Su Gibi Ol, Dostum

12 dk

Bruce Lee, 70'lerin en büyük poster figürlerinden biriydi. 'Kungfunun kaderini değiştiren adam' sıfatının yanında beyazperdeye yön verdiği filmler de dönemin popüler kültürüne atılan büyük imzalardı…

Zihnini boşalt. Su gibi formsuz, şekilsiz ol. Suyu bir bardağa doldurursan, su bardak olur. Onu çay demliğine doldur, o zaman su, demlik olur. Bak, su akar, yayılır, damlar ya da parçalanır. Su gibi ol, dostum.

"Zaten ölmeden önce vücuduna bıçak işlemiyordu, kurşun işlemesi de şüpheli olduğundan zehirlenerek öldürüldü."

"Beş yıl sonra vücudu kurşun geçirmez olacaktı."

"Dövüş sahnelerinde o kadar hızlı hareket ediyormuş ki kamera ancak yavaş çekimde yakalıyormuş!"

Eğer çocukluğunuz 80'li veya 90'lı yıllara denk geldiyse Bruce Lee hakkında ortaya atılan bu tarz iddialarla karşılaşmama ihtimaliniz yok demektir. Dövüş sanatlarının tüm dünyadaki akıbetini tek başına değiştiren birinin; ardında bıraktığı miras, elbette şehir efsanelerinden ibaret değil. Çin Operası'nın önemli sanatçılarından olan babasının ABD turnesi esnasında, San Francisco'da dünyaya açtığı gözlerini; Enter the Dragon'un tanıtım çalışmalarına hazırlandığı Hong Kong'ta kapatan Bruce Lee, aradaki 32 yılda, milyonlarca insanın hayatına dokunacak bir dövüş sanatı ve felsefe yarattı.

Merhaba ABD!

Bruce, Hong Kong'un çetelerle dolu sokaklarında başını sürekli belaya soktuğu için ABD'ye yollandığında henüz 18 yaşındaydı. Bir cebinde yüz dolar, diğer cebinde ustası Yip Man'den öğrendiği dövüş teknikleri, "Hong Kong Cha Cha dans şampiyonu" unvanı ve vahşi bir atı andıran asi ruhu vardı. Gündüzleri felsefe okuyup geceleri restoranda çalışan Bruce, kısa süre sonra kungfu'nun karate ve judo kadar popüler olmamasını fırsat bilerek, Seattle'da bir dövüş okulu açtı. Yakın dostu, öğrencisi ve sağdıcı Taky Kimura'nın dediğine göre, öğrencilerinin ten rengine değil, karakterine ve ruhuna bakarak eğitim veren Bruce'un karşısına çıkan ilk rakip ise 1960'lı yıllarda zirve yapan ırk ayrımcılığı oldu.

İkinci Dünya Savaşı esnasında kendi vatandaşı 100 bin Japon'u toplama kampına kapatan ABD'de, Uzakdoğululara karşı olan 'negatif hisler' hâlâ çok güçlüydü. Derste, omzunun üstünden yere fırlattıktan sonra romantikçe çıkma teklif ettiği öğrencisi Linda Cadwell ile hayatlarını birleştirme kararı aldıklarında, bunu başta Linda'nın ailesi olmak üzere herkesten gizlemek zorunda kalacaklardı. Bruce'un karşısındaki tek engel, ırklar arası evlilik gibi bir tabuyu çiğnediği için öfkelendirdiği beyazlar değildi; okulunun kapılarını her ırktan insana açması, kadim sanatı sadece Çinlilere öğreten diğer dövüş ustalarını da öfkelendirmişti. O ustaların birinden gelen "Ya okulunu kapatırsın ya da bizimle dövüşürsün" teklifi, sokaklarda büyüyen Bruce için retorik bir soruydu. Kendisi gibi erken yaşta ve trajik şekilde ölen oğlu Brandon'a sekiz aylık hamile olan eşi Linda'nın gözü önünde dövüşen Bruce, müsabakanın sonunda, okulunu ve onurunu kazanacak fakat özgüvenini yitirecekti. Dövüş, rakibinin işini on saniyede bitireceğinden emin olan Bruce'un umduğundan 170 saniye kadar uzun sürmüş, hayal bile etmediği kadar zorlanmıştı. "Gerçek dönüm noktası orasıydı" diyordu Linda. Bruce Lee o gün, ileride takipçilerine miras bırakacağı, beden ile zihnin bütünleştiği kusursuz tekniğini geliştirme kararını aldı. Zorlu eğitim süreci başlamıştı...

“Action!”

​​Bruce'un ABD'ye gelirken cebinde taşıdığı, unutulmaya yüz tutmuş bir özelliği daha vardı: Oyunculuk. Bruce, Hong Kong sinema dünyasında ünlü olan babasının etkisiyle, daha kundakta bir bebekken filmlerde görünmeye başlamış, bir dönem Hong Kong'un önemli çocuk oyuncularından biri olmuştu. Fakat bu kısa macerayı, çocuklukta kalan bir hobi olarak gördüğü için pek bahsetmeye değer bulmuyordu. Linda ve arkadaşları bile, Bruce'un oynadığını bilmedikleri The Orphan'ı izlemek için Kokusai Theatre'a gittikleri gün aktörlük geçmişini öğreneceklerdi...

1964 yılında Long Beach'te düzenlenen ve Bruce'un ilk kez dikkatleri çektiği karate turnuvasına, Charles Manson'ın müritleri tarafından Sharon Tate'in evinde katledilecek olan "Hollywood'un kuaförü" Jay Sebring'in de katılması sayesinde, çocukluk hobisi tekrar kapısını çaldı. ESPN'in Be Water belgeselinin açılışını da süsleyen ilk deneme çekimi görüntüleri; kamera önündeki rahat tavrı ve ekrandan taşan aurasıyla, Bruce'un önünde bekleyen parlak sinema kariyerini müjdeliyordu. Fakat rakip yine oradaydı. Irkçılık, Hollywood'da da karşısına dikildi. The Green Hornet'te tekmeleriyle konuşan Kato rolüyle hızlı başlayan yolculuk, ABD televizyonlarının diğer ırklara mensup kahramanları dışlayan yapısı yüzünden çabuk tıkanmıştı.

Steve McQueen, James Coburn, Kareem Abdul-Jabbar gibi dostlar edinmiş; onlara dövüş eğitimi vermeye başlamıştı. Buna rağmen oyunculuk kariyeri, dizilerde konuk oyuncu olmanın veya Sharon Tate'in oynadığı The Wrecking Crew gibi filmlerde dövüş koreografilerini ayarlamanın ötesine geçmekte zorlanıyordu. Karikatürleştirilmiş Uzakdoğulu temsillerinden rahatsız olan Bruce, bunu değiştirmek için bir kungfu dizisi yazdı ancak ABD televizyonlarında bir Uzakdoğulunun başrolde yer alacağı ilk diziyi Warner Bros.'a kabul ettirmeye, proje sorumlusunun yüzüne salladığı meşhur nunçakusu bile yetmedi. Warner Bros. ise kısa süre sonra, David Carradine'ın başrolünde yer aldığı Kung Fu adlı diziyi çekecekti. 1970 yılında Bruce, sarı ırka mensup biri olarak beyazların kahramanı olamayacağını anladığı için anavatanına geri döndü. O dönüş yolculuğu sadece Bruce Lee'yi değil, bütün 70'leri değiştirdi.

Bruce'un Hong Kong'a dönüşü ilk başta pek hoş karşılanmadı. Kato rolü sayesinde Hong Kong'ta tanınıyordu ama artık ABD halkının arasında bir Çinli, Çinlilerin arasında ise Birleşik Devletler'e aitti. Eve dönen müsrif evlat algısını yıkmak ve Asyalıların özdeşleşebileceği bir 'Martial Arts'* yıldızı olmak için hemen işe koyuldu. İlk işi, Hong Kong sinemasının amiral stüdyosu Shaw Brothers'tan yeni ayrılan Raymond Chow'un kurduğu The Golden Harvest ile sözleşme imzalamak oldu. Sonra hiç durmadan, arka arkaya filmler çekmeye başladı…

Çin'in kolonyal sömürü altındaki günlerini anlatan The Big Boss ve Fist of Fury'nin elde ettiği muazzam gişe başarısı kendisine yazar, yönetmen ve yıldız olarak sinemasal özgürlüğünü getirdi. Üçüncü ve en iyi filmi The Way of the Dragon'da bir diğer dövüş sanatı ustası Chuck Norris'e çizdiği rolle, Hollywood'un kötü adam stereotiplerini paramparça etti. Bruce'un gerçek potansiyelinin farkına ancak Hong Kong'taki başarısının ardından varan Warner Bros. yetkilileri için Çin'e seyahat vakti gelmişti. Şirket, Bruce'un ilk uluslararası projesi Enter the Dragon'ın yapımcısı oldu. Daha önce hiç ortak yapımı olmayan Hong Kong ile Hollywood, Bruce sayesinde nihayet buluşmuştu. Üç yılda çektiği dört filmle hem The Golden Harvest'in hem Hong Kong sinemasının çehresini değiştiren Bruce, az zamanda çok şey başararak büyük bir yıldıza dönüşmüştü. Yıllardır hayal ettiği ama sürekli duvara tosladığı her şeyi bir bir gerçekleştirmek üzereyken, 1973 yılında, şiddetli baş ağrılarına ara vermek için çekildiği odasında öldü. Bir anda, tüm dünyayı büyük bir şokun içine sürükleyerek…

Bruceploitation

Bruce Lee'nin gerçek yolculuğu, öldüğü gün başladı. Yaşarken etrafa bölük pörçük serpiştirdiği tohumlar birer birer topraktan çıktı ve bambu edasıyla hızla boy verdi. Garip ismi nedeniyle ilk başta yadırganan Jeet Kune Do (Durduran Yumruğun Yolu) tekniği ve ABD'lilere yabancı bir uygarlığın binlerce yıllık birikiminden beslenen "Su gibi ol" felsefesi, dünyanın dört bir köşesinde ilgi görmeye başladı. Hem gerçek hayatta hem filmlerde Bruce Lee'nin ağzından dökülen her cümle, kutsal kitaplardaki sözlerle eşdeğer tutuldu, insanlar onun felsefesine sıkı sıkıya sarıldı. Ölümünün ardından her tarafı saran dövüş okullarına, her ırktan ve yaştan milyonlarca insan akın etti. Artık her semtin bir dövüş okulu vardı, sokaklar Bruce gibi sesler çıkartarak tekme sallayan çocuklarla doluydu. Bruce Lee'den eğitim gören veya onun elinden ustalık belgesi alanlar ise birer havariye dönüşmüştü…

Sadece dört filmi vardı, o bile Martial Arts Sineması'nı yeraltından çıkarıp göklere yerleştirmeye yetti. Çeviriye ihtiyaç duymayan tekme ve yumrukları, aksiyon sinemasının çehresini sonsuza dek değiştirdi. Öte yandan, 70'li yıllarda tüm dünyayı saran bir 'Bruceploitation' akımı doğdu. Çekimleri için Kareem AbdulJabbar'ı on günlüğüne Hong Kong'a getirdiği, ölümü nedeniyle yarım kalan Game of Death filmi, beş yıl sonra, eldeki yirmi dakikalık orijinal kaydın üzerine eklenen dublörlü çekimler ve bizzat kendi cenazesinden alınan görüntülerle yüz dakikaya tamamlandı ve gösterime sokuldu. The Silent Flute adlı yarım kalmış senaryosu, Circle of Iron adıyla filme çekildi. David Carradine bir kez daha ama bu defa saygı duruşu için Bruce Lee'nin yerine geçti. Bizzat stüdyolar tarafından Bruce Le, Bruce Li, Lei, Lai, Ly gibi her türlü isim kombinasyonunun denendiği yüzlerce sahte Bruce Lee üretildi. Kopya Bruce Lee'lerin yer aldığı filmler, Uzakdoğu'nun her köşesinden dünya sinemalarına doğru yağmaya başladı…

70'lerin ortasında, Türkiye'deki sinemalar da istiladan payını aldı. Bruce Lee sayesinde, Hollywood'da olduğu gibi Yeşilçam'da da aksiyon anlayışı değişti. O furya içinde, başta Cüneyt Arkın gibi büyük figürlerimiz olmak üzere birçok oyuncu ve yönetmen, karate filmlerine yöneldi, Nihat Yiğit gibi yerli ve milli Bruce Lee'lerimiz ortaya çıktı… Şüphesiz, Bruce Lee yaşasa çok daha büyük işler başarabilirdi ama ölümünden sonra patlayan histerik akım, hiç yaşlanmayan ve zihinlerde hep aynı görüntüyle muhafaza edilen efsanesini büyülü bir hale getirdi.

Eşi Linda'nın, "Binlerce yıl önceden kopup gelen ve biz fanileri kısa bir süreliğine ziyaret eden bir ruh" tanımına ve kendisinin "Su gibi ol" felsefesine yakışır şekilde Bruce Lee bugün, zamandan ve mekândan azade bir varlık artık. Ve kendisi, hep arzuladığı şekilde, doğu ile batı arasında uzanan bir köprü. Bruce Lee olmasaydı, ne Martial Arts sineması bu kadar popülerleşirdi ne de Kill Bill'lerden John Wick'lere uzanan birçok Hollywood filmi çekilebilirdi. Sadece sinema da değil, bugün UFC diye bir organizasyon varsa, mevcudiyetini yine Bruce Lee'ye borçlu. Mirası, popüler kültürün ve günlük hayatın her köşesine sinmiş durumda. Hatalı şekilde kendisine atfedilen şu söz ise yaşamını, ölümünü ve isminin etrafında oluşan efsaneyi kusursuz şekilde açıklıyor: "Ölümsüzlüğün anahtarı, önce hatırlanmaya değer bir hayat yaşamaktır."

*Uzakdoğu kökenli kungfu, karate, judo gibi beden, zihin ve ruh gelişimini merkeze alan geleneksel dövüş sanatlarına verilen genel isim.

Socrates Dergi