
Tadı Kaçtı Tuzu Kaldı
13 dk
Dünya Kupası doğdu ve büyüdü... Peki artık ölüyor mu? Futbolseverlerin dört yıl beklediği o büyülü bir ay, yerini yapay bir futbol maketine mi bıraktı?
Dünya Kupası demek benim için Halit Kıvanç'ın radyodan naklen aktardığı 1966 Finali demektir her şeyden önce. Radyolu Dünya Kupası'na, Jules Rimet'ye yetiştim yani... Kıvanç, finalde Hurst'ün "Çizgiyi geçti mi, geçmedi mi?" tartışmalarına neden olan ünlü golünü, -bence radyoculuk tarihimize geçmesi gereken biçimde- hakemlerin hareketlerini, futbolcuların itirazlarını falan da katarak öylesine heyecanlı ve su gibi aktardı ki sanki zaman durdu, ta bugüne kadar yayıldı...*
Birkaç yıl sonra, sanırım Atlas Sineması'nda, Abidin Dino'nun sadece futbol üzerine yapılmış filmlerin değil, belgesel sinemanın da en iyilerinden Altın Goller'ini (Goal! The World Cup, 1966) izlediğimde o anların aynen hayalimde canlandırdığım biçimde cereyan etmiş olduğunu görecektim.
Benim Dünya Kupalarım
Ben, televizyondan Dünya Kupası izlemeye ülkemden bir turnuva önce başladım... Babamın görevi nedeniyle bulunduğu güzelim Bağdat'a gitmiştim yaz tatilinde. Orada, 1970 Dünya Kupası maçlarının banttan yeniden yayımlandığını görmek büyülü bir hediye oldu benim için. Soluk almadan gözlerimi diktim o siyah-beyaz görüntü kutusuna. Bomboş belleğime doldu görüntüler. Belki de benim için o yüzden gelmiş geçmiş en iyi takım 1970'in Brezilyası'dır. Finali, yarı finalleri, Batı Almanya-İngiltere çeyrek finalini anbean anlatabilirim size şimdi. Televizyonun ileride onunla da onsuz da yapamayacağımız bir bağımlılık, bir illet olduğunun farkında değildik, hayatı gündelik akışı içinde birebir yaşadığımız o masum yıllarda. Ahmet Tulgar'ın deyişiyle "Dünya büyük bir tribün" olmuştu, farkında değildik.
74'ü, bir öğrenci yurdunun kantininde onlarca üniversiteli ile resmen tribün ortamında izleyecektim. Taze sosyalistler olarak Doğu Almanya'nın Batı Almanya'yı yenmesi mest edecekti bizi. Polonya'nın herkesi devirmesi de. Ancak siyasetler ve ideolojiler üstü başka bir şey de oluyordu kupada. Portakal renkli formalı bir takım belki de sosyalizmin futbol versiyonunu yeşil çimler üzerine yazıyordu; Hollanda ve Total Futbol girmişti hayatımıza... Macaristan'la birlikte Dünya Kupası'nın kazanamayan en iyi iki takımından biri. O zaman mı yerleşti içimize acaba, 'kaybedeni tutma' refleksi...
78: Yok hükmünde.
82'de Cunda Adası'nın kahvelerindeydik, bir durum olursa kapağı karşı kıyıya atarız tedirginliği içinde. O Brezilya başkaydı, asiydi, Socrates'ti. İtalya maçında "Ya ne var hücum yapacak, bırakın 'güzel oyunu', beraberliğe yatın!" – ya da bugünkü inceltilmiş deyişle, "Oyunu tutun" diye ağladık bile, taraftar ikiyüzlülüğüyle...
86, Arjantin ve Maradona'nın harika futbolu ve 'Tanrı'nın Eli' diye bilinen golüyle taçlanacaktı. Bence Tanrı'nın değil, hepimizin bir şekilde oynadığı 'sokak futbolu'nun dokunuşuydu o. Ve maalesef son dokunuşlardan olacaktı.**
90'da bir şekilde İtalya'daydım. Artan takım sayısına, sponsorlara, reklam kampanyalarına, bahislere, Maradona-Napoli magazin köpürtmelerine boğulmuş ortam şaşırttı beni. Herkes hesap yapıyor, sonuca bakıyordu. İtalya elenince kupa bitti sanki. Tatsız tuzsuz final 0-0 kalmasın diye bir penaltı uyduruldu ve 'hakem -FIFA- kararı'yla Batı Almanya'ya verildi şampiyonluk. Oysa kaderden kaçılamayacak, 94 Finali'nde ise penaltı bile uydurulamayacaktı. '0- 0'a sıfır elde var sıfır' finaliyle benim sevdiğim, oyun odaklı Dünya Kupası'nın tabutuna son çivi de çakılacak, kâr odaklı Dünya Kupası'nın dönemi başlayacaktı.
Sonrası... 98'de çok yönlü orta sahasıyla santrforsuz Fransa (ama zaten Wenger bu işi Arsenal'da çok daha iyi başlatmıştı)... 2002: Top kendilerine geldiğinde üçlü savunmanın bile hücumcuya dönüştüğü Scolari Brezilyası (Total futbolun bir başka uygulaması sadece)... 2006: Sokak futbolunun son isyanı: Zidane'ın Kafası (Ama çok az insan fark etti bunu)... 2010 İspanya (Tamam da Barcelona'nın silik kopyası)... 2014 Almanya (E her hafta Bayern'i ve Dortmund'u izliyorduk zaten)...
Son kupadan Hırvatistan'ın yarı finaldeki heyecanı ve finalde Lloris'in hediye ettiği gol dışında bir şey kalmadı aklımda... Ha bir de Fransa kazanmıştı değil mi? Tarihinin en yavan topunu oynayan Fransa... E peki onca maçı izlemek için o kadar zamanı neden harcadık biz? Hele zamanın çok değerli ve alternatif maliyetinin çok yüksek olduğu günümüzde...

1970 Dünya Kupası Finali'nde Pele, Brezilya'yı 1-0 öne geçirecek kafa vuruşunu yapıyor.
Kupalar da Doğar, Yaşar ve...
Kişisel Dünya Kupası tarihimi özetleyerek başladım yazıya... Çünkü Kupaların da canlı organizmalar gibi bir ömrü var. İkinci Büyük Savaş öncesinde ayağa kaldırılmaya çalışılan bir iyi niyet girişimiymiş Dünya Kupası. Çoğu kez on altı takım bile bulunamazken Güney Amerika'daki ilk düzenlemeye, yalvar yakar 3-4 Avrupa takımı götürülmüş. İlk düzgün düzenlemenin 50'deki olduğu söylenebilir ki oraya da parasızlıktan Türkiye dahil birkaç ülke gidememiş.
Kısaca, 16 takımlı, grup liderlerinin hemen çeyrek finale geçtiği düzeni kupanın ergenlik ve gençlik dönemi saymak yanlış olmaz. Delikanlılık çağı... İkinci Büyük Savaş sonrası Dünya hâlâ devasa bir gezegenken; ancak dört yılda bir toparlanabilen bu kupa, futbolun da küresel tek buluşması, zirvesi, boy ölçüşme sahnesiydi. Bir tür küresel futbol şenliği... Ekollerin, farklı futbol anlayışlarının görücüye çıktığı bir şenlik. Öyle ki, bir ay içinde topu topu 32 maç oynanıyor ama ardından dört yıl boyunca bu maçlar konuşulup tartışılıyor, futbol ekolleri inceleniyor.
Evet, futbol ekolleri... Ekol için kapalı bir ekosistem gerekir. 1980'lerin başına kadar futbolcular kendi doğdukları ülkede, yetiştikleri yerde ve liglerde oynuyorlardı. Bu birbirinden sınırlarla ayrılmış ekosistemler Dünya Kupası sahnesine farklı ekoller çıkartabiliyordu.
1980'lerin başından itibaren ne oldu? Uydu yayınları Dünya'yı gerçekten bir köye çevirdi. Seyahat olanakları arttı. Futbol statta değil, evde ya da kahvede olsun her yerde izleniyordu hâlâ. Sonra internetle ve akıllı ekranlarla birlikte futbol tek başına izlenen hatta izlemeyi bırakıp tartışılan, konuşulan bir deneyim haline geldi... Basit kurallarıyla ya da diliyle gezegen çapında yatay olarak hızla yayılmaya en uygun mecraydı zaten. Bir anda küresel bir reklam panosu oldu futbol, dolayısıyla takımlar ve futbolcular da.
Bunun sonucunda sponsorluklar, sermaye futbola aktı. Zenginlerin ligleri ile yoksulların ligleri arasındaki fark çoğaldı. Yoksulların liglerindeki yetenekler, zenginlerin ligleri tarafından talan edildi. Zenginler, bununla yetinmeyip ülkelerine gelen göçmen çocuklarına yatırım yaptılar. Sadece çok uluslu lig takımları değil, çok milliyetli milli takımlar ortaya çıktı... Yeri gelmişken değineyim; karşılaştırmaları seven bahisçi/kumarcı kafalar Pele ile Messi'yi karşılaştırır, "Ama Messi'nin Dünya Kupası yok" diye Pele'yi 'en iyi' sayarlar. Oysa 14 yaşında İspanya'ya gelen Messi, 'Xaviniesta' ile birlikte İspanya'da oynasa belki ülkenin müzesinde birden fazla Dünya Kupası olabilirdi... Bugün de lig takımlarıyla dünyanın zirvesine çıkmış pek çok futbolcu, milli takımları o kadar güçlü değil diye, Dünya Kupası tarihine kaydolamıyor.

1986 Dünya Kupası'nda ARD & ZDF yayın odası...
Kısacası, futbol çoktan beridir milli takımlar üzerinden değil lig takımları üzerinden gelişmeye başladı. Ekoller arkaik birer kategori artık. Şimdi teknik direktörlerin geliştirdiği oyun anlayışlarından ve bunları başarıyla uyguladıkları lig takımlarından söz ediyoruz artık. Jonathan Wilson'ın Futbol Taktikleri Tarihi kitabında bu oyunun gelişim sürecini 1986'ya kadar milli takımlar, sonrasında ise esas olarak lig takımları üzerinden incelemesi rastlantı olmasa gerek.
... Ve Ölür mü?
Dünya Kupaları ölmez ama şekil değiştirir.
Artık bu turnuva TV'lerden yayımlanan neredeyse on binlerce maçın, bir de üstüne bahis uygulamalarından ulaşılan on binlercesinin arasına zorlamayla sıkıştırılan bir düzenleme artık. Merhum yönetmen Theodoros Angelopulos'un film için dediğini uyarlarsak "Unutmak için maç izliyoruz" artık. Maç gününde stada, tribüne gidip şöyle göz Fotoğraf Getty Images Turkey tadıyla maç izlemek, Twitter paylaşımlarıyla, telefona gelen mesajlarla, istatistiki verilerle, bahislerle ve tabii oyunu bölen, gol sevincini ya da üzüntüsünü yaşamayı bile çok gören VAR'la haram oldu bize.
Bu maç enflasyonu içinde Dünya Kupalarının hatta milli maç organizasyonlarının futbola hiçbir katkısı olmayan ve sadece FIFA'nın para kazanması için düzenlenen organizasyonlar haline geldiğini düşünenlerdenim. Eskiden hiç olmazsa dünya politikasının etkisini de yansıtıyordu bu kupa. Asya, Afrika ve Okyanusya'ya tek kontenjan ayrıldığı için 66 Kupası'nı boykot etmişti 'Uyanan Afrika' ülkeleri ve sonraki kupalarda haklarını söke söke almışlardı. 78'de Arjantin cuntasına karşı genel bir protesto dalgası yayılmıştı. Şimdi ise insan hakları, LGBTI+'ların özel sorunu gibi görülüyor artık.
Şimdi paranın borusu ötüyor. Parayı bastıran, ligleri de ortadan doğrayıp kış ortasında kupayı düzenleyebiliyor. Kâr amacı gütmeyen düzenleyici bir kurum olması gereken FIFA, konfederasyonlar ve ülke federasyonları, çoktandır kâr maksimizasyonu peşinde koşan açgözlü birer şirket. Hem de hiç üretmeden, kulüplerin yetiştirdiği oyuncular üzerinden yapıyorlar bunu. Futbolun seyirlik oyun kalitesini düşünen aklı başında hocalar ise karşı bu zoraki turnuvalara... Ben Manchester City taraftarı olsam, Avrupa ve Dünya Kupalarının olduğu yıllarda 70'ten fazla maç oynayan De Bruyne'nin Katar'a gitmesini, "Bana ne!" der, istemem.
Daha da önemlisi rant büyük olunca yolsuzluk ve rüşvet de büyük oluyor. Bir önceki FIFA Başkanı'nın yolsuzluk yüzünden görevi bırakması en iyi gösterge değil mi? Bugünlerde ajanslara düşen bir haberde, 2018'in Rusya'ya verilmesi için 5 milyon dolar rüşvet almakla suçlanan zamanın FIFA Başkan Yardımcısı Jack Warner'ın, İngiltere'yi yarı yolda bıraktığı için Prens William'dan ve Beckham'dan özür dilediği belirtiliyordu. "Kusura bakmayın, onlar daha çok verdi" mi demiştir acaba! Muhtemelen 2022'nin Katar'a nasıl verildiğinin kokusu da yakında çıkar.
Ve şikeler... Takım sayısı artırılıp grup ikincileri de üst tura çıktığından beri gruptan çıkanları ayarlamak için yapılan dostluk şikelerini hatırlayanlar vardır. 78'de Brezilya yerine ev sahibi Arjantin'i averajla finale götüren 6-0'lık Peru maçını da... Ya, 2002'de ev sahipleri Kore ve Japonya'ya yarı final yolunu açmak için FIFA'nın hakemler yoluyla ayarladığı maç sonuçları... Ki Türkiye, hesapta olmayan biçimde Japonya'yı 1-0 yenerek yürümüştü yarı finale bu yoldan... Bütün bunlar olurken o FIFA'nın, VAR gibi 'mutlak adalet' yanılsamalarıyla bu oyunun bütün kendiliğindenliğini, doğal akışını ve heyecanını kıyım kıyım doğrayarak futbolu steril hale getirmeye çalışması sahtekârlık değil mi?

31 Mayıs 1978, Arjantin'de düzenlenecek Dünya Kupası'nı boykot eden Paris'liler...
Katar 2022'nin hayırlı bir yanı da var aslında. Bu turnuvanın artık ne kadar yapay ve kurmaca bir stüdyo şovuna dönüştüğünü açıkça göreceğiz... Futbol kültürü olmayan bir ülkede, birbirinin aynısı kimliksiz ve tarihsiz statlarda, uçakla taşınmış tonlarca çimin üstünde ve futbolla ilgisi olmayan sponsor davetlileri, görmek değil görünmek isteyen ünsüzler ile paralı turistler önünde sanal bir gösteri gerçekleşecek alt tarafı...
Şizofren Ruhum
Elbette 'Dünya Şampiyonu' gibi cafcaflı bir unvan alınıyor sonuçta ama bu da hani kof bir aristokrat unvanına dönüşmedi mi? Ki zaten kimlerin kazanacağı üç aşağı beş yukarı belli.
Tanıl Bora, o keskin benzetmelerinden biriyle Dünya Kupası'na "futbolun ramazan ayı" demişti. Evet Ramazanların günümüzde aldığı şekle de benziyor artık kupa. Zenginlerin iktidar gösterişi iftarlarının karşısında yoksullar zaten sürekli oruçlu gibiler. Bayramı da zenginler kutluyor. 2002'den sonra Avrupa dışı bir takım kaldırmadı kupayı.
"Ramazan ayı size neyi hatırlatıyor?" sorusuna bir ağızdan "pidee!" diye bağıran ilkokul çocukları gibiyim aslında. Ben de hakem başlama düdüğünü çaldığında "Maç başladıı!" diye TV başına geçeceğim. Bütün bu yazdıklarımı ve itirazlarımı unutup o yeşil dikdörtgen içine gömüleceğim ve bu kez yoksullar kazansın diye yine totemler yapacağım... Haydi herkes ayağa:
Ar - gen - ti - na... Ar - gen - ti - na!
_*Futbolda mutlak adalet/doğruluk olacağını sananlar "VAR olsaydı o gol verilmezdi" diyeceklerdir. Evet verilmeyebilirdi ama Batı Almanya'nın normal sürenin sonlarında attığı beraberlik golü de VAR kararıyla iptal edilirdi ve sonuç değişmezdi muhtemelen. Böylece biz bu efsane maçı değil, VAR kararlarıyla belirlenmiş yavan bir maç hatırlıyor olurdu_k.
**Maradona'nın golünü de VAR iptal ederdi şüphesiz. Ama o maçta VAR'dan verilecek en az iki kırmızı kartlık hareketi vardı İngilizlerin. Arjantin yine kazanırdı. Siz hangi maçı tercih ederdiniz?