yeri ayrıca incelenmeyi hak eder.

Spor belgesellerinin 'toplumun kendisini' anlatıyor olması durumunun parlak örneklerini sunan ESPN belgesellerine özellikle değinmekte fayda var. Raf ömrü sınırlı televizyon işlerine alternatif arayışının bir sonucu olan ESPN filmleri, 30 for 30 serisinin tartışmasız en başarılı örneği O.J: Made in America gibi pek çok filmi spor filmleri külliyatına kazandırdı. Bir başka siyah mücadelesi hikayesi olan The U (2009) ya da Kolombiya'nın uyuşturucu ticareti ve şiddet sarmalındaki yakın tarihini bir futbolcu ile tarihin en ünlü suçlularından olan adaşı üzerinden anlatan The Two Escobars (2010) gibi filmler, bugünün spor belgeseline uzanan yolda önemli adımlar oldular.

O.J. Made in America belgeselinde O.J. Simpson'ın öyküye girmesi ilk saatin sonlarına rastlar.

O.J. Made in America belgeselinde O.J. Simpson'ın öyküye girmesi ilk saatin sonlarına rastlar.

Nasıl Bir Film?

Sinema teorisinin kurucu isimlerinden Siegfried Kracauer, bu yeni aracın fotoğrafa uzanan köklerini araştırdığı bir makalede aslında biraz gizemli bir temel estetik prensibe işaret eder: Bir estetik araçla üretilmiş işlerdeki başarı, o araca has özelliklerden türediğinde daha tatmin edici olur. İyi fotoğraf 'fotoğrafa has bir şeylere' dayanmalıdır. ²

Spor filmleri için de (bu noktada kurmacayı da dahil etmekte sakınca yok), Kracauer'in prensibi gibi konu ile aracın uyumuna dayanan ve onunki gibi temel, yine öyle kaynağı biraz gizemli bir temel prensibi tarif etmek mümkündür: İyi spor filmi biçimsel olarak konu aldığı spora benzer. Filmin ritmini belirleyen en önemli faktör yönetmenin sahip olduğu şu ya da bu görüntünün beraberinde getireceği değil, konu ettiği sporun filmden istediği ritimdir. Sakin bir yaz günü gibi başlayan A Sunday in Hell (1971) bir bisiklet yarışı gibidir: uzun, sessiz ama zorlu. Kaliforniya'dan Afrika'ya, Avustralya'ya filme adını veren uzun yazın izini süren The Endless Summer (1965), yönetmen ve anlatıcı Bruce Brown'un oyunbaz üst sesi gibi enerjik, hafif ve neşelidir, izleyicisini sörfe çağırır. Bir başka Oscar sahibi Free Solo'nun (2018) konusu Alex Honnold'un Moby Dick'i olan El Capitan olduğu kadar sporcuların aslında bir açıdan hep mantık dışı olan tutkularıdır. Uzun bir hazırlıktan sonra gelen tırmanış, bir free solo tırmanışın ritmi sayesinde seyirciyi avcuna alır ve onu benzer bir delilik ve yalnızlıkla tanıştırır. Kimi sporlar ise başka bir estetiği davet eder. Örneğin Netflix'in yakın dönem dizilerinden Cheer'daki (2020) atletik hırsların ve rekabetin bugünün Amerikan taşrasındaki kökleri, reality show'a yaklaşan formatını gerekçelendirir.

Verilen ilk kararın, yani filmin görünen ve saklı konusunun, bundan sonra verilecek kararlar üzerindeki belirleyiciliği elbette bu prensiple sınırlı değil. Anlatıcı kullanılacak mı, arşiv görüntülerinin rolü ne olacak, herhangi bir canlandırma, grafik, animasyon, şema gerekiyor mu? Buna yönetmenin kendisi kadar (ya da pek çok durumda karar yetkisini elinde bulunduran yapım şirketi-TV kanalı gibi) konunun kendisi ve onun açtığı ve kapadığı kapılar karar verir. Senna (2010) tek bir yeni röportaj yapmaz, konuşan kafaları yoktur ancak geniş arşivi, röportajlarla ve üst sesle çizilen bir portre etkisini yaratır. Aynı yönetmenin Diego Maradona'sı (2019) kaynağını görmediğimiz tanıkların üst seslerinin yönlendiriciliği ile ilerler.

Başta sözünü ettiğimiz üzere, spor belgeseli yeterince akademik çalışmaya konu olmuş bir alan değil. Ancak belgesel denince ilk akla gelen akademik çalışmanın sahibi Bill Nichols'ın hâlâ kabul gören sınıflandırması bağlamında düşünmek faydalı olabilir. Nichols, kısmen kronolojik bir gelişime sahip olsa da sınırları biraz muğlak, altı belgesel modu sıralar. Şiirsel, açıklayıcı, gözlemci, katılımcı, refleksif ve performatif modlar şeklindeki sınıflandırma üzerinden ele alındığında, spor belgeselinin gelişiminden bugüne gözlemci ve katılımcı modun yükselişte olduğunu, şiirsel işlerin başından beri azınlıkta kaldığını, televizyonun sevdiği bir alanı kapsayan açıklayıcı modun sınırlarına düşen işlerin gerilediğini, Nichols'ın kendisinin de biraz muğlak bıraktığı performatif mod ile film aracının kendisi üzerine düşünen refleksif modun spor filmlerine çok uygun düşmüyor gibi göründüğünü söyleyebiliriz.

Elbette muğlak sınırlardır söz konusu olan. Bir başka Oscar ödüllü film The Man Who Skied Down Everest'in (1975) katıksız gözlemci bir yöntemi olsa da başkarakteri Yuichiro Miura'nın günlüklerinden oluşan üst sesin duyarlılığı onu şiirsel moda daha uygun kılar. Yine gözlemci modun mantıksal sınırlarına yaklaşan bir film olan Zidane: A 21st Century Portrait (2006) 2005 yılındaki Villarreal maçını gerçek zamanlı olarak, baştan sona sadece Zidane'ı takip eden kameralarla aktarır. Hellmuth Costard'ın 1971 tarihli belgeseli Fußball, Wie Noch Nie'nin Manchester United'lı George Best'i takip etmesinden ilham alan ve Spike Lee'nin Kobe Doin' Work'te (2009) bir benzerini yaptığı film, dramatik müziği ve zaman zaman altyazı olarak dahil olan Zidane röportajlarından alıntılar olmasa, gözlemci modun ulaşabileceği en uç sınır gibidir. Oysa ortaya çıkan sonuç, seyircisini bir futbol maçından çok, uzun bir kafa karışıklığı, yalnızlık ve yabancılaşma olarak hayatın kendisi ile karşı karşıya getiren şiirsel bir filmdir.

Belgeselleri şöyle sınıflandırır Nichols: Şiirsel, açıklayıcı, performatif, katılımcı, gözlemci, refleksif.

Belgeselleri şöyle sınıflandırır Nichols: Şiirsel, açıklayıcı, performatif, katılımcı, gözlemci, refleksif.

Belki de bir filmi anlamak için böyle bir sınıflandırma yapmaktan daha iyi bir soru, bir filmin hangi türlerle flört ettiğidir. Kurmacanın geniş janrlarıyla sayısız akrabalık, yine filmin konusunun doğal bir sonucudur. O.J. gibi 2017 tarihli (yine en iyi belgesel Oscar'ı sahibi) Icarus da iyi bir suç filmidir örneğin. Sovyetlerin Macaristan işgali sürerken iki ülkenin sutopu takımlarının olimpik bir yarı final maçında karşı karşıya gelişlerini konu alan Freedom's Fury (2006) Zoltan Fabri'nin Cehennemde İki Devre'si ile akraba bir drama gibidir. Spor belgesellerinin sevdiği hikâyeler kurmacanın sevdiklerine benzer: Güçsüz görünenin beklenmedik zaferi, takıntılar, kararlılık öyküleri, kişinin kaderini değiştiren tesadüfler, Ronnie Coleman: The King'in (2018) peşine düştüğü o trajediler…

Bir spor belgeseli nasıl yapılır sorusu en geniş anlamıyla bir film nasıl yapılır ya da bir belgesel nasıl yapılır sorularıyla bağlantılıdır ancak daha spesifik bir yanıt bekler. Spor kurmacaya aktarılırken daha fazla kayıp veren bir alandır. Hiçbir özgün hikâye ya da yeniden canlandırma, ne kadar iyi bir yönetmenin elinden çıksa da gerçek bir arşiv görüntüsünün yerini tutamaz. İyi film, müsabakanın kendisinin merkezdeki yerini gözeten ve gerçek arşiv görüntüsünün üstünlüğünü değerlendiren filmdir. Leon Gast'ın When We Were Kings'i yetmişlerde siyah hareketin salladığı Amerika'yı, Muhammad Ali'nin bir beyaz olarak gördüğü Foreman'ı ringde alt edişi ile anlatır. Öncesinde ve sonrasında çizilen bağlam, bu maçın etkisini perçinlemek için vardır, filmin kalbi maçta atar.

Nereye?

Geçen birkaç yılda sinema ve televizyonun uzandığı her alanda olduğu gibi oyunun kurallarının değiştiğine şahit oluyoruz, zira Amazon ve Netflix başta olmak üzere online platformların etkisinin artması, hem eski filmleri dolaşımı hem de yeni üretim üzerinde belirleyici. Hem sinema için üretilen belgesele yakın filmler hem uzun soluklu diziler hem de mini diziler online'ın etkisiyle gözümüzün önünde dönüşüyor.

Cheer gibi reality show'a yakınsayan başka işleri, ucu açık bir yolculuğa çıkıp, uçsuz bucaksız görüntüye sahip projeleri hayata geçiren bir dönem bu. Sunderland 'Til I Die (2018) gibi zamanı akarken yakalayan bir işi mümkün kılıyor olması da böyle bir tanıklığın, tanık olunan tarih üzerindeki olası etkileri de daha uzun tartışmaların konusu.

Uzun zamandır süren kimi eğilimleri tespit etmek mümkün. Hikâyenin ve karakterlerin baskın olduğu, klasik anlatı kurallarına riayet eden, kurmaca seven izleyiciyi de kendine çekmek için yola çıkan işler zaten bir süredir yükselişte.

Sinema için üretilen belgesellerin televizyon işlerine kıyasla niceliksel değil niteliksel olarak daha geniş bir kitleye hitap ettiği söylenebilir: Estetik üstünlükleri sayesinde spora ilgisi sınırlı olanları da çeken filmlerdir bunlar. Online platformlar için üretilen işlerin de gitgide aynı karışık kitleye ulaşır olduğunu, bunun da belgeselleri niteliksel olarak dönüştürdüğünü söylemek gerek.

Öte yandan geleneksel dağıtım kanallarında da spora ilgi artıyor. Örneğin yeni ortaya çıkan spor filmleri festivalleri ya da festivallerin spor filmlerine ayrılmış yeni bölümleri var. Koşan bir yarış atının ayaklarının aynı anda yerden kesilip kesilmediğini merak eden Eadweard Muybridge'den günümüze uzun bir yol geldik. Yine de hâlâ genç bir alan bu.

¹ Dai Vaughan, For Documentary: Twelve Essays. University of Calfornia Press, 1999.

² Siegfried Kracauer, Theory of Film: The Redemption of Pyhsical Reality. Princeton University Press, 1997.

Socrates Dergi