Su Gibi

7 dk

Bruce Lee, bir dönemin kahramanıydı. O gün sokaklarda Bruce Lee’nin adını bağıran çocuklar, bugünün büyükleri. Onu anmaya da -ne olursa olsun- devam ediyorlar.

Bruce Lee perdede belirdiğinde laf olsun diye değil hakikaten heyecanlanan bir kuşaktanım.

Filmlerini, 1970’ler sona ererken ‘3 Film Birden’ günlerinde sabahtan akşama seyretmiş, hareketlerini ve mimiklerini ezber etmiş (ve ne yazık ki yorumlamaya kalkmış), sinema çıkışı arkadaşlarıyla filmi konuşup Taksim’den Şişli’ye yürürken elektrik direklerine uçan tekme atacak kadar coşmuşlardanım…

Bruce Lee’nin gazına gelip… Beyoğlu’nda hava karardıktan sonra açılan ve lüks lambası altında satış yapan ikinci el dergi-kitap-TeksasTommiks tezgâhları marifetiyle teorik eğitim almışlardanım.

O yılların popüler kitapları Resimli Açıklamalı Karate ve Kendi Kendine Jiu-Jitsu Öğrenme Teknikleri’ni uygulama aşamasında helâk olmuşlardanım.

Nasıldı o dersler?

“…Hasmım beni arkadan boğmaya teşebbüs ediyor (şekil 79). Omuzlarımı kaldırarak köprücük kemiklerimin üzerinde, iki baş parmağımı onun serçe parmakları altına sıkıştırabilecek kadar çukurlar yapar, serçe parmaklarını sıkıca yakalarım (şekil 80-81)...” Haliyle bir Bruce Lee olamadık…

Hâlâ The Way of the Dragon yerine ‘Dünyada Benden Büyük Yok’, The Big Boss yerine ‘Patron Benim’ demeyi tercih ederim.

Bizzat “Burs Li mi, Buruç Li mi, Buruk Li mi?” münazarasına katılmışlığım ve münazarayı yönetmişliğim de vardır; o derece… Bunlar, işin lafı daha da uzatabileceğim mikronostaljik tarafları ama burada keselim.

Devrimcinin Hasıdır

Çünkü Bruce Lee; iyi bir oyuncu-sinemacı, disiplinli bir sporcu, çok genç ve parlak bir yıldızken kaybedilen bir efsane olmanın ötesinde, zaman içinde seyrederek, okuyarak anlamaya çalıştığım gerçek kahramanımdır…

Sadece kol kırıcı, diş dökücü değil; bir nevi put kırıcıdır, devrimcinin hasıdır, yol açıcıdır. Meşhur 2.5 santim uzaktan attığı yumruk (one inch punch) çok etkileyicidir. Nunçaku ile yaptıkları (iki masa tenisçiyi sadece nunçaku ile karşılayarak perişan eder) muazzamdır.

Hızı ve dengesi neredeyse insan üstüdür; chopstick marifetiyle havaya atılan pirinç tanelerini yakalar. Değişik teknikleri harmanlayıp damıtarak ulaştığı nokta hakikaten eşsizdir. Ve henüz bir yaşındayken ‘bebek oyuncu’ olarak başladığı sinema kariyeri sayısız dersle doludur. Bu noktada atları bağlayıp biraz mola verelim ve ‘karakterinin bir yansıması’ olarak bu kariyerine odaklanalım.

Kapı Açılmadı, Kapı Açtı

Hollywood’da ‘yıldız mertebesi’ne ulaşmak için filmler dolusu adam dövmekten daha yorucu bir işe kalkmış, önyargıları yıkmış birinden söz ediyoruz. Hong Kong’da manasız, senaryosuz, koşuşturmadan ve hırgürden ibaret ‘dövüş sanatları filmleri’nin çehresini değiştirmiş olması da bir zaferdir elbette.

Ancak asıl savaşı, o güne kadar ‘komik-ezik’ rollerde karikatürize edilmekten öte kıymet görmeyen Asya kökenli oyuncuların itibarını yükselterek kazanmıştır. Hollywood’a ön kapıdan kabul edilmese de yılmamış ve kendi kapısını açmış, hatta yapımcılara ardına kadar açtırmıştır.

Bizim kuşağın David Carradine’dan hatırladığı meşhur Kung Fu dizisi onun fikridir. Yapım şirketi ‘Asyalı’ bir oyuncu riskli olacağı için Bruce Lee’yi oynatmamıştır.

Bruce Lee vaziyet karşısında yıkılmak veya adapte olmak veya önüne atılana razı olmak yerine Hong Kong’a dönmüş, fenomene dönüşmüş (gişe rekorları her yeni filminde bir daha kırılmıştır) ve Hollywood’a ayağına serilen kırmızı halı üstünde yürüyerek dönmüştür.

Girişimcidir ve vizyonerdir… Henüz meşhur olmadan önce Kareem Abdul Jabbar (beraber de oynadılar, malumunuz), Steve McQueen, James Coburn gibi yıldızlara bir nevi ‘kişisel antrenör’ hizmeti sunmuştur.

Çinlilerin kendilerine saklamayı tercih ettikleri, paylaşmaktan hoşlanmadıkları tekniklerini ‘başka ırklara öğretmek cüretini’ göstermiştir. ABD’de açtığı okullarda siyah, beyaz, pembe, yeşil, sarı, mor ayrımı yapmadan herkesle bilgisini ve ‘yolunu’ paylaşmıştır.

Bir felsefe damıtmıştır öğrendiklerinden ve onu aktarmaya çalışmıştır.

Su Gibi Ol Bence De

“Su gibi ol…” diye başlayan o konuşmayı bilirsiniz: “Zihnini boşalt. Su gibi formsuz, şekilsiz ol. Şimdi suyu bir bardağa doldurursan, su bardak olur. Onu çay demliğine doldur, o zaman çay demliği olur. Su akar, yayılır, damlar ya da parçalanır. Su gibi ol dostum…”

1970 yılında altı ay kıpırdamadan yatmasını gerektiren sakatlığı yaşadığında, özellikle Buda ve Jiddu Krishnamurti’ye yoğunlaşmış, felsefesinin temel taşlarını güçlendirmiştir. Bu noktada Ejder Kalesi’nde (Enter The Dragon) bir ‘esprili sahne’ olarak geçen ‘kayık hikâyesi’ni hatırlamak faydalı olabilir. ‘O alçak’ Han’ın adasına doğru diğer dövüşçülerle birlikte ‘pupa yelken’ seyrederken bir eleman tebelleş olur Bruce Lee’ye.

Elemanın zevzekliklerine yüz vermese de adam yakasından düşmek bilmez. “Stilin ne?” diye sorar adam. Bruce Lee cevap verir: “Dövüşmeden dövüşmek…” “Göster” diye yapışır bu kez… Bruce Lee bu noktadan sonra adama “Yerimiz dar be güzelim, gel şu yakındaki adaya gidelim. Rahat rahat dövüşürüz” diyerek tekneye bağlı sandalı işaret eder. ‘Hırscan eleman’ sandala binince de ipini uzun tutup teknenin arkasından bağıra çağıra gelmesini sağlar. Elini değdirmeden elemandan kurtulmuştur, dövüşmeden dövmüştür… Tarzını soranlara “Style of no style” (Tarzsızlık tarzı) dediği bilinir.

Sırrımız Yok Dostum

Bruce Lee (az önceki su gibi olmak meselesini hatırlayalım), öğrencilerine ve hayranlarına, aslında onlara ‘büyük bir sır öğretmeyeceğini’ açıkça söyler. Amacı ‘kendi yollarını’ bulmalarına yardımcı olabilmekten ibarettir.

“İçine bak, dışarı değil” der, “Sadece kendin, kendini aydınlatırsın…” diye ekler… Ona göre, “Bir sihirli yol yoktur” öğrenilecek, çok çalışmak ve kendi yolunu aramayı sürdürmek gerekir.

Tekniğine ad vermek isterseniz elbette ‘Jeet Kune Do’ diyebilirsiniz ama ancak içselleştirildiğinizde hikmetine erebileceğiniz yolun bir nevi tabelası olur neticede.

Bruce Lee öldüğünde çok ama çok gençti (33 yaşındaydı) ve zamanla ortaya çıkan notlarından ve günlüklerinden de anlaşılacağı üzere müthiş verimli bir dönemin başındaydı. Ölümünün ardından fenomenden daha fazla para ‘sağabilmek’ için ‘vizyona atılan’ ve kimse kusura bakmasın ‘paçavra’ sayılması gereken Ölüm Oyunu (Game of Death) için aldığı notları, eskizleri, tretmanı yıllar sonra görebildik.

Bruce Lee’nin tasarladığı gibi çekilseydi, bugün o paçavra yerine bir başyapıt seyrediyor olacaktık. Notlarına bakınca bunu net bir şekilde görüyoruz… Üç saniyelik çekim için 300 tekrar yapan, sadece vurdu kırdı değil (şahı var, o ayrı!) derinliği, alt metni olan bir film için çalışan Bruce Lee’nin adını o filme koymak, başlı başına hakaret sayılmalıydı… Ancak, ölümünü pazarlama cüretini gösteren o film bile adına leke düşüremedi Bruce Lee’nin.

Jimi gibi Janis Gibi

Erken kayan rock’n roll yıldızları gibi sevildi kitleler tarafından; Jimi gibi, Janis gibi, Jim gibi… 43 yıldır azalmayan sevgiye bakın. Ölümünden sonra farklı dönemlerde, farklı şartlarda, farklı kültürlerde kuşaklardır yaşatılıyor olmasına daha dikkatle bakın.

Bunun sadece ‘estetik şekilde adam marizlemekle’ elde edilemeyeceğini göreceksiniz. Kendimi sakatlama pahasına bir Bruce Lee uçan tekmesiyle sizleri selamlayarak veda etmek isterim.

Biraz yamuk uçup erken düşerim ama bu da benim yolum işte, n’apıcaksın?

Socrates Dergi