Tahsil

19 dk

1960'ların 'Kolej Takımı' Eskişehirspor'un yıldızlarından biriydi. 1990'larda ise bu sefer Beşiktaş'ta eşofmanlarıyla döndü kolej günlerine. İz bırakan iki takımı 'mühendis topçu' Kamuran Yavuz'dan dinledik…

Kamuran Yavuz'la yıllar önce ilk kez görüştüğümüzde kendisini Eskişehir'deki çalışma odasında ziyaret etmiştim. Birkaç yıl sonra Kolej Havası belgeseli için bu sefer o misafirimiz oldu. Şimdi hem 'yeni normale' ayak uydurma hem de kariyerini baştan sona gözden geçirme zamanı. Kameralarımızı açtık, ses kontrolünü yaptık, başlıyoruz!

1960'larda mahallede başladı her şey. Daha 11-12 yaşlarındayken mahallede beni izlemeye gelenler oluyordu. 14 yaşından 15'e geçerken Toprakspor'da amatör kümede oynamaya başladım. O zaman şehir karması turnuvaları olurdu. Eskişehir Karması'na da seçiliyordum. O maçlardan birinin sonunda bir adam geldi yanıma, federasyon görevlisi olduğunu söyledi. Kısa süre sonra da milli takım kampına davet edildim. İkinci senemde genç milli takımın devamlı elemanı oldum. O zaman Anadolu'dan böyle bir şeye imza atmam Eskişehir'de ses getirmişti. Ertesi yıl, 1964-1965 sezonunun sonunda bir büyük olay daha oldu ve Eskişehirspor kuruldu.

Lise sondaydım. Başarılı bir talebeydim ve tek hayalim vardı: İstanbul'daki üniversite sınavlarına girip kimya mühendisi olmak. Fakat Eskişehirspor için düşünülen oyuncu grubu içerisinde de adım vardı. Yöneticilere durumu anlattım, "Kimya mühendisliği kazanırsam giderim" dedim, kabul ettiler. Bu esnada İstanbul'daki takımlar da beni takip ediyormuş. Genç oyuncuların çoğunlukta olduğu Feriköy'le görüştüm. İstanbul'a gelirsem hem okuyup hem de orada oynayacağım konusunda anlaştık…

Sınavlara girdim, sonuçlar açıklandı: Kimya için yedekte kalmıştım, yer açılması zordu. Birçok yere puanım tutuyordu ama tercih yapmadım. O sırada Eskişehirspor yönetimi, "Kamuran, buradaki üniversiteye kayıt yaptır sonra istediğin üniversiteye geçiş yaparsın" teklifini getirdi. İktisadi Ticari İlimler Akademisi'ne girdim ve Eskişehirspor'da oynamaya başladım. Kurulduğumuz sene 1. Lig'e çıktık. Hem üniversiteye devam ediyor hem de 1. Lig'de oynuyordum. Tam da o dönemde özel üniversiteler açılmaya başlamış ve Eskişehir'de de kimya mühendisliği bölümü oluşturulmuştu. Kaydımı hemen oraya aldırdım. Bir sene sonra özel üniversiteleri devlet üniversitesine çevirdiler ve Anadolu Üniversitesi himayesine girdi okul. Ben de oradan mezun oldum.

Tahsil futbola fayda sağlar mı? Didi futbolcudan da öte bir sanatçıydı, okumayı bile bilmiyordu. Ama futbol yaşantısı ve ilişkilerin oturması yönünden okumanın, eğitimin avantajı olur. Mesela Eskişehir'in 1.Lig'e çıkan takımında 24 oyuncu vardı, sanırım 16'sı yüksekokul okuyordu. Bence bizi farklı yapan şeylerden biri de buydu. Sahaya yansıdı mı? Belki yansımadı ama duruşumuzun farklı olması bir kimlik kazandırdı bize.

Çocuk

Genç milli takımdayken bir turnuva için yurtdışına gittik. Balkanlardan bir takım ve Hollanda ile eşleşmiştik. Balkan takımı gelmedi, biz de Hollanda ile iki maç yapacağız... Onlarla aynı yerde kamp yapıyoruz. Kamp yerinde sıska bir çocuk gördük, "Yöneticilerden birinin oğlu herhalde" dedim. Tamam, hepimiz de 15-16'yız ama çok cılız bu, anlatamam. Sonra maça çıktık, dizildik… "Aaaa küçük çocuk da oynuyor" dedi biri, "Kesin yeneriz bunları!" Sonra bu 'çocuk' yanımdan geçti, arkasından bir baktım, mekik gibi bir adam. Uzun bacaklı, adaleler oluşmuş… Sonra iki maçta da bizi 4'lediler yanlış hatırlamıyorsam. Üç-dört golü o çocuk attı. Döndüğümüzde herkese "Dünyaya yeni bir yıldız gelecek" dedim. Adını da söyleyemiyorduk o zaman. Bu olaydan iki sene sonra sanırım Ajax ile Beşiktaş, Şampiyon Kulüpler Kupası'nda eşleşti. Süreyya Abi (Özkefe) o zaman Beşiktaş'ta oynuyordu. Bir yerde karşılaştık, "Abi" dedim, "Bunlarda sapsarı bir çocuk var, çok genç, adı da Cruyff. Dikkat edin, sizi perişan eder." Süreyya Abi'yi bilirsin, rahat konuşur biraz, "Ne o ya öyle! Çoluk çocuk onlar" yaptı. Sonra iki maçta da yendiler Beşiktaş'ı, Süreyya Abi'yi gördüm "Bu ne böyle ya, nasıl bir adam!" dedi. En gurur duyduğum anlardan biridir Johan Cruyff'a karşı oynamış olmak.

Özeleştiri

İlk sene ligde kalma savaşıydı, antrenör de Cihat Arman'dı. Başımızda duran bir abi gibiydi daha çok. Sadece o değil ki; o zaman ülkedeki antrenörlerin büyük çoğunluğu öyleydi. Sonra Abdullah Gegic geldi… Eskişehirspor efsanesini yaratan adam! Partizan'la final oynadığı sene Avrupa'da yılın antrenörü seçilmiş adam, iki sene sonra antrenörünüz oluyor. Büyük bir hayranlık, bunun da ötesinde biraz korku var. Oyuncularla haşır neşir olup da espri falan yapan türden bir adam hiç değildi. Hep mesafe vardı aramızda. Muhakkak sevgi dolu biriydi ama bunu belli etmezdi.

Atletizm yani takım çalıştırma, idman yaptırma açısından dünya çapında bir adamdı. Gegic geldiğinde haftada iki ya da üç idman yapılırdı, ondan sonra günde çift idmanlar çıktı işte yavaş yavaş. Ülkedeki bakışı da değiştirdi. Geçenlerde yine Eskişehirspor'da top oynayan eski bir arkadaşımla konuşuyorduk, konu bugünkü antrenman metotlarına geldi. Ona da söyledim: "Gegic, 1967-1968 sezonunda bize bu idmanları yaptırıyordu." Kanat organizasyonları, beklerin hücuma katılması, orta sahanın hücum bölgesine geçişi… Antrenörlüğümde de temelim hep Gegic'ti. Elbette zamana göre yeniliyorduk ama temel onun çizdiği modeldi, müthiş bir şey bu. Tekrar söylüyorum; çalıştırıcı, idman verici olarak dünya futbol tarihinde yeri olan bir adamdı.

Ama antrenör olduktan sonra şunu anladım: Takımı psikolojik olarak maça hazırlama ve sahaya müdahale etme açısından o kadar güçlü değildi. Sahaya çıkıyorsunuz, vücut olarak en iyi şekilde hazırsınız ama Gegic, rakiplere karşı işler kötü gitmeye başladığı anda izlerdi… Misal, oyuncuyu inandırma dediğimiz Mustafa Denizli'nin fark yarattığı özellik. Futbolcuyu canavar gibi yapar söyledikleriyle... Gegic'in o yönden etkisi azdı. Yoksa taktiksel, fiziksel olarak kusursuzdu. Onlar da olsa zaten bence daha da büyük takımlara giderdi Partizan'ın ardından.

Şöyle örnek vereyim: Galatasaray'la çekiştiğimiz ilk dönemde onların başında Tomislav Kaloperovic vardı. Bizim kadromuz bana göre o Galatasaray'ın kadro kalitesinden daha iyiydi. Ama Kaloperovic inanılmaz bir taktisyen, tam da 'kurt' dedikleri cinsten bir saha içi hocasıydı. Artık kariyerinin sonuna gelmiş Metin (Oktay) Abi ve genç Mehmet'ten (Oğuz) doğru zamanlarda verim alarak takımı şampiyon yaptı. Onlarla İstanbul'da oynadığımız bir maç vardı, 2-0 öne geçtik, yirmi gol atacakken 2-2 bitti. Şekerspor maçı falan denir de bence orada gitti şampiyonluk. O Kaloperovic bizim için şunu dermiş: "Eğer bu takım benim elimde olsa Avrupa'da finallere çıkarma yolunu zorlardım."

O Eskişehir için bugün 'efsane' diyoruz. Bir Türkiye Kupası, bir Cumhurbaşkanlığı Kupası, Sevilla maçı, tamam. Evet şampiyonluğu da hak ettik, Nejat Şener olayı gibi büyük rezillikler yaşadık, kabul ama baktığımızda şampiyon olamadık işte! Ender (Konca), ben ve İsmail (Arca), milli takımın as oyuncularıyız. Devamlı olmasa da milli takıma giden arkadaşlarımız var. Çok değerli bir kadro. Geri dönüp bakınca burada bir hata da var demek ki. O Eskişehirspor çok az başarı yakaladı. Sadece çok popüler oldu. Özeleştiri yapalım: Avrupa'da başarılı olabilecek bir potansiyele sahiptik ama kabuğumuzu kıramadık. Ha, ne yaptık? Duvarı öyle zorladık ki bizden sonra Trabzonspor çıktı ortaya ve hegemonyayı sona erdirdi.

1968-1969 Eskişehirspor

1968-1969 Eskişehirspor

Fulya Günleri

Beşiktaş'ta rahmetli Ali Emeç vardı, Gordon Milne'in yanında. Futbol adamı değildir ama ilgisi çoktur ve futbol beyni takdire şayandır. Fakat kulüple bir sıkıntı yaşadı ve ayrıldı. Gordon da o arada "Bana tercümanlık yapsın ama futbolun da içinde olsun" diye bir istekte bulunuyor. Ben de Mitrovic'in yanında yardımcılıkla başlamışım. Bir arkadaş da beni tavsiye etmiş Süleyman Seba'ya. Kendisiyle tanışıklığım olmasına rağmen Süleyman Abi "O Beşiktaşlı değil ki!" diyerek karşı çıkmış. Neyse bir şekilde ikna oluyor ve bizim evi arıyor… Annem açıyor telefonu, "Merhaba, ben Süleyman Seba…" diye başlıyor Süleyman Abi. Eve geldim, Annem "Seni Süleyman Seba diye biri aradı" deyince hemen döndüm ve Gordon'un isteğinden bahsetti. Neyse gittim ama Gordon o zaman günde iki-üç adayla görüşüyor, çok yoğun. En sonunda bana ulaştılar:

— Gordon seni bekliyor.

— Nerede?

— Fulya'da.

İyi de ben Fulya'nın nerede olduğunu bile bilmiyorum! Ertesi gün gittim yanına. O zamana kadar 10-15 dakika sürüyormuş adaylarla görüşmesi. Biz bir başladık, en son aile ve yemekler üzerine konuşmaya daldığımızda üç saat geçmişti. En sonunda kalktım, "Sana haber göndereceğim" dedi. Perşembe aradılar, "Gordon seni bekliyor." Gittim yanına, "Senle çalışmak istiyorum" dedi. Sevindim tabii, "Ne zaman başlarım?" diye sordum. Cevabı, "Giy eşofmanları, idmana çıkıyoruz!" Zor ikna ettim, şimdi Süleyman Abi'ye gitmeden olmaz yani. Sonrasını anlatmaya gerek var mı? Muazzam yıllar…

İdmanlarda çift kalelerde oynuyordum. Fena da değildim form olarak, hatta bir ara Gordon "Sana da lisans çıkaralım" esprileri yapıyordu. Beşiktaş'taki o birlik duygusu, çocukların yardımcı antrenöre bile bir arkadaş gibi davranması muazzam bir duyguydu. Bizim Eskişehir takımı gibiydiler. Okumuş gençler çoğunlukta. O kültürlü, tahsilli çocukların sosyal hayattaki duruşu çok önemliydi. Hele büyük takımda oynayıp o yükü kaldırmak çok büyük bir olay. Apayrı bir şey oradaki ilgi.

Bak şöyle anlatayım: Eskişehir'le sezona başlarız, harika bir sezon geçer; şampiyonluğu zorlarız, sezon biter ve üç büyükler çoğumuzun kapısındadır. O zaman kulüp salmadan gidemiyordun. Sözleşmem bittiğinde de gitmedim. E ama niye gideyim ki? Eskişehirspor benim oynadığım dönemde üç büyüklerden iyi takımdı ya! Yıllar geçti, Beşiktaş'a antrenör oldum, ikinci ayımda şunu dedim: "Keşke 12 yıl değil de 10 yıl Eskişehir'de oynasaydım da hiç olmazsa iki sene üç büyüklere gelseymişim, çok daha farklı şeyler yaşayabilirmişim." Sosyal çevre, itibar, büyük takımda oynamak cidden hem daha zor hem daha ayrıcalıklı bir duygu.

Beşiktaş günleri... Kamuran Yavuz (en sağda) ve duygularını nadir gösteren Gordon...

Beşiktaş günleri... Kamuran Yavuz (en sağda) ve duygularını nadir gösteren Gordon...

Gordon'un en dikkat ettiği şeylerden biri düzendi. Takımı grup grup küçük takımlar gibi düşünürdü. Onların bir takım oluşturmasını isterdi. Sağ taraf Rıza, sağ iç Şifo -saha içi özgürlüğü olan tek adam- ve sağ bek Recep. Bütün varyete orada işler. Sonra herkesin hatırladığı gibi Rıza ortalar, Metin-Ali-Feyyaz bitirir. Ama sol tarafta bir türlü istediğimizi bulamadık. Kadir vardı ama onun önüne bir Rıza bulamadık. Mrkela çok önemli oyuncuydu, o bile tutmadı. En çok verim aldığımız isim Walsh oldu. Mrkela mı, Walsh mu? Mukayese edilmez, Mrkela Kızılyıldız'da, Twente'de oynamış harika bir yetenek. Walsh? İngiltere'de 2. ya da 3. Lig'den gelmişti sanırım. Ne çıkıyor buradan? Takımın yapısı, bir futbolcunun yapısını ve verimini değiştirebiliyor.

Gordon'da rakibe önlem falan yoktu. Çıkıp oyunumuzu oynarız, kendimizi geliştiririz düşüncesi vardı. Bir tek özel önlemi PSV maçında Romario'ya karşı aldık. Düşündük taşındık, Recep'i markaja vermeyi düşündük. 65. dakikada falan tabela kalktı, Romario çıktı oyundan. Çok üzüldüğüm bir eşleşmedir PSV maçları, misal 2-1 kaybettiğimiz maçı hak etmiştik. Maçtan sonra ne olmuş ama? Bobby Robson, Gordon'a "Kim bu adam?" diye soruyor. Recep'teki stili dünya futbolu çok az görmüştür…

Gordon altı sene Beşiktaş'ta kaldı bir kere bile hakemler hakkında konuşmadı. Bir kere ona biraz itiraz ettim bu konuda. Şunu dedi: "Kamuran, bütün sezon lehimize ve aleyhimize olan hakem hatalarını topla, büyük ihtimal yarı yarıya olacaktır. Şimdi ben hakemi bir kararından dolayı suçlarım, öbür maçta başka bir hakem aynı hatayı benim lehime yapar. O zaman ne diyeceğim?" Evet, daha büyük taktisyenler, daha büyük çalıştırıcılar bu ülkeye gelmiştir ama Gordon bir antrenörün nasıl davranması gerektiğini göstermiştir Türkiye'ye. Süleyman Seba'nın asalet üzerine kurduğu düzeni simgeleyen antrenördür. Hem de kupalar kazanmıştır. Bütün bunlarla birlikte nazarımda ülkeye gelmiş en iyi yabancı hocadır. Ona ve Süleyman Abi'ye çok şey borçlu olduğumu hep söylerim.

Gordon'a "Çok sakin adam" denirdi hep. Bir de bana sorun! Yanında oturduğum için kollarım ve bacaklarım çürükler içinde kalırdı. Heyecanlanır, çok belli etmek istemez ve kolumu ya da bacağımı sıkmaya başlardı. Benim de gerildiğim, heyecanlandığım anlar oluyordu tabii. Kadir'in Trabzonspor maçında çizgiden çıkardığı top… Ölüyorum sandım ya, yok böyle bir şey. Gordon da gözlerini kapamış, açtı "Ne oldu?" diye sordu, "Şampiyon olduk" dedim. 3-2 kazandık ve o müdahale, bizi şampiyon yaptı işte. Şimdi bahsedince bile tüylerim diken diken oldu. Harikaydı ya! Dördüncü şampiyonluk da gelirdi ama Galatasaray maçı, Aydın maçı derken gitti şampiyonluk.

Aydın maçı, Beşiktaş kariyerimde en üzüldüğüm maçtır. 1-1 bitti, Şifo'nun son dakikalardaki golünü Hasan Ceylan ofsayt gerekçesiyle vermedi. Alakası da yoktu ofsaytla. Oradaki dağılışı toparlayamadık. Toplantılar yapıldı, Süleyman Abi ufak bir sitem etti. Hatta Gordon'a, "Başkan bile teslim oldu sanırım" dediğimi hatırlıyorum. Sonra ilginç bir şey oldu. Feyyaz ayağa kalktı, "Başkanım neler söylüyorsunuz? Bizi öldürdünüz!" dedi. Hiç beklemiyordum. Haklıydı aslında, kafa kafayaydık Galatasaray'la ve 7 puan geriye düşmüşüz gibi konuşmuştu başkan. O çok tesir etti takıma bana göre.

Beşiktaş'ta antrenörüm; Van'a, Ankara'ya, Kayseri'ye, yani Türkiye'nin her yerine gittim ama nereye gidersem gideyim, "Eskişehirsporlu Kamuran" diye çağrıyorlardı beni. Televizyonun olmadığı bir dönemde yarattığımız etkinin büyüklüğüne bakın! Üzülüyorum işte, o Eskişehirspor şampiyonluklar yaşamalıydı!

Balet

Vahap-Burhan-Kamuran… Şeytan üçgeniydik. Top almak falan imkânsız gibiydi o üçlüden. Bizim arkamızda Süreyya Abi, Nuri Abi, Faik Abi oynardı ve "Maçı bırakıyoruz, sizi seyrediyoruz" derlerdi. Almanya ile oynadığımız maç boyunca ben de Beckenbauer'i öyle izledim işte. Gol attım, 1-1 kaldık, büyük bir başarıydı ama ben onu izledim. Nasıl pas veriyor, neler yapıyor… Acayipti, balet gibiydi. "Oyun o zaman yavaş" diyorlar. İyi de Beckenbauer oyun nasıl oynanması gerekiyorsa oynar zaten. Bu kadar zarif bir şeyi sahada çok az görürsünüz.

İdman Değil, Eğitim!

Futbolun en önemli olayı eğitim. 1980'lerin sonu ile 1990'ların sonu arasında dünya futbolunda bir çöküş oldu. Bütün futbolcular aynı tipti. Çok koşan, mücadele eden, didinen oyuncular mevcuttu ama işin ince kısmı yoktu. İnanılmaz kondisyon veriyorlardı. Baktılar olmayacak, dünyanın büyük beyinleri toplantılar yapıyor ve Jira Projesi'ni futbolun yeni anayasasına yazıyorlar. Teklif eden de Mösyö Jira, Çek bir futbol adamı. Onun adı veriliyor. Kondisyona yönelik eğitimlerin yerini sahada çalışma aldı. Biz antrenör olmak için kursa gittik daha önceki yıllarda. 15 günlük kurs boyunca sadece bir gün sahaya çıkardık. Şimdi 15 günlük eğitimin 15'inde de sahadayız. Teoriden pratiğe geçti yani. Anlatılan teorinin sahada uygulanmasını futbolcuya öğretmekti amacımız artık. Yani artık antrenörler idman yaptırmıyor, eğitim veriyordu.

Biz 2007'de eğitimi İngiliz antrenörlerden almaya başladık. Ekibin başında da Leeds United'ı şampiyon yapan Howard Wilkinson vardı. Bir gün bana şunu dedi: "Dünyanın bütün ülkelerinde eğitim veriyorum. Şerefim üzerine yemin ederim, futbol yatkınlığınız Brezilya'dan aşağıda kalmaz ama çok kötü eğitim veriyorsunuz." Federasyonda çalıştığım dönemde şu andaki hocaların eğitimini de Wilkinson'dan öğrendiklerimiz sonucunda ben verdim. Orada hocalara şunu söylüyordum: "Antrenman yaptırmayın, eğitim verin." Gidip seyrediyordum da fırsat buldukça kurstan sonraki antrenmanlarını. Bir süre eğitim veriyorlar ama sonra bildiklerini okuyup antrenman yaptırmaya devam ediyorlardı. Çocuklar yetişiyor, eğitime başlıyorlar, yürümeyi öğreniyorlar. Sonra yürümeye başlayınca önlerine sırat köprüsü çıkıyor. Orada eğitime ihtiyaç var. Eline bir değnek verecek ya da kucaklayacak bir antrenör lazım. Bizim proje faaliyete geçtikten sonra kıpırtı oldu ama sonra yine başa sardık.

"İdman değil, eğitim verin" ne demektir? Orta saha oyuncusu santra çizgisinde topu aldı, sağ kanada atacak, topu atıyor. Kanat oyuncusu alacak, verkaç yapacak, bir aksiyon olacak… Hocalar çalıştırıyor; orta saha topu kanada atıyor, kanat oyuncusu alıyor, dripling yapıyor, orta atıyor… Sonuçsuz! Oyun hâlâ durmuyor, antrenör yürüyor sahada… Top kanada giderken dört-beş yanlış var aslında. Pasın hızı, pas hedefi iyi değil, yüksekliği yanlış. Bu sadece pası atanın yanlışları... Alana geçelim; topu kontrol edişi yanlış. Alıyor, bir daha düzeltiyor ya da vücudu yanlış. 'Golden Touch' diye bir tabir var, onunla alırsan oyuna hemen başlarsın. Bütün bunlar olurken hoca izliyor. "Devam oğlum, devam oğlum!" Bu yanlış da devam ediyor ve düzeltilemez bir hâl alıyor. 8-12 arası öğrenmenin altın çağı futbolda. Bundan sonra öğrendiklerini geliştirirsin. Avrupa'da eğitimin temelinde bu var. Bizde 18'den sonra eğitim verip o yaştan sonra bir de onu geliştirmesini bekliyorsun. Ben milli takım seviyesinde oyuncunun rakibini önden marke edip "Top gelince önce ben alırım" dediğini gördüm, vahşet bu.

Zekâ

Çok büyük topçularla oynadım. Yusuf Tunaoğlu, Can Bartu, 'Büyük' Mehmet, Metin Oktay... Beckenbauer, Cruyff, Overath, Best, Deyna, Antognoni... Netzer'i gördüm, İnönü'de ecel terleri döktürdü bize. Orta sahayı kontrol etmek ne demek, ders gibiydi. Adamı tanıyorsun da sahada ona karşı çaresiz kalmak farklı bir şey. Şifo (Mehmet) benim için ayrıdır. Hem çok iyi futbolcudur hem de yüreğiyle, insanlığıyla çok kıymetlidir benim için. Sonra Rıdvan! Rıdvan, Rıdvan… Offf! Çok yetenekliydi çok. Daha da sayabiliriz. Ama Sergen apayrı bir şeydi, dehşet! Kafasını sadece futbola verse dünyanın en iyisi olabilirdi. Gordon onu direkt takıma almadı. Ara ara "PAF'a gitsin" derdi, ben de kızardım. Meğer Sergen'in direkt A takıma alınmasını psikolojisi açısından istemiyormuş. Yavaş yavaş hazırladı onu. Bir gün "Oldu bu iş Kamuran" dedi ve sonra da Sergen acayip bir etki yaptı oyuna girdiği anda. Ama işte köprü diyoruz ya, Sergen orayı saf yeteneği ve Serpil Hamdi'den aldığı eğitimle geçti. Ama aslında A takım antrenörlerinin o köprüden geçirmesi lazım. O açıdan Gordon'u da takdir etmeli. Onun da payı var Sergen'de. İnanır mısın, daha top oynarken iyi antrenör olacağı belliydi. O zekâyı görüyordunuz daha çocukken bile. Sonra antrenör adayıyken öğrencim de oldu. Favori talebelerimden biriydi. Bir ara televizyonda yorumculuğa başladı, hoşuna da gitti. Çok korktum antrenörlüğü bırakacak diye. Çok kıymetli bir antrenör olacak, ona inanıyorum.

Socrates Dergi