
Dönüm Noktaları
20 dk
Teknolojik gelişmeler, skandallar, davalar... Dünya spor tarihinin dönüm noktası niteliği taşıyan olaylarını derledik...
Dünya değişirken, değişimin merkezinde istisnasız şekilde akışa sert şekilde müdahale eden olaylar bulunur. Bugünlerde olduğu gibi… Artık gezegenin her yerinde sokakta yürürken bile birbirinden uzak duran, maskeli, tedirgin yüzlere rastlamak mümkün. Öyle ki Covid-19 pandemisi hatıraya dönüştüğünde dahi bazı şeyler eskisi gibi olmayacak. Spor dalları da tarih boyunca muhtelif olaylar ve o olayların etkileriyle dönüşüp farklılaştı. Bu dönüşümler kimi zaman olumlu kimi zaman olumsuzdu. Bazen bir faciayla başladı her şey, bazen teknolojinin etkisiyle; yeni yüzlerle, yeni yatırımcılarla, yeni kurallarla değişen çehreler sporun da gerçeği oldu...
Televizyon
The Crown dizisinin bir sahnesinde, Kraliçe Elizabeth'in taç giyme törenini sürgünden izleyen VIII. Edward'a dostları sorar: "Bütün bunlar mantıksız değil mi?" Cevabı dokunaklıdır: "Yağlar ve yeminler. Küreler ve asalar. Simge üstüne simge… Bunlar çok mantıklı. Büyü varken şeffaflığı kim ister? Şiir varken düzyazıyı kim ister? Duvağı kaldırırsanız ne görürsünüz? Ortalama bir yetenek ve az hayal gücüne sahip sıradan bir kadın. Ama onu böyle sarmalayalın, karşınıza ne çıkıyor? Bir tanrıça!"
Televizyonda yayımlanan ilk taç giyme töreninden 11 yıl sonra düzenlenen 1964 Olimpiyat Oyunları, Japonya'nın İkinci Dünya Savaşı sonrası toparlanmasının sembolüdür. Fakat oyunları unutulmaz kılan detay, kıtalararası canlı yayımlanan ilk olimpiyat olmasıdır. Dağhan Irak'ın ifadesiyle "1964 Tokyo, bu bağlamda ilk küresel spor olayı sayılabilir. Bu tarihten sonra spor, yerel ve yerinde takip edilen bir olay olmaktan tamamen çıktı ve tüm dünyaya satılabilir bir ürüne dönüşmeye başladı."
Aslında devrimin ayak sesleri daha önce duyulur. 1960'ta ABC'nin spor departmanının başına geçen Roone Arledge, 'sahadaki mücadeleyi geniş açıdan göstermek' şeklinde icra edilen spor televizyonculuğunu değiştirir. Hızlı bir dönemdir. Videokasetler, geri sarmayı yayıncılığa getirmiştir. 80mm'lik lenslerse yönetmenlerin saha içine rahatça yakın plan yapmasına olanak tanır. 'Instant Replay'in yani pozisyon tekrarlarının gelişiyse devrimin son halkasıdır. Televizyon molası tabiri yine o dönemde lügate girmiş, aynı anda farklı sporcuları göstermeye yarayan 'split-screen' ise pastanın üzerindeki çilek olmuştur. Bu ilerlemeler, uydu teknolojisiyle birleşmiş ve 1964'ü kilometre taşı yapmıştır. Ya da tüm 1960'lı yılları...
Aynı dönemde Arledge başta olmak üzere birçok yönetici, sporu maç yayınının ötesinde bir şey olarak görmeye başlar. Stüdyo yayınlarıyla, farklı görüntülerle, özel röportajlarla spor artık tüm gün tüketilebilen bir ürüne dönüşmüştür. Yağlar ve yeminler, küreler ve asalar işin içine girmiş; spor, simge üstüne simge inşa edebileceğiniz bir fenomen haline gelmiştir. Bugün spora dair sevdiğimiz ve nefret ettiğimiz hemen her şeyin başlangıç tarihi de aslında orasıdır: 1960'lar… Fakat ne tesadüf ki sporu sarıp sarmalayarak satan televizyon, bugün sosyal medya veya Netflix gibi rakiplerine karşı son kale olarak canlı maç yayınlarına sığınıyor. Ekonomik gerçeklerin hayatımıza ve sevdiğimiz sporlara daha da fazla sirayet ettiği bugünlerde hâlâ şeffaflığı değil, büyüyü satmak istiyor. / İnan Özdemir

Eczacıbaşı 1976-1977
Müessese Takımları
Yarım yüzyıl önce, benim ilkokul sıralarında olduğum ve basketbol denen spor dalıyla yeni tanıştığım günlerde, ligimizin tartışmasız hâkimi İstanbul Teknik Üniversitesi'ydi. Hafta ortası gazetelerin spor sayfalarında dip bucak bir köşeye konulan panoramaya "Kim kimi yenmiş?" merakıyla göz atar ve sıralamanın tepesinde hep aynı üç harfi görürdüm: İTÜ…
Futbolun üç büyükleri, basketbolda ikincilik için yarışıyor gibiydi sanki; şampiyonluklara el koymuş görünen İTÜ'yü tahtından indirmeleri söz konusu olmazdı. O dönemde Ankara'nın en başarılı elçisi, TED Koleji mezunlarının kurduğu Kolejliler'di. DSİ Spor, Şekerspor, PTT gibi takımlar, bu eğitim kurumunun bir adım gerisinden gelirdi. Hepsi kısaca KİT diye bilinen Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nin, yani memleketin karma ekonomisinde devlet kanadını temsil eden kuruluşların kulüpleriydi. Bir de Muhafızgücü vardı; silah altına alınan sporcuların antrenman yapıp forma giymesini sağlayan Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'nın takımı… İzmir ekipleri Altınordu ve Altay tabloyu tamamlardı. Karşıyaka 1974'te Birinci Lig'e çıktı. Bugün size tuhaf gelebilir ama o yılların puan cetvellerine bakarken Adana Demirspor ve Samsunspor gibi kulüplerin isimlerine rastladığımı bile hatırlıyorum.
Özetlemeye çalıştığım gibi; Türkiye'de basketbolun lokomotifini İstanbul ve İzmir'in popüler gençlik kulüpleri ile Ankara'daki devlet destekli organizasyonlar çekiyordu. Köklü eğitim kurumları da Batı dünyası ile kurdukları ilişkilerin avantajını bu alana taşımışlar, bütçelerinden bir dilimi basketbola ayırırken, teknik ve taktik gelişmeleri takip ederek fark yaratmışlardı. Özel sektörün markaları henüz ortada yoktu.
1974-75 sezonu başlarken, yeni bir takımın adı duyuldu: Eczacıbaşı… Aslında ilaç endüstrisinin bu ünlü ailesi, sportif faaliyetlere 1966'da voleybolla girmişti ama basketbolda en alt liglerden başlayıp her sene terfi ederek Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, İTÜ ve Kolejliler gibi güçlü rakiplerle buluşmaları 1974'ü bulmuştu. Eczacıbaşı, Birinci Lig'deki ilk sezonunda altıncı sırada kaldı. Ancak Levent'te, bugün dev alışveriş merkezi Kanyon'un yükseldiği yerdeki fabrikanın arazisinin bir köşesine güzel bir spor salonu inşa etmeleri, altyapı takımları kurmaları, kulübün iddiasını net biçimde ortaya koyuyordu. Bu vizyonla, transferde diğer takımlara oranla daha rahat para harcama lüksü birleşince, 1975-76 sezonunda ilk şampiyonluğa ulaştılar. Kadroda Nuri Tan, Efe Aydan, Mehmet Döğüşken, Reşat Güney, Serdar Ersözlü, Melih Erçin, Orhan Tuncer, Utku Olcay, Ali Kurt ve Esat Özertan vardı. Antrenör Aydan Siyavuş'tu.
3 Nisan 1976 günü Türk basketbolunda ilk kez özel sermayeye ait bir müessesenin sporcuları (Çalışanları mı demeli acaba?) şampiyonluk kupasını kaldırdı ve TOFAŞ, Efes, Çukurova, Beslen, Ülker, Banvit gibi ekiplerin yolunu açtı. O gün bugündür parkelerimizde serap misali bir görünüp bir kaybolan sayısız marka oldu. 2000'li yıllarda gençlik kulüpleri değişen dünyaya ayak uydurabilmek için güçlü markaların isim sponsorluğu tekliflerini kabul ederek rekabeti bambaşka boyutlara taşıdılar. 21 Mayıs 2017'de Fenerbahçe Ülker, EuroLeague şampiyonluğunu kazanarak bir başka zirveye tırmandı. Bu aynı zamanda kültür, tarih ve popülariteden güç alan yüz yılı geride bırakmış bir geleneğin, paranın sıcaklığıyla aynı potada eritilmesi halinde hedeflerin nasıl büyüdüğünü göstermek açısından da çarpıcıydı. / Yiğiter Uluğ

Martina Navratilova
Tenisin Evrimi
Uzun yıllar evvel oynanmış herhangi bir spor karşılaşmasına ait görüntüler izlediğimizde farkına varırız ki çoğu şey fazlasıyla değişmiştir. Hatta bazen değişim öyle keskindir ki sanki bambaşka bir spora bakıyormuş gibi hissedebiliriz. Şahsi kanaatimce bunu en kolay gözlemleyebileceğimiz sporların başında tenis geliyor. Hem de farkları görmek için filmi o denli geriye sarmaya, raket sporlarının antik yıllarına gitmeye gerek yok. 1960'lardan günümüze yaklaşırken dahi; teknolojinin, insan fiziğinin, sporcu mantalitesinin ve daha birçok şeyin nasıl farklılaştığına şaşmamak zor. Kısaca yakından bakalım...
Altmışlarda tenis ağırlıklı olarak çimde oynanırken zeminin yapısı gereği yarattığı belirsiz sekmelerin önüne geçebilmek lazımdı. Dolayısıyla oyuncular bugünlerde görmeye alıştığımız uzun rallilerden çoğunlukla kaçınırdı. Tesirli servis atıp, karşıdan gelen topu yere inmeden voleyle puana çevirmek dönemin geçerli stratejisiydi. Kullanılan ekipmanlar da günümüzdekilerden farklıydı. Tahta raketler hem ağır hem eğilip bükülmeye müsaitlerdi. Esnemelerini engellemek sebebiyle kafaları da güncel emsallerinden ufaktı. 70'lerde bu durum değişmeye başlayacak, çelik raketin ilk popüler kullanıcısı ise Jimmy Connors olacaktı. 1975 Wimbledon finali de bu anlamda mihenk taşıydı çünkü Connors'ın rakibi Arthur Ashe'in elinde ilk örneklerden kompozit bir raket vardı. Tenisin oynanış şekli de bu yeni teknolojik hamlelere ayak uyduracaktı.
Sadece ekipmanlar değil tenisçiler de fiziksel değişim gösterdiler. Teniste ağır idmanın ve fitness çalışmalarının yolunu Harry Hopman'ın açtığından hep bahsedilir ancak 1980'lere gelindiğinde Martina Navratilova-Ivan Lendl ikilisi, tenis ile fiziksel kuvveti iyiden iyiye bağdaştıran figürler oldular. Çekoslovakya'da başlayıp ABD'ye uzanan iki kariyer, kullanılan antrenman metotları ve beslenme alışkanlıkları bakımından da benzeşiyordu. Ayrıca Navratilova, kadın sporcuların nasıl görünmeleri gerektiği önyargısını da yıkanların başındaydı. O ve sonraları Serena Williams, kendilerine 'Erkek gibi' yakıştırmaları yapanlara inat kazanmayı sürdürdüler. Böylece tüm kadın sporculara ilham kaynağı oldular.
Tenisçilerin spor dünyasındaki en simgesel öncülüklerinden biri de cinsiyetlerin kazanç eşitliği hususunda gerçekleşti. Billie Jean King, eğer turnuvayı kazanan erkek ve kadın oyuncular eşit miktarda para almayacaksa, 1973 Amerika Açık'ı boykot edeceğini söyleyerek meşaleyi yakmıştı. Yıllar içinde birçok meslektaşı ona bu davasında destek oldu. Şimdilerde her yıl açıklanan 'En Çok Kazananlar' listelerine giren kadın sporcular genelde sadece tenisçiler oluyor. Diğer sporların ise hâlâ gidecek çok yolu var. / Aras Yetiş

Larry Bird - Magic Johnson rekabeti, 80'lerde NBA'e bakışların değişmesine neden olmuştu
Bird-Magic Rekabeti
NBA'in global bir fenomene dönüşmeden önceki halini pek çok kişi muhtemelen hatırlamıyor. Her organizasyon gibi birkaç dönüm noktası yaşadı NBA de ama eğer gerçekten bir milat varsa o da 1980 yılı olmalı. Günümüzün NBA pazarlama makinası o yılları da hoş bir nostalji eşliğinde sunsa da seksen öncesi lig pek de öyle özenilecek, örnek bir organizasyon değildi. Sadece ekonomik açıdan daha sınırlı imkânlara sahip olmasıyla alakalı da değil bu; genel olarak 1980 öncesi NBA bir çeşit panayır ligi gibiydi.
O döneme baktığımızda başarılı olmak için doğru yapılanan takımlar vardı elbette ama asıl amaç olan para kazanma önceliğinde sportif başarı pek çokları için fazla zahmetli ve riskli bir yoldu. Tersine bütçe kısıtlamaları ile 1990'lı yıllardaki CBA veya NBA güdümüne girmeden önceki D-League'den farksızdı ortam. Celtics, Lakers, Sixers gibi yine para kazanmaya odaklı ama bunu başarılı olursa daha fazla bilet satarak yapacağını gören ve büyük düşünen üç-dört takım hariç herkesin derdi bu şovun nasıl para kazanacağıydı. Açıkçası ülkenin ilgisi de hayli düşüktü. Seksenlerin ilk yarısında NBA final maçları bile geceyarısından sonra banttan yayımlanıyordu.
1970'lerde oyuncular ekonomi sınıfında iki aktarmayla maçlara giderken onları takip eden gazeteciler işverenlerinin aldığı biletle birinci sınıfta yolculuk ediyorlardu. Bizdeki 'Yazın boşta kalınca taksi şoförlüğü yapan futbolcu' klişesinin gerçek olduğu, ligdeki oyuncuların çoğunun geçinmek için yarı zamanlı başka işlerde çalıştığı dönemlerden bahsediyoruz. Biraz para kazanılınca ise bu defa oyuncuların bu parayı hak etmekten çok ezmeye çalıştığı ve profesyonelliğin ligin daha fakir olduğu dönemden bile geriye gittiği yılları yaşadık. O yılların efsane oyuncusu Darryl Dawkins bench'te bile kokain çektiğini itiraf etmişti. The Last Dance belgeselinde Michael Jordan da lige ilk katıldığında otel odalarının kokain partilerinin merkezi olduğunu söylüyor. Özetle sportif anlamda organizasyonun yerlerde süründüğü, oyuncuların çoğunun goygoy odaklı takıldığı, yerel ilginin olduğu, ulusal ilgi ve bilginin pek yer almadığı bir sirk şovundan halliceydi NBA, 1980 öncesinde.
1979-80 bu yüzden bir milat. O sezon iki çok başarılı, çok yetenekli, kolej kariyerleri ile ulusal ilgi çekmiş oyuncu lige katıldı: Larry Bird ve Magic Johnson. Üstelik ligin en önde gelen iki lokomotif takımına, Lakers ve Celtics'e gittiler. Üstelik çok büyük rakip olmalarına rağmen çok iyi arkadaştılar. Üstelik biri güleryüzlü bir siyah, diğeri taşra çocuğu sarışın bir beyazdı. Halkın alt tabakalarını en üstte, en zıt şekilde temsil ediyorlardı. Ama en önemlisi ikisi de oynadıkları ligden bağımsız çok özel sporcular, çok büyük rekabetçilerdi. Kazanmak için her şeyi yapmaya odaklı oyunları, takımların kimliği ile birleşince tüm lige etki eden bir kendine çekidüzen verme geldi. Bütün ülke onları merak ettiği için NBA'i izlemeye başladı, onlar da kendileri örnek olarak tüm ligi "Bu bir iş" noktasına çektiler.
Hepimiz 1980'lerin ikinci yarısında Michael Jordan'ın omuzlarında, David Stern'ün yönetiminde ligin nasıl uçtuğunu biliyoruz. Uçmaya başlamadan önce yerde sürünen lig Magic ve Bird liderliğinde süründüğü yerden doğrulup yürümeye başladı. Ve işte bu yüzden onların başardıkları çok daha büyük bir dönüm noktası. / Kaan Kural

1988 Seul Olimpiyat'ında takım yarışında jimnastik madalya kürsüsü: 1. SSCB 2. Romanya 3. Doğu Almanya
Doğu Bloku ve Yugoslavya'nın Dağılışı
Dünya tarihinin önemli dönüm noktalarından biri, hiç kuşkusuz 1989-1992 yılları arasında Doğu Bloku ile Yugoslavya'daki sosyalist yönetimlerin yıkılması ve serbest piyasa ekonomisine geçiş oldu. Bu dönüşümü ve spor dahil herhangi bir alandaki etkilerini, aslında dönemin diğer gelişmelerinden bağımsız okumak mümkün değil.
Örneğin 1970'lerden itibaren uydu teknolojisinin gelişmesi ve yayılması, sporun dünya üzerinde milyonlarca kişiye canlı olarak ulaşmasını sağladı ve spor endüstrisinin sermaye birikimini hızlandırdı. Özellikle 1980'lerde Avrupa'da özel televizyonların patlama yapmasıyla beraber spor, küreselleşme ve ticarileşme aşamalarında yeni bir faza girmiş oldu. 1992'de imzalanan Maastricht Antlaşması'yla beraber, Avrupa'da insanların serbest dolaşımı kabul edildi. Bu gelişmeler hem Doğu Blokunda serbest piyasa taleplerini arttırdı hem de kapılar açıldığında Doğu'daki sistemin ürünü olan yeteneklerin hızla Batı'ya göç etmesini beraberinde getirdi. Daha önce Nadia Comaneci, Martina Navratilova ve Naim Süleymanoğlu örneklerinde olduğu gibi iltica yoluyla gerçekleşen Batı'ya çıkış, Doğu Bloku'nun kapılarının açılmasıyla beraber ticari bir faaliyete dönüştü. Özellikle futbolda ve basketbolda, Doğu Blokunun Avrupa ve dünya çapında başarı kazanmış yetenekleri neredeyse toplu olarak Batı'ya gelirken, profesyonel spordaki dengeleri de tamamen değiştireceklerdi.
1988 Avrupa Futbol Şampiyonası'nın finalisti Sovyetler Birliği, 1992 Avrupa Futbol Şampiyonası'na favorilerden biri olarak gelecekken savaş nedeniyle biletini sürpriz Danimarka'ya devreden Yugoslavya, 1991 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası şampiyonu Kızılyıldız, 1986 şampiyonu ve 1989 finalisti Steaua, 1989-91 arası Basketbol Avrupa Kulüpler şampiyonu Jugoplastika Split...
Bu takımların oyuncuları hemen hemen olduğu gibi Batı'ya transfer yaptığında, profesyonel sporun kuvvetli ülkelerinde gökten yıldız yağıyordu. Hagi'ler, Petrovic'ler, Sabonis'ler, Stojkovic'ler ve arkalarından gelen Doğu Bloku ile Yugoslavya'nın son jenerasyonları Avrupa ve dünya sporunu sırtında taşıyordu.
Diğer taraftan, gerilerinde bıraktıkları ülkelerde spor sistemi, devletin kalanıyla beraber çökmüş, gidenlerin yerine yeni yıldızlar yetiştirilemez hale gelmişti. Umut vadeden yetenekler 14-15 yaşında zengin Batı kulüpleri tarafından alınıyor, özellikle Avrupa'da profesyonel spor hiç olmadığı kadar Batı'nın birkaç büyük ülkesinin tekeline giriyordu. UEFA Şampiyonlar Ligi ve EuroLeague gibi organizasyonların ortaya çıkışıyla beraber başarılı olanın daha zengin, daha zengin olanın da daha başarılı olduğu sistemler kurulunca Doğu Blokunun devlet destekli devleri ya uyum sağlayamayıp tarihe karıştı ya da tekinsiz sermaye kaynaklarına yönelip ayakta kalmaya çalıştılar. / Dağhan Irak

Brezilyalı pilotun yaşattığı şok, F1 dünyasına 'güvenlik' kavramını sorgulatmıştı...
Senna'nın Kazası
Ayrton Senna ve Roland Ratzenberger'in 1994'teki kara hafta sonunda, Imola'da kazalar sonucu hayata veda etmeleri Formula 1'deki güvenlik önlemlerini ve buna bağlı olarak da araç tasarımlarını sonsuza kadar değiştirdi. Öncesinde, McLaren'in Formula 1 gridine ilk kez karbon fiber monokok konstrüksiyonu getirmesi ve diğer takımların bu trendi izlemesi -karbon elyafının darbe emme konusunda şüpheler taşımasına karşın- güvenlik konusunda ileriye atılmış bir adımdı. O yıla kadar F1 monokokları, güvenlik değil ağırlık kaygısıyla alüminyumdan üretiliyordu. Büyük İltica yoluyla gerçekleşen Batı'ya çıkış, Doğu Bloku kapıları açılınca ticari bir faaliyete dönüştü. bir kazada çok rahat parçalanıyor, pilotu yeteri kadar koruyamıyorlardı.
Özellikle 1963-1973 arasında Formula 1'de 57 pilotun hayatını kaybetmesi çarpıcıydı. Aynı dönemde yarışan, üç kez dünya şampiyonu olan ve neredeyse her hafta sonu bir arkadaşının F1 pistinde ölümünü gören Jackie Stewart, güvenlik önlemlerinin arttırılması için ilk başkaldıran isimlerden biri oldu. 1970'te Stewart'ın yakın arkadaşları Piers Courage ve Bruce McLaren pistlerdeki basit, düzeltilmesi çok kolay güvenlik ihmalleri yüzünden hayatlarını kaybedince Stewart, isim babası olduğu 'Yeşil Cehennem' Nurburgring'de yarışmayı reddetmiş, büyük bir kamuoyu yaratmış ve bunun sonucunda Almanya GP'si görece daha güvenli bir pist olan Hockhenheim'a taşınmıştı. Aynı yıl Stewart, başına herhangi bir kaza gelme ihtimaline karşı her yarışa özel doktoruyla gitmeye başlamış ve diğer pilotlar tarafından alay konusu olmuştu. O yılların güvenlik anlayışını özetleyen daha iyi bir durum yoktur sanırım.
1982'den itibaren F1'de ölümlü bir kaza yaşanmamıştı. Bu durumda kuşkusuz karbon fiber monokok araçların 1983'ten itibaren F1'de kullanılmaya başlanması, 1970'te döneminin en güvenli pisti olarak açılan Paul Ricard Pisti'nin yarattığı güvenlik akımıyla diğer pistlerin modernleşmesinin payı büyüktü. Fakat tüm bu gelişmelerin ve ölümsüz geçen yılların yarattığı güvenlik rehaveti ne yazık ki Senna ve Ratzenberger'in ölümüyle fark edildi. 1994 yılı ve öncesi araçlara bakınca, pilotların omuz seviyesinden itibaren hiçbir koruma olmadan yarıştığını görüp dehşete kapılmamak mümkün değil. Yine 1994 sezonu öncesi, maliyetleri düşürmek için yasaklanan elektronik pilot yardımları ve bu değişime rağmen aynı kalan araç hızları, Senna'nın da sezon öncesi tahmin ettiği gibi büyük kazalar olması adına yazılmış bir reçete gibiydi. Senna ve Ratzenberger hayatlarını kaybettikten sonra F1 monokok yan yüksekliklerini arttırdı, ön süspansiyon veya lastiklerin kopması durumunda bunları pilottan uzak tutmak için zincir sistemini geliştirdi ve pistlerdeki kaçış alanlarını hata payı bırakacak şekilde genişletti. Bu somut adımları atmak için ne yazık ki iki değerli pilotun aramızdan ayrılması gerekiyordu. / Berkem Ceylan

Jean-Marc Bosman'ın davası, futbol tarihinin en büyük dönüm noktalarından biri...
Bosman Kuralları
"Bu o Bosman değil, bu Belçikalı…" Jean-Marc Bosman ile ilgili ilk hatırladıklarım gazetelere yansıyan dava haberleri ve hemen ardından çevremde bu minvalde başlayan sohbetler. Sık sık karıştırıldığı Hollandalı meslektaşı John Bosman gibi parlak bir futbolcu olamayan Jean-Marc, saha dışında verdiği mücadeleyle oyunun tarihine geçecek ve benim gibi birçok futbolsever, Bosman Kuralları'nın etkilerini yıllar içinde görecekti…
Kulübü RFC Liege ile sözleşmesi 1990 yılında biten ve kulübünün kontrat teklifini düşük bulan Jean-Marc Bosman, Fransız takımı Dukerque ile anlaşmıştı. Fırtına da bundan sonra koptu. Dönemin transfer sistemine göre, oyuncunun sözleşmesi bitse bile yeni takımı tarafından eski takımına bir meblağ ödenmesi gerekiyordu. RFC Liege, Bosman'a önerdiği ücretin katbekat fazlasını Dunkerque'ten bonservis bedeli olarak isteyince transfer çıkmaza girdi. Kiralama yolları aransa da maddi sorun aşılamadı. Üstelik bu süreçte henüz 26 yaşında olan Bosman, Liege'de kadro dışı da kalmıştı.
Belçika Futbol Federasyonu ve UEFA'dan davacı olan Bosman'ın davası Avrupa Adalet Divanı'na taşındı ve 15 Aralık 1995'te Bosman lehine sonuçlandı. Artık 31 yaşında olan futbolcu, belki kariyerinin sonuna gelmişti ama birçok futbolcunun kariyerine etki edecek kararların önünü açmıştı. Avrupa Birliği vatandaşı olan oyuncuların kontratları bittiğinde bonservis bedeli olmaksızın anlaştıkları takımlara transfer olması ve AB vatandaşı futbolcuların milli takımlar dışında herhangi bir kısıtlama olmadan (yabancı kontenjanı) anlaşmaya vardığı takımda futbol oynaması, Bosman Kuralları'nın bugünlere yaptığı en büyük etkiydi.
Fakat futbolcuların özgürlüğü adına devrim niteliği taşıyan bu karar yıllar içinde özellikle de zengin kulüplerin lehine kullanılan bir hukuki boşluk niteliği taşımaya başladı. Bosman Kuralları'ndan yararlanan ilk şöhretlerden biri Edgar Davids'ti. Ajax'tan Milan'a transfer olan Hollandalıyı neredeyse bütün takım arkadaşları Bosman Kuralları eşliğinde takip edecekti. Ajax gibi Avrupa'ya heyecan veren 'mütevazı' takımların bir nevi sonu gelmişti.
Christian Authier, Futbol A.Ş adlı kitabında şunları yazıyordu: "Liberal devrimin gerçek tetikleyicisi olan bu karar, oyuncuların Avrupa'da -işçiler veya sermaye gibi- serbest dolaşımı kuralını yerleştirmiştir. Bu Pandora kutusundan artık hukuk tarafından da meşrulaştırılmış, para-tanrı çıkmıştır. "
Jean-Marc Bosman da mücadelesi ile bugünün transfer ortamı arasında çelişki olduğunu inkâr etmiyor: "Davayı kazandım ve bu bütün futbolcuların yararınaydı. Ama Avrupa Komisyonu Rekabet Komiseri Mario Conti, 2001'de transfer kurallarını kulüpler lehine değiştirdi. Bugün kulüpler Şampiyonlar Ligi gibi şeylerden paralar kazanıyorlar üstelik bunun için kupayı almalarına bile gerek yok. Avrupa'da 20-25 kulüp bu yoldan büyük meblağlar kazanıyor ve gittikçe zenginleşiyor. Bosman Kuralları, yeniden pay etmeyi sağlamak anlamına geliyordu ama bence işler o yönde ilerlemedi. Genç bir oyuncuya daha kendini kanıtlamadan 30-40 milyon ödenmesi bana doğru gelmiyor." / İlhan Özgen

"Festina Hadisesi'yle Kimya Çağı'ndan Sonsuz Şüphe Çağı'na geçiş yapıldı."
Festina Skandalı
Bisiklet tarihinde ne yazık ki sayısız doping hikâyesine rastlayabilirsiniz. Bu muhteşem dayanıklılık sporunun karanlık tarafına dair bir olay ise diğerlerinden ayrılır. Alacakaranlık kuşağının miladı gibi kabul edilen bu olay, ismiyle de farklıdır: The Festina Affair. 'Affair' kelimesi ekseriyetle gayrimeşru aşk ilişkilerini anlatırken kullanılır, bazen de olumsuz olayları tasvir etmek adına da 'hadise' şeklinde çevrilir. Festina Hadisesi, 11 Temmuz'da Dublin'de başlayacak 1998 Fransa Bisiklet Turu'na üç gün kala Fransa'nın Belçika sınırında; gümrük polisinin Festina bisiklet takımından 'soigneur' Willy Voet'in aracını durdurmasıyla başlar. Dublin'e doğru yol alan aracın bagajında Fransa kanunlarına göre suç unsuru teşkil eden doping ilaçları bulunur. Voet göz altına alınır ve soruşturma başlatılır. 234 doz EPO, 82 tüp büyüme hormonu, 160 kapsül testosteron, sayısız amfetamin, anabolik steroid, kortikoid, kan inceltici ve şırıngalar...
Voet'in sürdüğü Festina aracında bulunan malzemeler daha önceden de doping yapıldığı konuşulan bu ekosistemin aslında ne denli korkutucu ve sistematik olduğunu ilk kez gözler önüne seriyordu. Ortada fiziki bir kaza yoktu belki ama bir aracın bagajından çıkanlar spor dünyasında Susurluk Kazası misali domino etkisi yaratacaktı. Daha önce var olduğu konuşulan ama kimsenin tam olarak kanıtlayıp dile getiremediği suçların, iplik söküğü gibi ortaya dökülmesine sebep olacaktı. Festina'nın lideri, Fransızların sevgilisi Richard Virenque'in olayı öğrendiğinde "Malzemelerime ne olacak, nasıl yarışacağım?" dediği söylenir. Skandal bir yandan da bisikletçilerin kazanma uğruna, tutkunu olup pençesine düştükleri kimyasal yasak aşkın boyutlarını ve kanıksanmış doping kültürünü de faş ediyordu. Haber ilk duyulduğunda Fransa'nın Dünya Kupası zaferine denk geldiği için tam ne olduğu idrak edilememişti. Peloton Fransa topraklarına geçince ise asıl kıyamet kopmuştu. Polisin Festina'dan başlayarak takım otellerine yaptığı baskınlar ve devamında gelişen olaylar nedeniyle 1998 Fransa Bisiklet Turu az daha yarıda kalıyordu. Peloton, polis ancak baskınlara ara verince yarışı tamamlayabilmişti.
Marco Pantani'nin Giro-Tour dublesini yaptığı yılda, Liberation gazetesi bisiklet sporuna "Lağım Çukuru" başlığını layık görmüştü. Daha öncesinde de dopingin varlığı konuşuluyordu ama hep çürük elma edebiyatı yapılıyordu. Halbuki 1990'larla beraber eski bisikletçilerden Greg LeMond başta olmak üzere birçok ismin bahsettiği topyekün bir hız ve performans artışı olmuştu. Zira Michele Ferrari gibi tıpçıların devreye girmesiyle daha sofistike, testlerin tespit edemediği, EPO benzeri kimyasallar sporun parçası olmuştu. Yarışlar bir nevi yüksek oktanlı Mad Max filmlerine dönüşmüştü. Sessiz suç ortaklığı sözleşmesi 'omerta'nın varlığı da anlaşılmıştı. Spor hikâyesi anlatmaya alışmış gazeteciler de yetenekleri arasına suç muhabirliğini eklemek zorunda kalmışlardı.
Olumlu açıdan bakarsak Festina etkisiyle EPO maddesini tespit eden testin geliştirilmesine ve WADA olarak bildiğimiz Uluslararası Doping Ajansı'nın kurulmasına hız verildi. Festina sonrası itirafına rağmen başta Virenque olmak üzere çoğu bisikletçi ufak cezalarla yoluna devam etti. Ama bilmiyorlardı ki dinsizin hakkından imansız, yani Lance Armstrong gelecekti. Evet, Festina Hadisesi esnasında yaşanan histeri belki daha sonra başka doping davalarında da yaşandı. Kimya Çağı'ndan Sonsuz Şüphe Çağı'na geçiş yapıldı. Ancak Festina, sporun derinlere yayılmış kirli yüzüyle ilk büyük yüzleşmeydi. Üstelik Willy Voet'in biyografisinde anlattığı gibi aslında o gün son anda otoyoldan çıkıp arka yoldan gitmeye karar vermişti. / Caner Eler