Sportif Ruh

7 dk

George Orwell 1945’te spordan nefret eden milyonların sesi olmayı başarmıştı. Orwell 1945'te yazdı.70 yıl sonra İnan Özdemir çevirdi.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Britanyalıların aklına bir fikir gelmişti. Savaş boyunca mütteffikleri olan Sovyetlerin parlak futbol takımı Dinamo Moskova’yı davet etmişlerdi. Dinamo, İngilizlerin yetenekli ayakları karşısına çıkacaktı. Moskova ekibinin teknik direktörü maç öncesi beklentileri düşüren açıklamalar yapıyor, “Orası futbolun doğduğu ülke. Şüphesiz ki dünyanın en iyileri İngiltere’de top koşturuyor” ifadelerini kullanıyordu. Britanya halkı, yeni dostlarını sıcak karşılamamış, Dinamo ekibi uzun süre kalacak otel bulamamıştı. Sonra işler hallolduğunda ve sahaya çıktıklarında ise her şey değişecekti. Chelsea ve Rangers ile berabere kaldılar, Cardiff City’yi 10-1’lik skorla dağıttılar ve Arsenal’i 4-3 geçtiler. George Orwell ise tribündeydi. 20. yüzyılın belki de en etkileyici gazetecisi futboldan nefret ediyordu ve bu turne fikirlerini açığa vurması için ona fırsat vermişti. O fikirler, bu unutulmaz yazıyı getirdi.

Dinamo takımının kısa ziyareti sona erdiğine göre birçoklarının bu turnenin evvelinde düşündüğü şeyleri şimdi dillendirebiliriz. Spor hastalıklı iradeyi besleyen şeylerden biridir ve bu ziyaretin İngiltere-Sovyet ilişkilerine bir etkisi varsa o da her şeyi eskisinden daha da kötü hale getirmesidir.

Gazeteler bile dört maçtan ikisinin olumsuz hislere yol açtığını saklayamadı. Arsenal maçında orada olan birinden duyduğum kadarıyla, Britanyalı ve Rus iki oyuncu birbirine girmiş ve taraftarlar hakemi yuhalamış. Glasgow maçındaki başka birinden aldığım bilgiye göre, baştan sona sahada kuralsızlık hüküm sürmüş. Bir de milliyetçilik çağına uygun bir şekilde Arsenal takımının yapısı üzerine tartışmalar var. Rusların söylediği gibi bu bir İngiltere karması mı yoksa Britanyalıların dediği gibi normal bir lig takımı mı? Dinamo hakikaten de gerçek bir İngiliz karması ile oynamadan turnesini mi bitirmişti? Her zaman olduğu gibi herkes bu sorulara kendi politik meşrebiyle cevap veriyor. Herkes demeyelim, yine de. News Chronicle gazetesinden bir Rus takıntılı gazeteci, futbolun tetiklediği kendini yeniden üreten tutkuyla birlikte meseleyi anti-Rus bir çizgiye çekti ve Arsenal’in İngiltere karması olmadığını söyledi. Ne olursa olsun, tarih kitaplarının dipnotlarında bu tartışma sürüp gidecek. Dinamo Moskova’nın yaptığı turnenin bir sonucu varsa da bu muhtemelen iki tarafta yeni düşmanlıklar yaratması olacak.

Başka türlü olmasına imkân var mıydı? Sporun milletler arasında iyi ilişkiler yarattığını, dünyanın farklı yerlerinden insanların kriket ve futbol sahalarında karşılaştığında savaş meydanlarına meyil etmeyeceğini belirtenler beni hep şaşırtmıştır. Bunu söyleyenler sportif etkinliklerin yarattığı zincirleme nefrete dair bir örnek bilmiyorlarsa bile (mesela 1936 Olimpiyat Oyunları) bunu genel davranış biçimlerinden çıkarabilirler.

Bugünlerde neredeyse yapılan bütün sporlar rekabetçi. Kazanmak için oynuyorsunuz ve bu amaçla mücadele etmediğinizde oyunun pek bir anlamı olmuyor. Yeşil çimlerde bir taraf seçmek ve ulusal duygulardan arınarak basitçe eğlenmek ve egzersiz yapmak için oynamak mümkün. Fakat saygınlığınızın sorgulandığını, kaybettiğinizde ekibinizle birlikte duygularınızın incineceğini hissetmeye başladığınız an, en vahşi duygular ortaya çıkmaya başlıyor. Lisede futbol oynamış herhangi biri bile bunu yakından bilir. Uluslararası seviyede spor bir savaş provasıdır. Ancak en öne çıkan şey oyuncuların davranışlarından öte taraftarların yaptıklarıdır. Ulusları adına mücadele edenlerle birlikte sinir harbine katılırlar ve gerçekten -kısa sürede de olsa- koşmanın, zıplamanın ve topa vurmanın milli değerler açısından bir test olduğuna inanırlar.

Kriket gibi zevk için oynanan, güçten ziyade zarafet isteyen bir oyun bile bu kötü niyetliliğe hizmet edebilir; 1921’de İngiltere’yi ziyaret eden Avustralya takımının maçında gördüğümüz tartışmalarda ve taktiklerde olduğu gibi. Herkesin birbirini sakatladığı ve herkesin yabancı konuklarına karşı hiç de adil olmayan bir stille oynadığı futbol ise daha kötüdür. Ama en kötüsü ise bokstur. Bir beyaz boksörün bir siyah boksörle seyirciler önünde kapışması şahit olunabilecek en korkunç şeyler arasındadır. Boks seyircisi her zaman tiksinti verecek seviyedir, özellikle kadınlara karşıdır ve onların etkinliklere gelmesine izin verilmez. İki üç sene evvel, askerler bir boks turnuvası düzenlediğinde ben salonun kapısında durmakla ve kadınları içeri sokmamakla görevlendirilmiştim.

İngiltere’de spor saplantısı yeterince berbat bir seviyededir fakat esas gelişmekte olan, bir yandan da oyuna merak salan ülkelerde daha fena duygular belirir. Hindistan ya da Burma gibi yerlerde seyircilerin sahaya dalmaması için polis kordonlarına ihtiyaç vardır. Burma’da, bir tarafın polisi geçtiğini ve kritik anda rakip takımın kalecisini engellemeye çalıştığını görmüştüm. 15 sene önce İspanya’da oynanan ilk büyük futbol maçı kontrol edilemeyen bir isyana yol açmıştı. Rekabetçi duygular öne çıktığı an, oyunu kurallara göre oynama isteği söner. İnsanlar bir tarafın kazandığını, diğerinin kaybettiğini görmek isterler. Zaferin hileli yollardan ya da seyircinin müdahalesi ile gelmiş olması unutulur. Seyirciler fiziksel olarak sahaya girmediklerinde bile bağırarak, rakip takım oyuncularını yuhalamalar ve küfürlerle yıldırarak oyunu etkilemek isterler. Profesyonel sporun fair-play ile zerre ilgisi yoktur. Daha çok nefretle, kıskançlıkla, kibirle, kurallara saygısızlıkla ve bir şiddet gösterisi izlemenin sadist mutluluğuyla örülüdür. Diğer bir ifadeyle, sadece silahların olmadığı bir savaş gibidir.

Futbol sahalarının bir araya getirdiği temiz rekabet hakkında vıdı vıdı yapmaktan ya da milletlerin bir araya geldiği olimpiyat oyunları üzerine konuşmaktansa bir modern kült haline gelen sporun nasıl ve neden böyle olduğunu sorgulamak daha çok işe yarayabilir. Bugün oynadığımız oyunların bir çoğunun kökeni antik çağlara uzanıyor. Fakat spor, Romalılar döneminden 19. yüzyıla kadar pek fazla ciddiye alınmamıştı.

İngiliz halk okullarında bile bu oyunlar geçen çağın son bölümüne kadar yapılmıyordu. Modern okul sisteminin kurucusu olarak görülen Dr. Arnold, bunlara basitçe zaman kaybı olarak bakardı. Sonra, İngiltere’de ve Amerika Birleşik Devletleri’nde oyunlar yüksek bütçeli aktivitelere dönüştü, büyük seyirci kitlelerini çekerek vahşi duyguları tetikledi ve bu hastalık ülkeden ülkeye yayıldı. Rekabetçi sporların en şiddetlileri, futbol ve boks, bu yayılmada en büyük etkiyi yarattı. Bütün bu süreçte yükselen milliyetçiliğin payı olduğundan kimsenin şüphesi yok. Başka bir deyişle hastalıklı modern dünyada kendini büyük güçlerle özdeşleştirme ve her şeyi bir onur mücadelesi açısından görme alışkanlığının... Ayrıca, organize sporlar daha çok maddi açıdan dar gelirlilerin yaşadığı ve yaratıcı çalışmalardan uzağa hapsolduğu yerlerde gelişti. Kırsal yaşamda çocuklar ve genç adamlar enerjilerini yüzerek, kar topu oynayarak, ağaçlara tırmanarak, ata binerek, hayvanlara hoyratça davranarak, balık avlayarak, horoz dövüştürerek ve fare peşinde koşarak atar. Büyük kasabalarda ise herkesin birbirine sapkın dürtülerini harekete geçirerek fiziksel anlamda üstünlük sağlamaya çalıştığı toplu aktivitelere katılmak haz verir. Londra ve New York’ta oyunlar şimdi ciddiye alınıyor, geçmişte Roma ve Bizans’ta da ciddiye alınırdı. Ortaçağ’da ise aynı oyunlar muhtemelen fiziksel anlamda daha sert bir şekilde oynanmasına rağmen politikayla ya da kitlesel nefretle harmanlanmamıştı.

Eğer dünyada varolan olumsuzluklara katkıda bulunmak istiyorsanız 100 bin taraftarın önünde Yahudilerle Araplar, Almanlarla Çekler, Hintlerle Britanyalılar, Ruslarla Polonyalılar, İtalyanlarla Yugoslavlar arasında futbol maçı düzenlemekten daha iyi bir fırsat bulamazsanız. Elbette ben uluslararası çekişmelerin ana sebepleri arasında sporun olduğunu düşünmüyorum. Geniş ölçekte baktığınızda spor, milliyetçiliği pompalayan etkilerden sadece biri. Yine de, 11 adamdan oluşan bir takımı ulusal şampiyon ilan edip rakip takımla mücadeleye yolladığınızda ve mağlup olan takımı ‘kaybedenler’ olarak konumlandırdığınızda işleri daha kötü hale getirebiliyorsunuz.

Umarım, Dinamo’nun ziyaretine cevaben biz de bir Britanya takımını SSCB’ye yollamayız. Eğer bunu yapacaksak bile, yenileceğinden emin olduğumuz ikinci sınıf bir takımı göndermeli, onları da Britanya’yı temsil eden ekip olarak yansıtmamalıyız. Zaten dünyada yeteri kadar bela var, bir de çileden çıkan seyirci kitlelerinin ortasında birbirlerinin dizlerine tekme atacak genç çocukları cesaretlendirmeyelim.

Bu yazıyı yayımlamamıza izin verdiği için Sel Yayıncılık’a teşekkür ederiz.

Çeviri: İnan Özdemir

Socrates Dergi