Sonsuz

12 dk

Sayılar ne işe yarar? Bazen unutulmaz bir rekorla, bazen gözünüzü alamadığınız bir formayla, bazen de bir taktikle spor hafızanıza bir işaret bırakır. Merkez Kort vesilesiyle bu sayılara değinmesek olmazdı. Unuttuklarımız için özür diler ve gelecek sayıları beklemenizi işaret ederiz.

10.00

Kusursuz. Nadia Comaneci'nin 1976 Montreal performansını tanımlayan sıfat bu uzun yıllardır. Ünlü sporcu, asimetrik paralelde 10.00 tam puanı aldığında nesillerce sürecek bir ilhamın öznesi olmuştu. Peki her şey kusursuz muydu? Hayır. Oyunlar öncesi dört haneli rakamları skorbordlarda kullanmayı düşünen Omega, Olimpiyat Komitesi'nin "10.00 almak imkânsız" görüşü sonrası eski sistemle devam etmiş; tarihin en ünlü jimnastik performansı 1.00 diye yansıtılmıştı.

Comaneci'yi çalıştıran Bela ve Marta Karolyi'nin -tıpkı Nadia gibi- Demir Perde'den kaçıp sığındıkları ABD'de jimnastiğin kaderini değiştirmeleri yıllar boyunca devamlılık anlatısıyla sunuldu. Comaneci'den Mary Lou Retton'a, oradan Simone Biles'a uzanan bir köprü. Oysaki son yıllarda öğrendiklerimiz, o köprüyü karanlık bir tona büründürdü. ABD jimnastiği, olimpiyat altınlarına koşarken tacizin merkezi olmuştu. Yetenekli genç kadınlar, sistemli bir şekilde sömürülmüştü. Karolyi Ailesi'nin gözü önünde... Montreal sonrası bedeni siyasi bir malzeme haline getirilen Comaneci'nin ABD'de yaşananlarda bir suçu yoktu tabii ki. 1976 performansı, haklı bir şekilde tarihe kazınmıştı. Fakat yine de noktaları geriye doğru birleştirirken eskisi kadar rahat hissetmiyor kimse artık. 10.00 tam puanın omuzlarında yükselen jimnastik, mazideki kadar parlak durmuyor artık. Belki de skorbordu dinlemeliydik. O gün her şey kusursuz değildi. / İnan Özdemir

42

Irkçılık karşıtı bir sembole ihtiyacınız olsa hangi numarayı seçerdiniz? Ulusal marş esnasında diz çöküp polis şiddetine ve ırk ayrımcılığına dikkat çeken Colin Kaepernick'in formasındaki 7'yi mi? Üçüncü grand slam şampiyonluğuna yürürken korta çıktığı her maçta polis şiddetiyle hayatını kaybeden bir Afrikalı-Amerikalının adını maskesine kazıyan Naomi Osaka'nın doğum yılı olan 97'yi mi? Sahip olduğu devasa platformu sosyal meseleler için cömertçe kullanan LeBron James'in 23'ünü mü? Amerikan profesyonel sporlarının bu soruya daha iyi bir cevabı var: 42.

Kuzey Amerika'nın en gelenekçi sporu beyzbolun tarihindeki en büyük kırılma noktalarından bir tanesi 15 Nisan 1947'de gerçekleşti. O âna dek tamamen beyazlara tahsis edilen profesyonel beyzbol sahaları, tam seksen sene sonra ilk kez bir Afrikalı-Amerikalıyı, 42 numaralı formasıyla Jackie Robinson'ı ağırladı. Robinson, takip eden on sezonda tarihi baştan yazdı. Altı kez All-Star seçildiği, konferansının en değerli oyuncusu ödülüne layık görülüp bir de lig şampiyonluğu yaşadığı kariyeriyle beyzboldaki ırk bariyerini yıktı. Onun ilk kez MLB'de sahne aldığı 15 Nisan, 2004'ten bu yana 'Jackie Robinson Günü' adıyla lig genelinde kutlanıyor. Her 15 Nisan MLB'de maça çıkan oyuncular, antrenörler, menajerler ve hakemler Robinson'ın 42 numarasını giyiyor. Robinson'ın forma numarasını onurlandıran bir diğer gelenekse 1997'den beri MLB'deki tüm takımların 42 numaralı formayı emekli etmesi. / Buğra Balaban

46

İstanbul'da karşıma çıkan motosikletlerin çoğunda mutlaka 46 yapıştırması bulunur. Bazen sürücülerin kasklarının üstünde kocaman, bazense gövdenin üzerinde bir yerlerde. Etrafta bu kadar Kahramanmaraşlı olmadığını az çok tahmin ediyorum ama bu kadar Valentino Rossi hayranı da yoktur muhtemelen. Fakat 46 öyle bir numara ki, motosiklete gönül vermiş herkesin olmazsa olmazı.

Spor tarihine bakıldığında bazı numaraların ayrıcalığı var gibi. 7, 10, 23 ve birkaç benzer numarayı pek çok sporda farklı sebeplerden tercih edilirken görüyoruz. 46'nın o açıdan da pek eşi benzeri yok. 9 kez dünya şampiyonu Valentino Rossi'nin babası, Valentino'nun doğduğu sene 250cc sınıfında kariyerinin ilk Grand Prix'sini kazanırken 46 numarayla yarışıyormuş. MotoGP'nin en büyük efsanesi de bu numarayı kariyerinin başından sonuna, her yarışta kullanarak kendi mitinin bir parçası haline getirdi. Yazı tipi, rengi ve her detayıyla ikonik bir numara kırk altı. Valentino Rossi efsaneleştikçe numarası da efsaneleşti, Rossi'yi hep 46 ile yarıştıran eşsiz mantalite, MotoGP'nin tam aradığı şeydi. Yarışlarda geriye düşüp tek tek herkesi geçerek kazanan, zaferlerinden sonra mutlaka akıllıca ve iyi düşünülmüş bir kutlama hazırlayan, birbirinden çılgın kasklarıyla ve neon sarı 46 numarasıyla temsil ettiği sporun özünü tepeden tırnağa en iyi yansıtabilecek sporcuydu Rossi. Öyle bir noktaya geldi ki, 46'nın ünü eve yemek siparişi verdiğiniz bir gün kapıya gelen motosikletin üzerinde bile sizi karşılıyor. Rossi ve MotoGP bağlamının ötesinde, spor dünyasının bile üzerinde…

Rossi'nin 46'yı asla bırakmamasının bir sebebi var tabii ki. 1970'lerde ekürisi James Hunt ile çılgın partilerin aranan yarışçılarından olan Barry Sheene, şampiyon olduğu yıllarda dahi 7 numaradan vazgeçmemiş. Motor sporlarında normalde sezonu şampiyon bitiren sürücü ertesi yıl zaferin bir nişanesi olarak 1 numarayı aracında taşır. Herkese nasip olmayan bir onurdur fakat aslında şampiyonluğu korumanın zor olmasından dolayı 1 numarayla şampiyon olan sayısı şampiyon olamayanlara göre daha azdır. Bu da zaten batıl inançlı sporcuların 1 numaradan kaçmasına neden oluyor. 2014'ten beri Formula 1'de, 2012'den beri de MotoGP'de görmediğimiz 1 numara bu sezon da yok. Çiçeği burnunda şampiyon Joan Mir 36 numarayla, tarihin en iyi iki pilotundan biri olan Lewis Hamilton da 44 ile yarışıyor. WRC'de Sebastien Ogier ve Superbike Dünya Şampiyonası'nda Jonathan Rea 1 numaranın gelenekselliğine saygı duyanlardan. Şampiyon olup da kendi numarasını değiştirmeyenler sadece batıl inancından bunu yapmıyor tabii. Marka değerinin ve kurumsal kimliğin kişiselleştirilmiş numaralardan ciddi anlamda beslendiği modern spor dünyasında yarış numarasını değiştirmek tıpkı LeBron'un Lakers'a geldikten sonraki numara değişimi gibi sancılı olabiliyor.

Sayıların, özellikle de ondalıklı bölmelerin bu kadar kritik önem taşıdığı motor sporlarında genelde norm sürekli değişen sayılar. Bazense en iz bırakanlar, hiç değişmeyen sayılar oluyor. / Mali Selışık

38,387

Maverick Carter, üç sene önce "O, vücuduna bir yılda yaklaşık 1.5 milyon dolar harcıyor. Kriyoterapi, basınç tedavisi ve bacak rehabilitasyon sistemi kullanıyor. Kişisel antrenöre ve aşçıya sahip. Sıkı bir rutini ve diyeti var. Bunlar sayesinde 33 yaşında hâlâ ligin hâkimi" şeklinde bahsetmişti LeBron James'in istikrarından. Aradan geçen zamana baktığımızda Kral'ın -bu satırlar yazılırken yaşadığı sakatlığına dek- fiziki seviyesini ve hegemonyasını koruduğunu görüyoruz. Peki, LeBron'un henüz ele geçiremediği en çok sayı atan oyuncu unvanına sahip Kareem Abdul-Jabbar, tüm bu bahsettiğimiz vücuda yatırım meselesini çok uzun zaman önce keşfetmiş olabilir mi?

Kareem'in 2013'te _Esquir_e'da kaleme aldığı "Nasıl MVP olunur?" başlıklı yazısında dile getirdiği hususlardan biri çeşitlilikti. Her ne kadar bahsettiği 'çeşitlilik' basketbol sahasıyla alakalı olsa da kendisi daha UCLA'deyken dövüş sanatlarıyla ilgilenmiş, hatta bu alandaki derslerden birinde Bruce Lee'yle dahi tanışmıştı. Sonrası Ölüm Oyunu'ndaki dövüş sahnesine kadar uzandı tabii… Film kısmı her ne kadar işin şov tarafıyla alakalı olsa da KAJ kırk yıl önce oyununu geliştirmek için başka sporlara adım atmış, dayanıklılığını artırmaya gayret etmişti. Sadece dövüş sporları değil, yogayla da sporcu ömrünü uzatmıştı.

Kareem, yirmi yıllık kariyerinde normal sezonda tam 38 bin 387 sayı attı ve bu alanda NBA tarihinde zirvede. Birkaç yıl sonra koleksiyonunuzdan Socrates'in Nisan 2021 sayısını çıkarıp bu satırları okuduğunuzda LeBron James onu geçmiş olabilir. Ama önemli değil. Kareem, sadece sosyal konularda değil, sporcu yaşı hususunda da zamanının ötesindeydi. / Ruhat Akkuş

23

Anthony Davis, Lakers'a gelirken 23 olan forma numarasını bırakmak istemiyordu. Numara halihazırda LeBron James'te olsa da LeBron, 23'ü Davis'e verecek ve Heat yıllarında kullandığı 6 numaraya geri dönecekti. Ancak işler pek de öyle olmadı. Oyuncular bu numara takasında anlaşsa da ticari engeller vardı. Forma sponsorları NIKE, böyle bir değişim için geç kaldıklarını ve 23 numaralı birçok LeBron forma siparişi olduğunu söyledi. Numaralar, sadece oyuncuları ilgilendirmiyordu. Özellikle büyük oyuncuların yarattıkları personalar saha dışına da taşıyor, onlara özel giyim koleksiyonları yaratıyor ve ticari anlaşmalar getiriyordu. Oluşan bu endüstri, taraftarlar için de sevdikleri sporculara daha yakın hissedebilme fırsatıydı.

Tabii LeBron ve Davis arasında kalan o numara, herhangi bir forma numarası değil. Bahsettiğimiz sporcu-taraftar ilişkisini en özel noktaya taşıyan kişiye, efsane Michael Jordan'a ait. LeBron, David Beckham ve daha birçok sporcunun 23 numarayı seçmesinin nedeni bu. Sadece sporcular değil, arkadaşlarıyla okulda maç yapan öğrenciler de formalarında 23 yazsın istiyor. Jordan, sahadaki başarısının yanı sıra bir marka olarak da spor dünyasının en önde gelen isimlerinden. Sporculara ait kıyafet ve ayakkabı koleksiyonları düşünüldüğünde akıllara ilk Air Jordan geliyor. Majesteleri'nin ortaya çıkardığı bu karakter, en az parkede yaptıkları kadar değerli. 1992'de yayımlanan Be Like Mike reklamındaki gibi, yıllardır birçok insan basketbol oynarken Jordan olmak istiyor. Zaten reklam filminin şarkısı da şu sözlerle başlıyor: "Bazen onun (Jordan) ben olduğunu hayal ederim." / Başak Can

147

Subat 2015'ten beri Eurosport ekranlarında snooker spikerliği yapabilmenin mutluluğunu yaşıyor olsam da içimde hâlâ bir ukde var. Öyle ki henüz bu sporun en büyülü sayısı olan 147'nin gerçekleştiği bir frame anlatma şansım olmadı. Eh, kendimi nasıl mı avutuyorum dersiniz? Öncelikle son siyah topta kaçan ve maksimum serinin kendisinden daha nadir olan iki tane 140'lık seriye denk geldim. Yine iki kez olmak üzere; kendine has deha Ronnie O'Sullivan'ın para ödülünü beğenmediği için maksimumdan vazgeçişiyle pembeye döndüğü 146'lık seride mikrofondaydım. Tabii 100 küsürlere ulaşıldığında, son renklilere gelindiğine ya da ben ağzımı açıp maksimum seri ihtimalinden bahsettiğimde kaçanlar da cabası. Ama moralimi bozmuyorum. Çok turnuva, çok maç, çok fazla frame beni bekliyor…

Bu kişisel hezeyanı geride bırakıp biraz da maksimum serinin ne olduğundan bahsetmek isterim. Snooker masasında beyaz isteka topu hariç 15 tane kırmızı ve altı tane de farklı renklerde top mevcut. Eğer işin içine hiçbir faul ya da ceza puanı girmezse, bu topların hepsinin ceplere atıldığı denklemde alınabilecek maksimum sayı adedi 147. Bunun için 15 kırmızının tamamını masadaki değeri yüksek top olan, yedi puanlık siyah ile oynamak ve ardından kalan renklileri sırayla temizlemek gerekiyor. Açıklaması kolay, yapması ise bir o kadar zor olan maksimum serilerden şimdiye dek sadece 166 tane gerçekleşti. Üstelik son dönemde artan maç adetleri ve yükselen oyuncu kalitesiyle beraber bir atılım mevcut ve birkaç sene öncesine kadar sayıları daha da azdı.

Şimdi dilerseniz biraz da maksimum seriler tarihinde gezintiye çıkıp birkaç belirleyici âna gidelim. Döneminin büyük oyuncusu Steve Davis, 1982'deki Lada Classic turnuvasında tarihin ilk profesyonel 147'sine imza atmıştı. Yaklaşık bir buçuk sene sonra Kanadalı Cliff Thorburn'ün gerçekleştirdiği ikinci maksimum ise Crucible Tiyatrosu'ndaki dünya şampiyonasında geldiği için kıymetliydi. 2010'lara kadar dünya şampiyonasında maksimum üretmenin 147 bin sterlin gibi devasa bir ödülü mevcuttu ki Thorburn'ün izinden yıllar içinde sadece altı oyuncu gidebildi. 147 dendiğinde akla gelen ilk isim, bu bazı fanilere bir kez dahi gülmeyen üç rakamı tam 15 kez yan yana getiren Ronnie O'Sullivan olmalı. Roket lakaplı yıldız, reddettikleri ve önemsemedikleriyle belki bu istatistiğin iki katına dahi ulaşabilirdi. Yine Mark Selby'nin yaptığı yüzüncü maksimum ve David Gilbert'ın elinden çıkan 147'nci 147'de de kendilerine has numerolojik imtiyazlara sahip.

Maksimum seri sık sık başka bireysel sporlardaki benzer özel payelerle kıyaslanıyor. Mesela 501 sayının dokuz atışta bitirildiği '9 dart', 147'nin heyecan bazındaki en büyük rakibi sayılmakta. Yine de tüm içtenliğimle; tamamen pozisyon keskinliğine dayanan 36 vuruşun, dokuz adet isabetli dart fırlatmaktan daha zor olduğu kanaatindeyim. Aynı şekilde ağırlıklı olarak üç parlık golf çukurlarında yapılan, topu tek vuruşta içeri göndermek anlamındaki 'Hole in one'ın da 147'ye eşdeğer olmadığına inanıyorum. Sonuçta 36>9>1... / Aras Yetiş

2.10

Usain Bolt'un 100 metre dünya rekoru kırarken elde ettiği 9,58 saniyelik derece spor tarihinin en ikonik anlarından biri. Artık yaklaşılması bile zor bir derece. Atletizmde bu tip kırılması imkânsız gelen -bilhassa 1980'lerden kalma- başka rekorlar da var. Jarmila Kratochvilova'ya ait 800 metre rekoru da dahil, o yıllardan miras rekorlardan on tanesi kadınlara ait. Çoğunun yanına yaklaşılamadı ama Blanka Vlasic, Stefka Kostadinova'nın 1987 tarihli 2,09 metrelik yüksek atlama dünya rekorunu kırmaya birkaç kez yaklaştı. Mesela 2009 Berlin'de önce altını cebine koydu, sonra da çıtayı 2,10 metreye çekti. Ancak üç hakkında da geçemedi. Ne de olsa 2008 Beijing'de altını cepte görüp rekor odaklı gitmenin ceremesini çekmişti. Zaten 2,07 atladığı 2007'den sonra rekor misyonu omuzlarına yüklenmişti. 2,10'luk rekor, onun için âdeta bir Sisifos hikâyesiydi. Bir türlü kazanamadığı olimpiyat şampiyonluğunun bile önüne geçer gibi oldu. Hatta Ağustos 2009'da 2,08 atladığında sadece 2,10 hedefiyle anılıyordu. 2011'de kariyerine sekte vuran aşil sakatlığı misali, bu rekor onun zihinsel aşili haline gelmişti. 2014'teki sakatlık dönüşünde bile en büyük motivasyonunun rekor olduğundan söz ediyordu. 2016 Rio'da o kadar sıkıntıya rağmen bronz aldı ancak rekora uzaktı. "2020 Tokyo'ya katılacak mı?" diye merak edilirken, Şubat ayında, 37 yaşında emekli oldu. Kimbilir, belki de gelecekte çalıştırdığı bir öğrencisiyle 2,10'u alt edebilir. Etmese de adını Casablanca kentinden alan büyük yıldız; şampiyonlukları, yeteneği, zarafeti, dansı ve gülüşüyle atletizm meraklılarının kalplerinde ve hafızalarında büyük bir iz bıraktı bile. Bolt gibi. / Caner Eler

501

Bu sayfalarda farklı sporların sayılarla ilişkisini okuyorsunuz. 147, 23, 46… Liste uzar gider. Bir sporla özdeşleşerek artık marka olmuş onlarca farklı sayı var. Ancak dart sporunun sayılarla ilişkisi bu sembollerin çok ötesinde. Zira oyuncuların amacı 501'den başlayarak minimum atışla dart tahtasında sıfıra ulaşmak. 1'den 20'ye kadar sayıların ve onların iki ve üç katına (dart jargonuyla double ve triple) denk gelen küçük bölümlerin yer aldığı tahtanın orta noktasında 25 ve 50 sayılık iki bölüm daha var. Oyuncular da en fazla skora ulaşmak için triple 20 alanına hedef alıp tek dartla altmış sayıya ulaşmaya çalışırlar.

Sadece bu kadar sayı yoğunluğu bile benim gibi birçok sözelcinin korkulu rüyası olmaya yeterli. Ama dahası var. Dartta 'leg' diye adlandırılan periyotları kazanmak için sadece 501'den 0'a en az sayıda dartla ulaşmak yeterli değil. Attığınız son dartın da bir double olması gerekiyor. İşte bu noktada hesaplamalar devreye giriyor. Zira son dartınıza 17 gibi tek bir sayı kalırsa atış hakkı rakibinize geçer çünkü 17 hiçbir sayının iki katı değil. O nedenle son dart hakkınıza gelirken saniyeler içerisinde 1 ve 20 arasındaki sayıların iki katına denk gelecek bir noktada olmayı hesaplamanız gerekiyor. Dartın göründüğünden çok daha eğlenceli bir spor olmasında sayılarla olan yakın ilişkisinin de payı var. Bu kadar teorik bilgi ilginizi çektiyse evinize dart tahtası asması için Aras Yetiş'e müracaat edebilirsiniz, en az üç-dört eve dart tahtası asmış başka birini tanımıyorum. / Ali Çolak

10

"Bunu her duyduğumda sinirleniyorum. Bu, tamamen saçmalık. Kendimizi kandırmayalım: Günümüz şartlarında her teknik direktör, Overath, Beckenbauer, Müller ya da Netzer, Rivera, Mazzola gibi bir oyuncusu olsa sevinir. Asıl gerçek olan artık böyle oyunculardan kalmamış olması. Bu isimler yerde yetişen mantar gibi yetişmiyor. Durum böyle olunca, antrenörler de çıkıp zorunluluktan 'Hepiniz koşacaksınız!' diye bağırıyorlar."

Günter Netzer, 44 sene evvel Fussball Magazine'e verdiği röportajda "Artık futbolun oyun kuruculardan ziyade çok yönlü oyunculara ihtiyaç duyduğu dile getiriliyor" şeklinde biten soruya böyle cevap vermiş. Yıllar içinde konu pek değişmemiş: Birkaç ismi ayıklarsak, 10 numaralar değişen futbola karşı… Puskas ile başladı, Pele ile arşa erdi ve Rivera, Zico, Rivelino, Maradona, Platini, Netzer gibi bir çırpıda yan yana koyacağımız en az otuz doğuştan yetenekle devam etti 10 numaranın efsanesi. Macarlar, mevkilerinde tarihin en iyi oyuncuları arasına girecek oyunculara sahipti ama jönleri Puskas'tı. Pele, Brezilya'nın hem kahramanı hem de facialardaki ilk sorumlusu oldu. Brezilya, 1970 Dünya Kupası'na giderken tartışma da "Rivelino, Pele ve Tostao, üç 10 numara aynı anda sahada kalabilir mi?" üzerine yapılıyordu. Rivera ve Netzer'in topsuz oyundaki tembelliği hep eleştirildi ama katı disiplinleriyle nam salan antrenörler dahi yaratıcılıklarından yararlanmak adına sahadaki ilk görevi onların noksanlarını kapamak olan en az bir oyuncuyu görevlendirdiler…

İdman tekniklerinin gelişmesi ve kondisyonun artık futbolun bir parçası olmasıyla tartışma gündemde kalmaya devam etti ama 1980'ler de 10'lu yıllar olarak geçti. 1990'larda yavaş yavaş rakip ceza sahasına kadar itildiler. 2000'li yıllarla birlikte iyice sistemler, hız, pres ya da koşu mesafeleri gibi kavramlar üzerinden konuşulan oyun, bir bakıma onları kenara çekti.

Netzer'in yıllar önce sinirlendiği minvalde yeni dünya futboluna isyan edenler bugün dahi var. Eskinin tadını alamayanlar için en belirleyici değişim, taktiksel oyunda oldu. Alanlar gitgide daraldı, görev tanımları daraltıldı ve yetenekli oyuncular dahi belli kılıflar içine sokulmaya başlandı, takım başına düşen kurtarıcı sayısında azalmalar oldu. Peki dünya futbolunda 10 numaralar gerçekten yok mu oldu?

Aslında o kadar dramatik bir 'sadece koşanların oyunu' da yok karşımızda. Bugün, İtalyan futbolu için konuşanların sık sık tekrarladığı 'regista' rolü, eski tip 10 numaralardan miras. Bu terimi üne kavuşturan Pirlo ya da Brozovic'le, Rivera ya da Giannini'yi karşılaştırdığınızda dönemin futbolu gereği farklı oyuncu tipleri karşınıza çıksa da görev olarak benzerlikler yadsınamaz. Ya da klasik 10 numara kavramını pek de kabullenmeyen Cruyff'un mirasçısı, Iniesta ve De Bruyne gibi son dönemin en yaratıcı hücum orta sahalarını şekillendiren Guardiola'nın, sadece koşan oyunculara fırsat verdiğini söylemek biraz haksızlık olur gibi. Hele Messi'nin de kilometrelerce koşmadığını düşününce… / İlhan Özgen

13

Genellikle yılın 13. cuma gününde yayımlanan, 13 sayısının uğursuzluğuyla ilgili yazılara baktıysanız bu inanışın pek de yeni olmadığını, hatta Babil'in altıncı kralı Hammurabi'nin kanunlarına kadar uzandığını biliyorsunuzdur. Hristiyanlıkta ise bu uğursuzlukla ilgili Son Akşam Yemeği tablosunda 13 konuğun olması ya da Balder'in ölümü gibi pek çok çıkış noktasından söz ediliyor.

13'ün uğursuzluk getirdiği inanışı sporda da vücut buluyor. Öyle ki 13 sayısından çekinen sporcuların, takımların, organizasyonların ya da taraftar gruplarının sayısı hiç de az değil. Mesela bisiklette bir gelenek vardır: Eğer 13 numaraya denk gelirsen numarayı sırtına ters çevirerek asarsın. Bunun fazlaca örneği var ama bu konuda akla ilk gelen isimlerinden biri Spartaküs, yani Fabian Cancellara. Bisiklet takipçileri, Spartaküs'ün 2007 Fransa Bisiklet Turu'nun ilk altı etabında sarı mayoyu taşırken sırtındaki 13 yazılı kâğıdın ters çevrili olduğunu hatırlayacaklardır. Bu hareket, Cancellara'ya şans getirmiş olabilir. Ya da şansı, bacaklarındaki kuvvet de olabilir.

Diğer taraftan, 13'ü bir cesaret nişanı gibi taşıyan sporcular da var. Wilt Chamberlain, Steve Nash, Eusebio, Alex Morgan, Alessandro Nesta, James Harden, Pavel Datsyuk, Dan Marino… Liste kabarık ama bu konuda başı Almanya Milli Futbol Takımı çekiyor. Zira Max Morlock, 1954'te kupayı kaldırırken sırtında 13 numara vardı. Kupa, 1974'te bu kez Gerd Müller'in ellerinde havalanırken onun sırt numarası da 13'tü. Son olarak Thomas Müller, 2014 Dünya Kupası'nı kazanan takımda 13 numaralı formayı giyiyordu. Hepsi kazanan taraftaydı. Oysa başlangıçta hepsinin korkunç bir kaderin izini taşıdıkları düşünülüyordu. / Kaan Demirel

4-3-3

Premier Lig'in en güçlü iki takımı, maçlarının büyük bölümüne 4-3-3 ile başlıyor. Fakat futbol, tek fazda oynanan bir spor değil. Sıranız geldiğinde savunmalı, sıranız geldiğinde hücum etmelisiniz. Bu yüzden takımları tek formasyona hapsetmek çok sağlıklı değil. Çünkü oyuncuların toplu ve topsuz oyundaki görevleri, bizlere bir şeyler anlatıyor.

Manchester City'yi ele alalım. Maçlarına 4-3-3 ile çıkan ve aksi bir durum olmadıkça topsuz oyunu da 4-3-3 ile oynayan bir takım. Fakat Maviler, doksan dakika boyunca topa rakibinden daha fazla sahip oluyor. Ve topa sahip olduklarında City'yi 4-3-3 ile tanımlamak doğru değil. Bu sezonun flaş isimlerinden Cancelo, toplu oyunda orta sahaya eklemleniyor ve kanadını terk ediyor. Cancelo'nun orta sahaya gelmesi ile birlikte İlkay bölgesinden daha ileriye giderek beşli bir hücum hattı oluşturuyor. Formasyondaki bu geçiş, her elit takımda görmeye alışkın olduğumuz bir düzen. Kimi takımlar beki, kimi takımlar ise kanatları ile genişliği sağlıyor ama amaçları birbirinden sapmıyor. Takımlar; topsuz oyunda kompakt kalarak alan daraltmaya, toplu oyunda ise genişlik sağlayarak alan yaratmaya çalışıyor. Bunu yaparken de 4-3-3, 4-4-2, 4-2-3-1 gibi formasyonları araç olarak kullanıyor ve bize bir soru yöneltiyorlar: Takımları tek bir formasyon ile tanımlamak ne kadar doğru?

Söz, Maurizio Sarri'de: "Bir hocam vardı ve formasyon konuşan insan futboldan anlamaz derdi. Aynı maç içinde 4-3-3 de oynadık, 4-3-2-1 de... Formasyon değil, önemli olan futbolumuzu oynamak." / Arhan Ata Pilavoğlu

Socrates Dergi