Sugar Ray'den Cemal Kamacı'ya

15 dk

Garbis Zakaryan, Türkiye’nin ilk profesyonel boksörü, fakat onu ‘efsane’ yapan, ringlere olan tutkusu.

Hikâyenizin başında biraz inat var...

1944 yılında, 14 yaşında başladım. Hasnun Galip Sokak’taki Galatasaray Kulübü’nde hafta sonları boks maçları olurdu. Biz de arkadaşlarla gider seyrederdik. Boksa karşı hevesim orada başladı. Arkadaşlara filan rica ettim, beni kulübe kaydettirmeleri için. Gittik, kaydı yapan adam şöyle bir baktı:

— Ne yapacaksın?

— Boks yapacağım.

O zaman 48 kiloda boks yapılmıyor. Adam şöyle dedi: “Git biraz jimnastik yap, vücudunu geliştir sonra boks yaparsın.” Sepetlediler beni. İkinci gün çıktım, yine gittim. Gene kovdular... Bu böyle devam etti. En son bıktılar kovmaktan. Ses çıkarmadılar ve orada başladım boksa.

Taksim Kulübü’nde boks şubesini kurdular. Orada başladım ama sonra Galatasaray’a geçtim. 1948 yılında İstanbul, 1949’da da hem İstanbul hem de Türkiye şampiyonu oldum.

O dönemler ülkede pek görülen bir olay değil profesyonel boksörlük. O süreç nasıl gelişti?

Mahmut Kefeli, boksa meraklı bir iş adamıydı. Bir grup kurmuştu. Oraya yabancı antrenörler getirdi. Tabiri caizse yabancı antrenörün gazına geldik. Birkaç kişiyi aldılar ve Avrupa Boks Birliği’nden lisansımızın geleceğini söylediler. Lisans geldi ve işin içine girmiş olduk...

Profesyonel oldunuz ama profesyonelliğe alışabildiniz mi? Amatörlükle ne gibi farkları vardı?

Mithatpaşa (İnönü) Stadı’nın altında boks salonu vardı. Her gün oraya idmana gidiyordum. O çalışmalar senelerce devam etti. 1966’ya kadar hayatım buydu. Dükkânım vardı ama boks sevdasına işi bırakıp idmana gidiyordum. Dükkânı bıraktığın adam çalıyor mu çırpıyor mu, bilmiyordum. Açıkçası umurumda da olmuyordu. Gözüm başka bir şey görmedi. Saat 4’te Dolmabahçe’de antrenmandaydım hep.

Profesyonelliğin en ilginç yanı, birçok memlekette dövüşmemdi. Lübnan, Mısır, Fransa, Almanya, Arjantin, Brezilya... Buralarda profesyonel olarak ringe çıktım. Federasyon da yardım etmiyor, kendi imkânınla gidiyorsun. 200 amatör, 51 de profesyonel maçım var. Orta Doğu Şampiyonası’nda Mısırlı bir boksörle dövüştüm. 12 rauntluk maçı, yedinci rauntta teknik nakavtla kazandım. Kemer vardı, onu da aldım.

Brezilya ya da Arjantin, o döneme göre çok çok uzak ülkeler. Oradaki maçların organizasyonu nasıl oluyordu?

İstanbul’da bir okul arkadaşım vardı. Arjantin’e yerleşmişti. Boks camiasından kişilerle ahbaplık etmeye başlamış. Derken ben gelmişim hatırına; “Benim bir arkadaşım var İstanbul’da, iyi boksördür” diye beni anlatmış adamlara. Kalktık buradan Arjantin’e gittik, 1956 yılında. İki maç yaptım orada. Bir sene sonra da Brezilya’ya gittim. Brezilya’da, menajerler beş senelik kontrat önerdiler bana ama kabul etmedim.

Brezilya dışında teklifler oldu mu?

Bir sene sonra Arjantin’e geçtim. Orada da menajerler “Niye gelmedin?” diye sordular. Ailevi durumlardan ötürü kontratı kabul etmediğimi söyledim. Adam bana baktı, “Sen delisin! Tanrı sana bir kabiliyet vermiş. Biz de bunu geliştirecektik, hem sen kazanacaktın hem de biz kazanacaktık” dedi.

Arjantin’de 30 bin kişilik kapalı salon vardı. Salonun altı sanki boks fabrikası! Her menajerin yeri var. Nasıl boksör çıkmaz öyle yerden. O salonu unutamam. Orada bir gece, son maçı yaptık. İnsan bir tuhaf oluyor tabii. 30 bin kişi karşısında, gecenin en büyük maçına çıkıyorsunuz. İyi de dövüştüm orada. Altıncı ya da yedinci raunda kadar başa baş götürdüm müsabakayı. Rakip de 46 maç yapmış, mağlubiyeti yok.

Belki de en büyük hayal kırıklığınız olimpiyat oyunlarına katılamamak...

1948 Londra Olimpiyat Oyunları’ndan önce Fenerbahçe’de kampa aldılar bizi. Olimpiyata gidecek takıma seçildik ama Eşref Şefik’le Burhan Felek takışıyor; üç tane boksör götüreceksin, beş tane götüreceksin... Eşref Şefik diyor ki: “Ben takım hâlinde gelir, en azından üçüncü olurum.” Burhan Felek

karşı çıkıyor, Eşref Şefik de bunun üstüne “Bir boktan anlamıyorsunuz” diye itiraz ediyor yine. Burhan Felek “O zaman hiçbiri gitmiyor!” restini çekiyor. Neticede hiçbirimiz gidemedik... Daha sonra da profesyonel oldum zaten, o nedenle olimpiyata gitmem imkânsızlaştı.

Boks niye eskisi gibi rağbet görmüyor?

Basın çok ehemmiyet veriyordu boksa. Fevzi Abi vardı, Allah rahmet eylesin. Boks antrenörü ve organizatördü, teker teker gazeteleri dolaşırdı. Bülten yazar, haber verirdi ve bunlar gazetelerde çıkardı. Boks hakkında yazılar yazılırdı. Bu, seyirciyi de etkiliyordu tabii. Benim maçlarıma karaborsadan bilet alıp girenler vardı; şimdi Ahmet Cömert Turnuvası oluyor, birçok ülkeden sporcu geliyor ama seyirci yok! Üstelik bilet de parasız. Bunun sebeplerinden biri de basının ilgisizliği...

Sizin zamanınızda da futbol diğer sporların önünde miydi?

Hep önündeydi. Ama benim maçlarıma ilgi her zaman büyüktü. Bir keresinde kendi maçımda içeriye giremedim. Spor Sergi Sarayı’nda olacak maç... Fransız bir boksörle karşılaşacağım. Arka kapıdan içerigirmek istedim, görevliye “Garbis Zakaryan” dedim, adam acayip kızgın bir şekilde: “Ne Garbis’i be, sabahtan beri 100 tane Garbis geldi!” demez mi. Bana göre hava hoş, nasıl olsa alacaklar beni her türlü. Dönerken yoldan çevirdiler de girdim... Maçlarımın çoğu yabancı boksörlerle olduğu için destek de her zaman çok büyüktü.

Uluslararası müsabakalardan unutamadıklarınız var mı?

36 yaşına kadar boks yaptım, 250 müsabakada iki kere nakavt olmuşum. Biri İzmir’de Ziyaris Taki’ye karşı ama sonra ben onu nakavt ettim Türkiye Şampiyonası’nda... İkincisi de Rene Brunet’ye karşı. 10 rauntluk maç, altı-yedi raunt önde götürüyorum. Adam bekledi bekledi bekledi, bir punduna getirdi ve yumruğun yerini buldu. Bir vurdu, nakavtla kaybettim. Hasta oldum ama... Ders oldu bana, gonk vurmadan netice belli olmuyormuş...

Fransa o dönemde Avrupa boksunda önemli bir yere sahip. Fransa’daki müsabakalara gittiğinizde o ağırlığı hissediyor muydunuz?

Sugar Ray Robinson Fransa’ya maça gelmiş, idman yapıyorlar... Ben de oradayım. Menajer bana soruyor: “Garbis, Sugar’la eldiven giyer misin?” Alay mı ediyorsun, nerede bulacağız bir daha, tabii ki giyerim! Robinson bir maça geliyor; berberi, aşçısı, terzisi... Acayip adamdı. Arjantin’e gittiğimde de olimpiyat şampiyonu Pascual Perez’le eldiven giymiştim. Yurtdışında bu adamlarla antrenman yapıyorsun İstanbul’a bir dönüyorsun, idman yapacak adam yok.

Maç esnasında burnu kırılmayan ender boksörlerdensiniz herhalde. Ama araba kazasına engel olamamışsınız...

Türkiye-İspanya boks müsabakası olmuştu. 5-3 İspanyollar kazandı, bizim takımda kazananlardan biri de bendim. O dönem sinemalarda da boks maçlarının filmi oynuyor... Arkadaşlarla seyredelim dedik, gittik sinemaya... Çıktık filmden, beni arabayla eve bırakacaklar. Arabayı kullananın da ehliyeti yok. Giderken bir araba çıktı karşımıza, bu da kurtarayım derken direksiyonu kırdı ve duvara çarptı. Ben de camdan dışarı çıktım. Cam tabii burnumu iki parça yaptı. Eczaneye gittik, “Aman aman! Bizlik değil bu, hemen hastaneye” diye tembihlediler. Alman Hastanesi’nde diktiler burnu. Ama her gören, “Boksta mı kırıldı?” diye sorar muhakkak. Ben de hep şu cevabı veririm: “Boksta çok dayak yemedim ki!” Yıllar sonra bir yerde bir adam çıktı karşıma, sürekli bana bakıyor. “Ne bakıyorsun be!” dedim, sinirli bir şekilde. “Senin burnunu diken doktor benim, iyi dikmiş miyim diye bakıyorum” demez mi!

Boks seyircisi nasıldı? Hiç taşkınlığa maruz kaldınız mı?

Bıçak çeken falan oluyordu, Ankara’da başıma gelmişti mesela bir tane. Türkiye Şampiyonası’na gitmişiz, Ali Gülek’le dövüşüyorum. Adamın birine bir baktım, emaneti alıp köşeye kadar gelmiş, “Ulan bilmem ne yaptığımın gavuru, sıkıysa kazan!” diye bağırıyor. Susarsan daha kötü. Ben de ringden eğiliyorum, affedersin “Ulan o. çocuğu al onu da bilmem nerene sok!” diye karşılık verdim.

Boksu bıraktıktan sonra antrenör oldunuz ve Cemal Kamacı’nın başarılarında önemli bir rol oynadınız. Onun profesyonel olma hikâyesi nasıldı?

Cemal, amatör şampiyonalarda başarılı olmuştu. Kabiliyeti meydandaydı. Onunla ilgilenmeye başladım. Hasan Cansız diye bir iş adamı vardı, boksla çok ilgiliydi. Cemal’in maçını izliyor ve “Profesyonel olmak ister misin?” diye soruyor. Cemal de istediğini ama imkânlarının kısıtlı olduğunu söylüyor. Hasan Bey de “Ben sana kartımı vereyim, Garbis’le birlikte bana gelin” diyor. Cemal geldi yanıma, “Ağabey, adamın biri bana kartını verdi, profesyonel olmak isteyip istemediğimi sordu” dedi. Karta bir baktım, döndüm Cemal’e, “Ulan dört ayak üstünedüştün!” dedim. Boks hastası bir adamdı ve Cemal’in ABD’ye ve Avrupa’ya gittiğinde tüm masraflarını o karşılamıştı.

Bir de ‘gizliden’ antrenörlük yaptığınız maç var...

Ali Sami Yen Stadı’ndaki unvan maçıydı. Cemal, bir ara ABD’ye gitmişti. Onu, ABD’de çalıştıran antrenör de aynı dönemde İstanbul’a geldi. Cemal’le ben uğraşıyorum ama ABD’li de Hasan Bey’e “Ben başkasının köşesinde müsabakaya çıkmam” diye diretiyor. Hasan Bey de bana geldi, “Kusura bakma, böyle bir durum oldu. Çıkmasan olur mu?” dedi. Faydası dokunacaksa benim için bir sorun olmadığını söyledim. ABD’li çıktı... Müsabaka 15 raunt üzerinden yapılıyor. Altıncı, yedinci raunda kadar, rakip Roger Zami müsabakayı önde götürüyordu. Millet bana bağırıyor: “Çıksana köşeye!” Askeri idare dönemi, subaylar da orada. Subayın biri bana döndü: “Çık oraya ya, kim o p.zevenk, çıkmış oraya Cemal’i bozmuş!” dedi. Çıksam antrenöre ayıp olacak, çıkmasam Cemal gidiyor... Gittim Cemal’in ayağına dokundum, “Oğlum, niye adamın oyununu kabul ediyorsun? Mesafede kal, sana yumruk attığı zaman yumruğundan geç, sonra da vur” dedim. “Tamam Garbis Ağabey” dedi ve maçı da götürmeyi başardı, rakibini düşürdü. Maç bitti, çıktım sarıldım, tebrik ettim. Cemal de bana sarıldı ve “Garbis Ağabey, senin sayende kazandım, maç gidiyordu” dedi. Hasan Bey çağırdı sonra, özür diledi benden.

Sonuç ne oldu?

Cemal ilk profesyonellik kararını verdiğinde, Avusturya’da bir arkadaşım vardı, onun yanına gittik. Orada bir menajerle, lisansı alabilmesi için bir senelik kontrat yaptık. Ondan sonra Cemal bize sormadan beş senelik imzalamış adamla. O nedenle antrenörü onlar belirliyordu. Hasan Bey, o zamanın parasıyla 60 bin Mark tazminat verdi ve Cemal’i menajerden aldı. Sonra da ben uğraştım Cemal’le.

Cemal Kamacı dışında o seviyeye gelebilecek potansiyeli olan bir boksör var mıydı?

Seyfi Tatar! Çok iyi boksördü. Bir Avrupa Şampiyonası’na gittiler, ikinci oldu. Hatta hakkını yemişler. Tanıdığım bir İtalyan menajer vardı, bana mektup yazdı: “Garbis, Seyfi Tatar’ı seyrettim. Çok iyi boksör. Niyeti varsa avukatı yollayın kontrat yapalım, burada çalışsın. Biletleri ben göndereceğim.” Seyfi’ye söyledim, “Yok ağabey, gitmem” dedi. Ne yapacaksın...

Socrates Dergi