
Sükûnet
17 dk
Sessiz, sakin, durgun, vakur, zarif... Nando De Colo'yu tanımlarken kelime alternatiflerimiz üç aşağı beş yukarı bellidir. Fransız yıldızla ihtişam ve dramadan uzak iki saat geçirdik, birlikte sonuca gittik...
Avrupa basketbolunda 2010'ların en dominant oyuncusu kim? Dört final ve hikâyesi bol iki şampiyonlukla birlikte Vassilis Spanoulis, akla gelen ilk isim olacaktır. Sorun yok; elbette güçlü argümanlarla savunulabilecek bir seçim ama bana hâlâ Nando de Colo'nun hakkını pek teslim etmiyormuşuz gibi geliyor. CSKA kariyerinin başından itibaren geçen beş sezonda; %50'in üzerinde saha içi isabetiyle maç başına ortalama 17 sayı üreten Fransız yıldız, beş yıl üst üste Final Four'da yer aldı, ikisini kazandı. Tarihte örneği olmayan bir verimlilik.
2019 yazında böyle bir oyuncuyu transfer etti Fenerbahçe Beko; yolda pek çok rakibini saf dışı bırakarak… O yüzden; evet, şu aşamada işler yolunda gitmiyor olabilir ama umutlu olmakta fayda var. Fenerbahçe taraftarı hem işinde çok iyi, hem de Tenten seven bir yıldıza sahip. Değerini bilmek lazım.
Kuzey Fransa'da geçen çocukluk döneminize dair araştırma yaparken ilk antrenörlerinizden Ludovic Pouillart'ın önemi dikkatimi çekti. Söylediğine göre, yirmi yıllık sürede birçok takım değiştirmenize, ülkeden uzaklaşmanıza rağmen onu hiç unutmamış ve memlekete eski bir Citroen Picasso'yla döndüğünüz her seferinde "Hadi pizza yemeye gidelim" diyerek dışarı çıkması konusunda ısrarcı olmuşsunuz…
Kendimi bildim bileli böyleyim. Başka biri olmaya çalışmadım hiçbir zaman. Dışarıdan beni tanımayan insanlara sanki soğuk biriymişim gibi geliyor olabilir; bilmiyorum, açıkçası önemsemiyorum da. Çocukluktan beri iki tane çok yakın arkadaşım var ve... Yetiyor işte. Gerek var mı fazlasına? Ailemle zaten çok yakınım. Annem, babam, kız kardeşlerim, eşim; hepsi eski basketbolcular. Ludovic de kariyerimin ilk günlerinden itibaren benimle birlikte oldu. Bizden biri o da.
Pouillart diyor ki: "Nando'nun çevresinde yakın olduğu çok az insan vardır. Onlara sıkı sıkıya tutunur, diğerlerine fazla renk vermez, her şeyi sevdikleri için yapar, sadece onları dinler..." Az önce biraz bahsettiniz, peki bu açıdan ilk yıllar nasıl geçti? Tamamen ailenizin yönlendirmesi mi söz konusuydu?
Basketbola beş yaşındayken Arras'ta başladım. Pas-de-Calais bölgesi; annem ve kız kardeşim zaten şehrin takımında basketbol oynuyor, babam da profesyonel kariyerini noktaladıktan sonra antrenörlüğe geçiş yapmıştı. Doğal başlangıç. Arras'tan ayrıldığımda, yaklaşık yirmi kilometre ötede daha üst profilde olan takıma, Lens'a geçtim. Bölgenin en iyileriyle orada buluştum, iki sene birlikte oynadım. Altyapıdaki üçüncü durağım ise Lens'a 15 dakika mesafede olan Lievin'dı. Doğduğum şehir yakınlarında ulusal seviyede oynayan tek takım konumundaydılar ve Ludovic Pouillart'la da orada tanıştım. Birlikte geçirdiğimiz ikinci yılda ulusal şampiyonada Final Four'a kaldık, üçüncü olduk.
Hep guard pozisyonunda mı oynadınız peki?
Pouillart beni 1-2-3-4 numaralı pozisyonların hepsinde kullandı. Gayet de iyi oldu çünkü rakibe göre mevki değiştiriyordum. Mesela Final Four öncesi maçlardan birinde Ludovic yanıma gelip "Bugün 4 numara başlatacağım seni. Karşındaki oyunculardan daha hızlısın. Bir dene bakalım…" demişti. Basketbolda pozisyonların gereksinimlerini öğrenebilmek için; ki bunları bir skorer olarak kullanmayı sonradan kavradım, çok faydalı bir deneyimdi.

12 numaralı formasıyla 13 yaşındaki Nando de Colo...
Ailenizin basketbol geçmişini biraz detaylandırır mısınız?
Annem hem birinci lig hem de ikinci ligde profesyonel olarak oynadı. Babam, zaten bana sahadaki temel hareketlerin hepsini öğreten kişidir, harika bir pasördü. Her ikisi de antrenörlüğü seçti; hatta babam ilk etapta kadın basketboluyla başlayıp bir seneliğine annemin koçluğunu bile yaptı. Annem, kadın basketbolunda altyapıya yöneldi ve bu noktada üç kız kardeşimden ikisinin profesyonel basketbolcu olmasında büyük katkı sahibidir.
Bu bağlamda Candace Parker'ın birebir maçlarda Anthony Parker'a ezici üstünlük sağlayışına benzer aile içi hikayeleriniz var mı? Kız kardeşlerinizle birebir oynar mıydınız ya da mesela babanıza karşı skor neydi?
Benim gençlik yıllarımda iki kız kardeşim; Jessie ve Sandy, hep evdeydi. Birlikte çok oynadık. Genellikle birebir değil ama… Onlar iki kişi olurdu, ben tek ve haliyle fazla zorlanmazdım. Esas zorlu olan babama karşı oynamaktı. Bugün bile babama karşı hiç galibiyetim yok çünkü tam onu biraz zorlamaya başlamışken benimle oynamayı bıraktı. "Kazanan bir baba olarak hatırlanmayı tercih ederim" diyerek emekli olmuştu. Ben gelişim çağındayken babamla aşağı yukarı aynı boya geldiğimde hâlâ benden daha iyi şutördü ve vücudu daha sağlamdı. Sırtı dönük oyunlardan hep skor üretirdi ve dediğim gibi evin bahçesinde oynadığımız maçları hep ben kaybettim. Ona büyük saygım olduğundan artık rövanş önermeyeceğim. Hatıralar olduğu gibi kalsın.
"Babamla aşağı yukarı aynı boya geldim" derken; uzun bir guard olarak boy attığınız dönem lise yıllarına mı denk geliyor?
Ben aslında uzun bir çocuk değildim. 12-13 yaşındayken 160-163 cm vardır boyum en fazla. Ondan sonraki iki yılda yirmi santime yakın uzadım, o şekilde fark yarattım biraz. 16 yaşına geldiğimde 1,85 civarına ulaşmıştım. Ama babam, ki aramızda en az 15 santim fark var, boyu pek önemsemezdi. Onun işi gücü hep tekniğimi geliştirmem üzerineydi. Kız kardeşlerimi de yanıma alıp "Benim çocuklarım sol elle şut atamıyor. Sol elle şut atmayı öğrenmeniz lazım" diyerek saatlerce bizi çalıştırırdı mesela. Göğüs pasını istediği gibi veremezdim, birkaç defasında topu çok sert şekilde göğsüme fırlatmıştı. Antrenmanları biraz gelenekseldi, evet ama hepsinin benim faydam için olduğunu biliyorum. Bunu erkenden kavrayabilmiştim.
L'Equipe'teki bir röportajınızda sarf ettiğiniz, "Fransa'da geçirdiğim yıllar boyunca, başta ailem olmak üzere, herkes benim yanlışlarımı düzeltmeye çalıştı" cümlesini hatırlayacak olursak; Erman Kunter ve Cholet dönemi bu saptamanın neresinde kalıyor?
Erman'ın yaklaşımı çok farklı. Onun tarzı daha çok gençleri sahaya atıp bir şey yapmalarını beklemektir. Hâlâ aklımda, takımla tanışacağı gün salonda benimle göz kontağı kurmaya çalışmış ve "Burada hiçbirinizi tanımıyorum. Antrenmanda performans veren herkesin oynama şansı var. İsterse 16 yaşında olsun, isterse 36…" demişti. Gerçekten de sözünü tuttu. Malum, Fransa'da problemlerden biri genç oyuncuların asla oynayamaması. Erman Kunter, kalıplaşmış düzene karşı çıkan antrenörlerden biriydi. Yaşımıza bakmadan bize özgürlüğü verdi hatta belki hak ettiğimizden çok daha fazlasını… Rodrigue Beaubois'ya, Rudy Gobert'e ya da bana…
Hiç mi telkinde bulunmazdı?
"Nando, sakın dip çizgiye gitme" derdi hep. Onu hatırlıyorum. Ben skorer bir oyuncu rolünü almamıştım daha, o da oyunculuğu döneminde büyük bir skorermiş, tabii ki bazı numaralar öğretmeye çalıştı. Ama baseline'a karşı bir takıntısı vardı. Eğer dip çizgiye gidersem asla yaratıcılık için yeterli alana sahip olamayacağımı söyler dururdu.
Yine bir röportajınızda geçen, "Gençken bacak arasından ya da bel arkasından pas vermeyi çok severdim. Fransız koçlar ise bana itiraz edip pası düzgün atmamı isterdi. Buna sinirleniyordum" cümlenizi burada gündeme getirebilirim sanırım. Fransa'daki bakış açısını ve dolayısıyla yıllardır yeterli sayıda antrenör yetişmemesini değerlendirebilir misiniz?
Futboldan örnek vererek başlayayım. PSG forması giyen Neymar, Fransız basını tarafından acımasızca eleştiriliyor. Neden? Topu havaya kaldırıyor, artistik hareketler yapıyor diye… Her sporcu oyunu oynama özgürlüğe sahip olmalı. Daha önce spor yapmamış insanlar şunu anlayamıyor: Bazen, pozisyon gereği dümdüz pası atmak bel arkasından geçirerek diğer tarafa yollamaktan daha zor. Ben eğer belimin arkasından topu attığımda daha yüksek yüzdeyle karşı tarafa gidebileceğine inanıyorsam, o zaman topu belimin arkasından çeviririm. Bu bakış açısının değişmesi lazım artık.
Mesela geçen sene Philadelphia-Toronto serisinin son maçında ne oldu? Kawhi Leonard'ın şutu çemberin üstünde sekti, sekti ve içeri düştü… Avrupa'da attığınız şut çemberin üstünde iki kez seker ve içeriye düşerse size ne derler? Şans. ABD'de ise ben zamanında San Antonio Spurs'le idman yaparken eğer topum çemberin üstünde iki-üç kez sekip içeri düşerse, teknik ekipten Chip Engelland yanıma gelip "Aferin Nando. İyi atıştı" diyordu. Tamamen kültür ve negatif-pozitif bakış açısı farkı… "Şanslıydın" demek kime ne fayda sağlar ki? Böyle ilerlemek mümkün değil.

"Erman Kunter, kalıplaşmış düzene karşı çıkan antrenörlerden biriydi. Yaşımıza bakmadan bize özgürlüğü verdi hatta belki hak ettiğimizden çok daha fazlasını..."
Cholet'nin ardından Valencia'yla yurtdışına çıkış hikâyenizi de anlatır mısınız? Neven Spahija sanırım sizi Cholet'de transfer teklifiyle birlikte canlı izlemeye gelen ilk koç. Neler söylemişti, nasıl ikna ettiler?
Valencia'da Toni Muedra'nın liderlik ettiği (Muedra, Chechu Mulero göreve gelmeden önce kulübün sportif direktörüydü) bir heyet, Cholet'ye geldi. Menajerim Wassim Boutanos'la birlikte görüşmeye gittim. Tabii bu tür toplantılar için o dönem pek tecrübeli değilim, pek kestiremiyorum işlerin nasıl ilerleyeceğini. Neyse, gittim işte yanlarına, zannediyorum ki bana teknik açıdan bir dolu soru yöneltecekler… Saatlerce konuştuk, saha içine dair tek soru bile sormadılar. Kız arkadaşım var mı, özel hayatımda ne yaparım, aile ilişkilerim nasıl vesaire… Hep bu konulardan konuştuk. Çok şaşırmıştım. Ardından Neven Spahija yanıma geldi. Beni takımda görmeyi çok istediğini, kadroda ana oyun kurucu olarak kullanacağını belirtti. Ben öyle insanlara sarılmayı, sarmaş dolaş olmayı pek sevmem ama Neven'le aramızda daha ilk andan bir bağ kurulmuştu. Fransa'da, malum, yakın arkadaş değilseniz sadece tokalaşır ve yolunuza devam edersiniz… Koç Spahija'yla görüştükten sonra sarıldık, menajerim Wassim'e "Hadi yapalım şu kontratı" dedim.
Valencia'daki ilk sezonda gelen EuroCup şampiyonluğu bir yana, esasen play-off ilk turundaki Unicaja mağlubiyeti sanırım en büyük tahribatı yarattı. Spahija devam etmedi, önce Manolo Hussain, ardından Svetislav Pesic ve son olarak da Velimir Perasovic göreve getirildi. Üç yıl, üç koç yeterince kaotik ama NBA'den gelen teklifi kabul etmeden önce Barcelona'nın da transferiniz için çok uğraştığını biliyorum. Ne oldu o dönemde?
Benim için çok zor ama bir açıdan da kolay bir karardı. Neden? Çünkü en kötü ihtimalle Barcelona'ya gidecektim. Valencia'da misyonumu tamamlamıştım artık. Barcelona, bir kez daha teşekkür ediyorum onlara, beni gayet mutlu eden bir teklif yaptı. Ama draft haklarımı elinde bulunduran takım, San Antonio beni istediğinde doğal olarak kendime şu soruyu sordum: "Ya bir daha bu şans elime geçmezse?" Olmayabilirdi, bir şans daha yakalayamayabilirdim. Zar atmak istedim.
Peki bu istek Gregg Popovich temelli miydi, yoksa genel menajer RC Buford'ın ısrarıyla mı oldu? Tony Parker'ın rolü var mıydı veya...
Aslında üçü de değil. Benim Valencia'dan çıkışımda da San Antonio'ya gidişimde de organizasyonun içinde George Felton ana roldeydi. Defalarca yanıma geldi, EuroLeague ve ACB maçlarımı izledi. Bazen tavsiyeler verdiği de olurdu, "Nando topu yavaş çıkarıyorsun. Biraz daha hızlı olmalı mekaniğin" derdi. Her yanımdan ayrıldığında da "Nando, lütfen kız arkadaşın olursa bunu bana haber ver. Spurs'tekilere söylemem lazım" diye eklerdi. Vero (Compan) ile tanıştığımda çok mutlu olmuştu mesela.
Peki işler neden yolunda gitmedi San Antonio Spurs'te?
Birincisi, Gregg Popovich'in beni öyle aman aman istediğini pek sanmıyorum. Hakkımda çok şey biliyor muydu? Eh, hayır. Felton beni zorlamıştı Spurs'e gitmem için, muhtemelen diğer kanallardan da organizasyonu ikna etmeye çabaladı. RC Buford'la ilk görüşmemi hatırlıyorum, imzayı attıktan sonra yanına gitmiş ve "Beni nerede oynatacaksınız RC?" diye sormuştum. Net bir şekilde yüzüme bakarak, "Biz buradaki oyunculara dakika dağıtmayız. Sizin hak etmeniz gerekir" cevabını vermişti. Kötü bir niyetim yoktu, sadece bir açıklama istiyordum çünkü ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Tabii çok daha eski döneme ait, direkt mukayese etmek için söylemiyorum ama Antoine Rigaudeau'yu da Don Nelson kısa forvet pozisyonunda kullanmıştı Dallas Mavericks'te. Şimdi gittiğiniz takımı/kadroyu kısaca hatırlarsak; fazla boşluk da yoktu ama topla neredeyse hiç oynayamıyordunuz… Popovich biraz daha perde çıkışlarında aktif olup sabit şutör rolünü benimsemenizi mi istedi?
Chip Engelland başta olmak üzere, yardımcı antrenörlerle çok yakındım. Her gün idman tempomun yüksek olmasına gayret ettim. 'Sabit şut' kavramını kullanmak doğru; takımda top çok dolaştığı için böyle pozisyonları rahat yakalıyorduk. 2012-13 San Antonio Spurs, final serisinde Miami Heat'e karşı yedinci maçı görecek, kusursuza yakın bir takımdı zaten. Ama yine de istediğim şansları bulamadım. Avrupa'dan geldikten sonra ilk yılda G-League'de maç oynamak biraz canımı yaktı. Üzüldüm, sinirlendim. "Ritim kazanman için G-League oynamalısın Nando" dediler ama bunu biraz kişisel mesele haline getirmiştim. Çok ciddiye aldım o G-League maçlarını ve sanırım 10 maçta yer aldım, dokuzunu kazandık. 30 sayı, 8 ribaund, 8 asist ortalamalarıyla oynuyordum bir dönem. G-League'deki takım iyi durumda değildi ve söylediğim gibi, oradaki maçların tamamını kazanmaya oynayarak bir mesaj vermek istemiştim. Tony Parker, Manu Ginobili, Tim Duncan veya Kawhi Leonard, hepsi orada olabilirdi ama ben bir şans istiyordum. Ne ilk yıl ne de ikinci yılda bunu bulabildim.
Ardından Popovich'in yanına gidip "Beni takas edin" diyorsunuz, değil mi?
Evet. Menajerim Boutanos'un NBA lisansı yoktu, oradaki resmi menajerim Steven Heumann'la konuştuğumda "Nando eğer oynamak istiyorsan koçla konuşman gerek. Aksi takdirde Spurs kadroda her zaman senin gibi bir yedek oyuncu bulundurmak ister" deyince kararımı verdim. Aslında ikinci yılımda, Aralık ayından itibaren oynamaya da başlamıştım çünkü sakat oyuncular vardı. Popovich'e bunu söyledim. "Koç, buradaki durum parlak değil. Orta ve uzun vadede beni oynatamayacağını biliyorum. Bırak gideyim" dedim ve beni Toronto'ya takas ettiler.
Serbest Atış Sanatı
Nando de Colo, EuroLeague tarihinin en yüksek yüzdeyle serbest atış kullanan oyuncusu. 809 denemede 761 isabetle, yüzde 94.07'lik isabet oranı tutturan Fransız, sırrını anlatıyor...
"Bazen antrenörleri duyuyorum '10'da 10 atman lazım. Başka türlü olmaz' diyorlar. Hayır, niye hepsini atması gereksin çocuğun? Atabildiğin kadarını at, oradan başlayalım. Bazen bir tane kaçırabilirsin. Bazen iki tane… Bunu bir takıntı haline getirmenin anlamı yok. Bir serbest atış kaçarsa on depar, ikincisi kaçarsa yirmi depar attırmak kimseye fayda sağlamaz. Aksine, daha da gerilirsin. Eğer kaçıracağınızı düşünürseniz, kaçar o atış."
Spurs de o yıl şampiyon oldu...
Bilmiyorum inandırıcı gelecek mi ama bundan emindim zaten. 2013'te, yani ilk sezonumda takımlayken Ray Allen'ın sağ köşeden attığı üçlükle kaybetmiştik şampiyonluğu. Eşim, ailem Miami'de salonda, "CHAMPION" yazılı tişörtleri son çeyrekle birlikte teslim almıştı, geri sayıyorduk artık. Bu travmadan sonra ikinci sezon başladığında, yine normal sezon iyi giderken yılın sonunda yüzüğü alacağımızdan emindim. Toronto şansını yakalayınca gitmek istedim çünkü tek hedefim oynayabilmekti. Neyse, onun da olacağı yokmuş zaten. Anca CSKA'yla...
Andrey Vatutin'in akıcı Fransızca konuştuğunu düşünürsek, CSKA'nın yaz dönemindeki transfer girişimini oradan başlayarak mı almak lazım?
Gerçekten hayran kalmıştım. Andrey ve kulüp tarafından istendiğimi hissettim, başkan senin de söylediğin gibi benimle defalarca birebir konuştu. Koç Dimitris Itoudis devreye girdi, "Eğer gelirsen bak şöyle oynayacaksın, yanında bu oyuncular olacak" falan… CSKA'nın yaklaşımı, planlaması sonucu kendimi çok iyi hissettim. Toronto'da beni ziyarete geldiklerinde hafta sonuna kadar düşünme süresi isteyip Moskova'ya uçtum. Beni önce Kyle Hines karşıladı, ardından Milos Teodosic… Milos'la daha ilk konuşmamda "Hadi boşver ayaküstü konuşmayalım. Gel bir öğle yemeği yiyelim şimdi" demiş ve beni kolumdan tutup bir restorana götürmüştü. Kariyerimin o döneminde, ihtiyaç duyduğum bir yaklaşımdı bu. Belki yine büyük rolde değil ama NBA'de kalabilecek durumdayken bu yüzden CSKA'yı seçtim.
CSKA, başarılı olduğu dönemlerde bile dışarıdan hep soğuk gözüken takımlara sahip oldu. Sizin döneminizde de boş tribünlere karşı defalarca maç oynadınız ama Itoudis dönemi sanki biraz farklı. "Bir Balkan takımı gibiydiniz" demiyorum ama oyuncular, tribünler ve yönetim, birbirine hiç olmadığı kadar yakındı sanki…
San Antonio'ya indiğimde beni bir toplantıya almışlardı. Böyle, "Kulübe hoş geldin" etkinliği gibi bir şey. Ben herhalde rutin konuşmalar içeriyor diye düşünüyorum, karşımdaki ekip bana üç soru yöneltti:
— Valencia'da en çok ne hoşuna giderdi?
— Kulüp senin rahat hissetmen için ne yaptı?
— Bize verebileceğin bir tavsiye var mı?
Bakın daha ilk günüm. Bunu her gelen yeni oyuncuyla yapıyorlar. Etkilenmiştim ve CSKA'da yine Vatutin'le konuşarak böyle bir organizasyon kurmaya çalıştık. Kyle Hines ve ben; ek olarak eşlerimiz, saha dışında birçok etkinlik düzenledik. 'CSKA çocukları' diye bir şey yaptık örneğin; takımdaki herkes çocuklarını aynı yere getirip bırakıyor, çocuklar hep birlikte oynuyor ve oyuncu eşleri dahil, günü birlikte geçiriyorduk. Vatutin sezon sonunda benim yanıma gelip "Nando, yirmi yıldır buradayım. Birbirini bu kadar seven bir ekip görmedim" demişti. Kazandığımız iki EuroLeague şampiyonluğunda da aile gibiydik.
Vatutin kısa süre sonra, "Nando'nun Fenerbahçe'ye gitme kararı beni çok şaşırttı. NBA'e gitmesini bekliyorduk. Planlarda İstanbul yoktu" diyecekti…
Moskova'da geçen beş yılda artık başaracağım bir şey kalmamıştı. Takım için yapabileceğim her şeyi yapmış, yeni bir heyecana ihtiyaç duyar haldeydim. Vatutin ve Itoudis bunu pek anlamadılar. "Tamam, daha farklı bir kontrat önerelim" diye cevap verdiler ama ben istemedim. Bir-iki sene daha Moskova'da kalıp kötü anılarla ayrılmak istemiyordum. NBA ile değil, Fenerbahçe'yle görüştüğümün haberini alınca "Nando, neden?" dediler, hatta koç Dimitris Itoudis bana çok sinirlendi ama kararımı vermiştim.
NBA'den Milwaukee Bucks durumumu takip etti ama asla ciddi bir teklif yoktu masada. En azından resmi kanallardan bana bir şey ulaşmadı. Zeljko Obradovic'le birlikte çalışmak istedim ve kariyerimde İspanya'ya geri dönüş için henüz erken olduğunu düşündüm Moskova'da beş yıl uzun bir süre. Bana inanın.
Real Madrid'in teklifi yok muydu yani?
Vardı elbette. Ama Fenerbahçe'ye göre daha yavaş davranmak durumunda kaldılar çünkü İspanya'daki 'tanteo' kuralına göre benim eski takımım Valencia'nın izin vermesi gerekli ki ACB'den başka bir takımla kontrat yapabileyim… Hem o işlemler zaman aldı hem de Fenerbahçe'nin teklifi daha cazipti.

Ne açıdan?
Finansal açıdan değil bir kere. Real ile Fenerbahçe'nin teklifleri birbirine denkti. Koç Obradovic'le daha önce birlikte çalışmamıştım ama hakkında çok şey duymuştum. 'Protege'si Itoudis için ona karşı oynadığı maçlar çok şey ifade ederdi, büyük anlam yüklerdi Obradovic'le olan eşleşmelerine. Gayet normal tabii; biz de bunu bilirdik… Belki Itoudis o kabuğu kırmak istediği ve kendisini de bir patron olarak gördüğü için Zeljko özelinde bizle fazla konuşmazdı. Ama bilirdik. Bu sezon da hakkında hep iyi şeyler duyduğum Fenerbahçe ve koç Obradovic için buraya gelmek istedim.
Fenerbahçe taraftarı, yaz döneminde sizin ve eşinizin sosyal medya hesaplarına yüzlerce, hatta binlerce mesaj yazdı. Bu nasıl hissettirmişti?
Evet, bildirimlerin hiç durmadığı bir dönem vardı. Tabii ki mutlu oldum ilgiden ötürü. Gerçi eşim Vero, şakayla karışık biraz tepki göstererek "Nando benim de bir hayatım var" demişti ama olsun. Bu tür durumlarda, büyüdüğüm evdeki odamda asılı Allen Iverson posterini ve orada yazan "Bir milyon insan seni çok sevecek. On milyon kişi de nefret edecek" ifadesini hatırlıyorum. Sosyal medyayı bilgi akışı için kullanmak güzel ama çok da önem vermemek lazım. Çünkü çoğu zaman sahte. Çoğu zaman, insanlar kendini olduğundan daha güçlü hissetmek için bu girdaba kapılıp gidiyor. Ben yapmıyorum.
EuroLeague'de son dönemin trendinin guard ikilileri olduğunu düşünürsek; Teodosic'le birlikte siz, sonra o denkleme dahil olan Sergio Rodriguez, Real'in Sergio Llull'la başlayıp Luka Doncic'le devam eden dönemi, şimdi Efes'te Larkin-Micic… Kostas Sloukas buradaki oyunculardan çok daha farklı profilde olsa da; uyum süreci neden bu kadar sancılı geçiyor?
Burada yeni olan benim. Dolayısıyla benim adapte olmam gerekiyor. Kostas beş yıldır burada, koçu çok iyi tanıyor, ne istediğini biliyor… Ben bu tür durumlarda antrenörlerle ilişkime hep dikkat ederim çünkü patron onlar. Çok basit bir mantık: Eğer koç istemezse, oynayamazsın. Giremezsin sahaya. Şimdi ben kariyerimin son döneminde oyun kurucudan çok skorer kimliğiyle oynadım, değil mi? Milos'la oynamaya başlayınca değişen, Chacho geldiğinde bir kez daha değişen bir stilim vardı. İspanyolca bildiğim için Chacho'yla iletişimim daha farklı oldu belki ama asla kolay değildi ki… Serbest oynamayı sevdiği için ona da takımda mutlu olacağı şekilde yer açmalıydık. Şimdi ben yerimi bulmaya çalışıyorum Fenerbahçe'de. Rolleri değiştik.
Kısa Kısa
Friends: Çocukluğum izleyerek geçti. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca, dublaj ya da altyazı, en az 10 kez tekrar baştan sona izlemişimdir.
Levy & Musso: Fransız yazarlardan Marc Levy ve Guillermo Musso'yu seviyorum. Arada konuşuyoruz da onlardan ne okumam gerektiğine dair tavsiyeler alıyorum.
Herge: Tenten hayranıyım. Aslında okumaya çok geç başladım, Cholet'de forma giyerken çok uzun otobüs yolculuklarımız olduğu için zamanı bir şekilde geçirmek gerekliydi. 7-9 saatlik yolculuklardan bahsediyorum… Herge'in her kitabını okudum.
Dedektif Wallender: Jacky Perigois, takımın asistan koçlarından biriydi, elime bir kitap tutuşturmuştu: Dedektif Kurt Wallender. O güne kadar okul dışında kitap okuduğumu sanmıyorum, sene ya 2006 ya da 2007. Seriden 11 kitabı vardı hocanın, sekizini okudum ben otobüs yolculuklarında.
How to Get Away With Murder: Eşim Vero'yla birlikte izlediğimiz son dizi. Vakit ayırmaya çalışıyorum kitaplara, dizilere, filmlere… Bizde Gigi sürekli okuyor zaten. Bazen elinde kitabı görünce, "Bu ne? Bana da anlat" diyorum...
Fenerbahçe Beko'da sezona kötü girişin ne gibi sebepleri vardı sizce?
Sakat oyuncular, birlikte çalışmak için fazla şansımız olmaması, deplasman fikstürü… Bütün bunlar arasında rutine dönmek, birbirimizle çalışmak gibi bir imkân da yaratamadık. Şampiyonadan ötürü sezon çok geç başladı; bazılarımız yorgun geldi, bazılarımız sakat. Birbirimizi tanımak için fazla şansımız olmadan sezon başladı, hem de çok sıkıntılı bir fikstürle...
Yine de bu adaptasyon sürecinde koç Zeljko Obradovic'in bire bir görüşmeler yaparak hatta bazen molalarda yanınıza gelip "Nando, sen söyle. Ne oynamak istersin?" dediğini gördük. Bu durum nasıl hissettiriyor?
"Ne kadar çok konuşursan, karşındaki insan seni o kadar az dinler" kuralı basketbol için de geçerli. Bak, sen gazetecisin, her şeyi dinlemen gerekiyor olabilir ama her gün sana bir şeyler anlatıyor olsam "Eeeh yeter artık" da dersin. Ben her takımımda, genellikle dinleyen ve bekleyen tarafta olmaya çalıştım. CSKA'da koç Itoudis, özgüvenimin artması için her şeyi yapar ve dönem dönem molayı kendim alıp takıma istediğim oyunu çizdirmemi talep ederdi. Sorumluluk almam için beni teşvik eden, "Nando lider ol. Takım senin peşinden gelsin" diyen oydu. Burada da durum farklı değil. Koç Obradovic de imkân buldukça fikrimi soruyor. "Nando, maçı kontrol etmeyi asla bırakma" diyor.
Sosyal medya konusuna biraz değinmişken; bu sene taraftarın gerek tribünden gerek de Twitter, Facebook, Instagram gibi kanallardan hakem kararları konusunda EuroLeague'e tepkili olduğunu gördük. Yorumunuz nedir?
Bu konulara fazla önem vermemeye çalışıyorum. Taraftar destekler, kötü kararda reaksiyon verir, bunlar doğal. Sosyal medya ayrı bir hikâye zaten… Akşam yemeğinden önce telefonları toplayan babalar vardır ya, ben onlardanım. Sekiz yeğenim, iki kız çocuğum var ve aptal bir telefon oyunu ya da tweet yerine onlarla gerçekten vakit geçirmek isterim.
Evet, basketbol önemli ama hayattaki en önemli şey değil. Daha iyi insanlar olabilmek için bu ayrımı yapmalıyız. Hayat kısa.