Takım Elbise

23 dk

Futbol, formayla oynanır. Cüneyt Tanman da Galatasaray ve Milli Takım formalarını, kolunda kaptanlık pazıbendiyle ve büyük bir başarıyla taşıdı. Ancak hep, üzerindeki takım elbiseymiş gibi bir tavrı vardı. Cüneyt Kaptan'la 70'lerden günümüze uzandık…

Türk futbolunun uluslararası arenada ilk defa ses getirmeye başladığı yıllarda Cüneyt Tanman oradaydı. Galatasaray Şampiyon Kulüpler Kupası'nda yarı final oynarken, A Milli Takım 1990 Dünya Kupası'nın kapılarını aşındırırken kaptanlık görevi ondaydı. Tanman ile Socrates ofisinde bir araya geldik ve hem kendi kariyerini hem Türk futbolunun dönüşümünü hem de kaptanlığın inceliklerini konuştuk…

Ben bir asker çocuğuyum. Babam subaydı, o nedenle Türkiye'nin birçok vilayetine gitmişiz. Ablam Van'da doğmuş, ben Isparta'da, diğer kardeşlerim İstanbul'da... Yeşilköy'de ortaokula başladığımda basketbol, voleybol ve pinpon oynuyordum, Yeşilyurt Deniz Kulübü'nde de yüzücüydüm. Yemek yemeyi falan unutuyordum spor yapmaktan. Bünyem de çok zayıflamıştı, kalabalığa falan girdiğim zaman başım dönüyordu, o kadar yemeden spor yapıyordum ki bana zarar veriyordu. Sonra işte Galatasaray Genç Takımı başladı. Çınar Oteli'nin önünde bir saha vardı Yeşilköy'e geldikten sonra, orada oynardık biz. Galatasaray da oraya kampa gelirdi. Turnuvalarımız olurdu, ben küçük olmama rağmen büyüklerle oynardım, alırlardı beni aralarına. Orada oynarken Galatasaraylı oyuncular beni seyretmiş, Turgan Abi'ye (Ece) söylemişler. Aslında İstanbulsporlu bir yönetici de istemişti beni ama Galatasaray'ı tercih ettim tabii. Yeşilyurt Deniz Kulübü'nde yüzme lisansım olduğu için Galatasaray'da lisansım çıkmıyordu, bir müddet Kocaeli'de bir amatör takıma gittim, öyle bir prosedür vardı. Babam futbol oynamama biraz karşıydı, okulu çok önemsiyordu, söz verdik devam ettik.

Brian Birch'ün yardımcısı Tamer Kaptan, aynı zamanda genç takımın teknik direktörüydü. Birch bizim genç takımdan her maç iki-üç kişiyi kadroya almaya başladı ki kadrolar da o zaman 16 kişiydi. Ben ilk maçımı İnönü'de Adana Demirspor'a karşı oynadım. Fatih Terim de rakibin santrforuydu. İkinci maçımı İzmir'de Altay'a karşı oynadım, orada da Mustafa Denizli kaptandı. O zaman orta sahadayım. O tarihte herkes liberolu oynarken biz İngiliz Brian Birch sayesinde bugünkü o tandemi genç takımda da oynuyorduk. A takımda da tandemi tam anlatabilmek için iple bağlardı o dörtlüyü, mesela biri havaya çıktı, otomatikman iple kademeye giriyorsun. O tarihte tabii biz "Galatasaray'a çıkmış bir oyuncuya ip bağlanır mı, böyle şey olur mu" diye düşünüyorduk ama bazı şeyleri oturtabilmek için iyi yöntemleri vardı. Türkiye'ye bilimsel ve fiziki çalışmaları getirenlerden biridir.

Mesela 1980'li yılların ikinci yarısında Türk futbolunu yukarı çıkaran jenerasyonun tesadüfen bir araya geldiğini düşünürüm ama bizim genç takımdaki çalışma sistemimiz bir plana, projeye dayalıydı. Tamer Hoca, bir İngiliz antrenörün yardımcısı olarak, ondan gördüğü programlarla bizi bir noktaya getirdi. Oyun kalıplarımız, setlerimiz vardı; sağ taraftan hücum etmek, bindirmek gibi. Antrenmanlarda çalıştıklarımızı maçta uygulardık. Orta sahada kimin topa çıkacağını, kimin onun yerine gelip top alacağını bilirdik. Sürekli beraber oynadığımız için o tarz uygulamaları yapan ilk genç takımlardan biriydik. Gerçi biraz ağır çalışmalar yapıyorduk. Tamer Hoca özellikle biraz gaddardı, bizi 160 kilo halterle çalıştırıyordu, oturup bir daha kalkamayan çok arkadaşımız oldu.

Bir yandan bu ağır antrenmanlar, bir yandan okul. A takıma seçildiğim günlerde üniversiteye girmiştim. Pek devamlılığım yoktu ama bir şekilde dersleri geçmek için kursa gidiyordum. Bir tek Giresun'a gittiğim seneyi kaybettim, onun dışında ortalama bir öğrenci olarak üniversiteyi bitirdim. Zordu çünkü antrenman sahamız bile yoktu. Gökmen Abi (Özdenak) minibüsü kullanırdı; bir gün Altunizade, bir gün Maltepe, bir gün Kâğıthane, her yerde antrenman yapardık.

Evet, eski kaptanlar sertti ama abilerimiz bize iyi yaklaşıyordu. Muzaffer Abi (Sipahi), Büyük Mehmet (Oğuz), Nihat Abi (Akbay), Yasin-Gökmen Kardeşler… Hepsi özellikle gençlere karşı çok sıcaktı. Zaten biz de saygılıydık, bildiğimiz için büyüklerin o ağırlığını. Ama mesela Raşit (Çetiner) gelmişti bize, o anlatıyordu Fenerbahçe'de çok çektiğini o mevzudan. Biz yaşamadık. Ya da Altay'da Mustafa Denizli'nin hikâyelerini duyuyorduk. Sahada kendi takım arkadaşlarını mahvettiğini görüyorduk. Bize gelince ben onun kaptanı oldum mesela, Denizli'ye kaptanlık yaptım.

A takıma çıkmak zordu. Oturmuş bir kadro vardı Birch döneminde, oyuncuların hepsi kariyerinin zirvesindeydi. Tamam, çıktık da takımın sürekli oyuncusu olmak imkânsız gibiydi. O 16 kişilik kadroya girmek bile önemli bir fırsattı bizim için. Genel yöntem, oyuncuların başka bir takımda kiralık oynayıp maç tecrübesi kazanmasıydı. Tamer Kaptan, Giresun'un başına geçince biz genç takımdan dört-beş kişi oraya gittik. Fenerbahçeli (Ilie) Datcu da hem Tamer Hoca'nın yardımcısı hem de kalecimizdi. Benim için zor bir dönemdi, babam vefat etmişti, maddi sıkıntılar vardı, biraz ağlamaklı gittim. Bir de orada çok farklı bir ortam vardı. Bileğe kadar çamurda oynuyorduk diyeyim. Tüneller vardı, gelen takımlar o tünellerden çıkarken zaten maçı vermek zorunda kalıyormuş, öyle anlatırlardı. Antrenmanlar çamur deryası, sonra gidiyorsun hamamda soyunup yıkanıyorsun, soyunma odaları rezalet. Yani Almanya Milli Takımı'ndan gelen Jupp Derwall, Galatasaray'a geldiği sene soyunma odasında soba yaktı, Giresun'u sen düşün… Bir de ligde kalmaya oynuyorlardı ama bizim olduğumuz sene altıncı bitirdik. Galatasaray'la orada berabere kaldık, Ali Sami Yen'de 3-1 yendik. Fenerbahçe'ye deplasmanda yenilmedik; Ankaragücü'nü Ankara'da, Bursaspor'u Bursa'da yendik. Dört-beş kişi bir arada olmak bizim için iyi bir fırsattı, değerlendirdik ve döndük. Giresun da biz döndükten sonra düştü.

On dört yıllık şampiyonluktan uzak dönemde tribünden gelen küfürler nedeniyle birçok genç arkadaşımız ben de dahil olmak üzere sahada verebileceğimizin çok daha azını veriyorduk. Çünkü gençken sahaya çıkıp top kaybı yapmışsan yanmıştın. Özellikle bazı tribün amigoları vardı, tipleri hâlâ aklımdadır. Galatasaray'ın hem maddi hem yönetim tarzı olarak tatsız bir dönemiydi. Bir de kıl payı kaçırdığımız seneler var. On dördüncü yılda da kaçırsaydık mesela… Son Eskişehirspor maçında bir gol yesek beş yıl daha toplayamazdık kendimizi. Şampiyon olmadığın her sene seyirciyle arandaki bağ daha da kopuyor. Bir Boluspor maçı hatırlıyorum, gittik 3-0 yenildik, dönüşte Sakarya taraflarında yemek yediğimiz fabrikayı iki otobüs taraftar bastı. Alkollülerdi muhtemelen. Geldiler, teknik direktörü isteriz, şunu isteriz, bunu isteriz… Personel de yok fabrikada, sadece yemek dağıtan biri var. Ben çıkıp kapıda bir konuşma yapmıştım onlara, burada böyle bir şeyin olmayacağını, İstanbul'a döndüğümüzde gerekli her türlü muhabbeti yapabileceğimizi söylemiştim. Taraftarla bu şekilde karşı karşıya geldiğimiz çok pozisyon oldu.

Kamp süreleri çok uzundu. O kamptan çıkıyorsun, ötekine giriyorsun. Otellerde yanına kimin düşeceği belli değil. Tek katı kapatmak gibi prensipler sonradan geldi. Ondan evvel biraz paldır küldür oluyordu. Yanına bir çift de düşebiliyor. Birçok şey oluyordu. Oynadığımız sahalar Derwall geldikten sonra düzeldi. Düşünsene, hep çamur. Sene başında çim yapılır, Kasım gibi yağmurlar başlayınca orta sahanın orası olduğu gibi gider, bir tek kenarlarda yeşillik kalır. Donanma Kupası falan oluyordu devre arasında, topu götürmek mümkün değildi. Haliyle o sahalarda futboldan başka bir şey oynaman da gerekiyor. Çamurdan topu sökmek, seken topu nasıl kontrol edeceğini bilmek önemli. Sahalar düzeldikten sonra benim de futbolum düzeldi. Futbol da daha sertti tabii o zamanlar. Tekvando Nurettin diye biri vardı, genç milli takımda birlikte oynadık, direkt dize atlardı.

Tomislav Ivic, bir kere futbolu çok yaşayan bir adamdı. Maçtan bir gün önce herkesin odasına gider, maçı nasıl oynayacağıyla alakalı tekli-ikili toplantılar yapardı. Ruhuyla işin içinde bir adamdı. Çalışma yöntemi olarak da Türkiye'nin ilk kez gördüğü yöntemleri getirdi. Mesela 'dar alanda kısa paslaşmalar' denen olay Ivic'le gelmiştir buraya. Onun bir alanı vardı. Dikdörtgen bir alan düşün, orada üç takım olurdu. İki takım karşılıklı, ortada da bir takım. Topu alan takım ya kendi arasında kısa pas yapar ya uzun pasla öbür takımı bulurdu. Yer değiştiremezdin. Pas, pas, pas… Onlar topu kapmaya çalışır sonra biri alan bulunca top sürerek topu karşıya taşır. Bunu maça uyarlarsan, defans oyuncusunu topla çıkarken yakaladın mı bunun avantajlarını kullanırsın. Sen topla alan buldun mu rakip takım adam marke ederken sen pozisyon yakalarsın. O çalışma gerçekten çok önemliydi. Bir kere çok pas yapmayı öğretti. Ondan evvel hep ileri vurulurdu top. İngiltere maçları hep üçlük, beşlik oluyordu biliyorsun. İngilizlerin ikinci lig takımlarıyla hazırlık maçı yapıyorduk, bizi mahvediyorlardı. Neden? Çünkü iki tane pas yapamıyorsun. Dar alanda basıp topu kazanıyorlar ve devamlı hücum ediyorlar, en kötü ihtimal duran top kazanıyorlar, zaten yarma gibi adamlar, onların bir-iki tanesini de içeri sokuyorlar yani. Adamlar sana presi koyduğu anda topu kaptırmaman, pas yapman lazım. Ivic bize onu öğretti. İkinci katkısı da yan toplar, ortalardı. Muz orta dediğimiz, daha çizgiye inmeden defansın arkasına atılan topları çalışırdık. Duran top çalışırdık. Bizim dönemin oyuncularından kime sorsan, Galatasaray'a gelmiş en iyi antrenör olarak Ivic'in ismini verir.

Ivic'ten sonra Derwall geldi. İsmini duyduğumuzda biz şok olduk, nasıl gelir dedik. Geldi ama Derwall'in antrenörlüğünden çok karizması etkiliydi. Yani teknik anlamda çok büyük bir fark yaratmadı, oyun modeline bir katkısı olmadı. Başlarda çok bocalamıştı. Beni kadro dışı bıraktı mesela. Taşlandığı dönemler oldu biliyorsunuz. Eskişehirspor maçında 3-0 yenilirken biz dört-beş kişi kadro dışıydık. O maçtan sonra Antalya'ya gittik, kadro değişti. Antrenmanlarda "Bu muymuş Derwall?" dediğimiz günler oldu. Mustafa Denizli ve Ahmet Akcan'ın da katkılarıyla sonradan çok iyi bir uyum yakalandı. King oynuyorduk Derwall'le, son ikiyi ve rıfkıyı hep ona yediriyorduk, kalkıp gidiyordu masadan.

Mustafa Hoca kulübeye geçtiğinde biz takımın eskileri olarak ona çok destek olduk. Ondan evvel kâğıt oynardık, sigara içenler sigara içerdi. O geldikten sonra hoca olarak kabullendik onu çünkü öyle futbolculuktan hocalığa geçiş çok kolay değildir, sorun yaşayabilirsin. Mustafa Hoca, yardımcı antrenörlük dönemini de iyi kullandı. Türkiye'yi bilen, kulüpleri ve oyuncu profilini tanıyan bir adamdı, işe Derwall'den farklı bir yönden bakmayı başardı. Derwall de başlangıçta başarısız olunca onu ikna etmesi daha kolay oldu.

"Mustafa Hoca kulübeye geçtiğinde biz takımın eskileri olarak ona çok destek olduk. Ondan evvel kâğıt oynardık, sigara içenler sigara içerdi."

"Mustafa Hoca kulübeye geçtiğinde biz takımın eskileri olarak ona çok destek olduk. Ondan evvel kâğıt oynardık, sigara içenler sigara içerdi."

Terim-Piontek bence biraz daha farklıydı. Piontek, farklı prensipleri yerleştirdi Türkiye'ye. Mesela basınla ilişkiler. Eskiden basın mensupları otelde bizim odalara dalar çıkardı, bir şey diyemezdik. Sonuçta seni iyi ya da kötü gösterecek kişilerdi. Biz bir şey söylesek gazeteci bozulurdu. Ahbap-çavuş ilişkisi vardı aramızda. Piontek geldikten sonra tüm bunlar değişti. Basın toplantısı saati olur, oyuncuların kalacağı katlar belirlenir, profesyonel bir kamp organizasyonu yapılır. Piontek belki sonuç olarak çok başarılı değildi ama bence aldığı sonuçlardan çok getirdiği prensipler önemliydi. Türkiye'ye önemli şeyler kattı. Tabii Fatih Terim'e de.

"Avrupa'dan eksiğimiz yok" fikri Mustafa Denizli, Hıncal Uluç, Doğan Koloğlu gibi kişilerin hücum futbolu muhabbetleriyle başladı bence. Mustafa Hoca ilişki kuracağı insanları da çok iyi seçmişti İstanbul'da, özel hayatında da Türkiye'nin önemli insanlarıyla temas etti. Restorana gidecekse kalitelisine gitti, güçlü insanlarla arkadaş oldu. Söylediği şeyleri insanlara duyurabildi. Bu iş zaten sırf oturduğun yerden olmuyor, algı da önemli. Biz mesela daha öncesinde "Biz nasıl Avrupalılar gibi olalım?" modundaydık, antrenörler bile "Siz o tempoda oynayamazsınız" derdi. 1-0 yenilmek, defans yapmak daha makbuldü. Yavaş yavaş kabuğumuzu kırdık. Mesela Ali Sami Yen'e gelen takım tek santrforla oynar, biz orada cümbür cemaat defansta kalmanın anlamı olmadığını, sert basmak ve döndürmemek gerektiğini anladık. Tek santrfora yakın oynayacak bir adam, bir tane de kontrol yapabilecek bir adam gerekliydi. Orta sahayı beşlemek, altılamak gibi bir anlayış oluştu, Denizli döneminde öyle bir şey yarattık. Bu sayede, gelen takımları yenmeye başladık. PSV'yi parçaladık. Bence Türk futbolunun ilk kıpırdanışı PSV ve Neuchatel maçlarıyla oldu. Biz gelen takımlara üç santrforla oynuyorduk: Tanju, (Mirsad) Kovacevic ve arkalarında ben. Ya da Kova ve ben önde, arkamızda Tanju. Bizim görevimiz sadece rakibin savunmasını bozmak, biz basarız, Tanju boşta, arkada orta saha kalabalıklaşır. Topu daha orada kazanmak, rakibi çıkarmamak, hata yaptırmak üzerine kurulu bir düzen. Yoksa üç santrfor demek topluca hücum yapmak değil. Defansı önde başlatmak aslında. Neuchatel maçını seyrederseniz, bugünün futboluna çok yakın bir tablo görürsünüz.

Monaco maçı deyince aklıma tabii önce taraftar geliyor. O gün Köln'de hiç Alman yoktu sanki. Sonra maç öncesi yaşadığımız büyük stres geliyor. Tabii Prekazi'nin frikiği ve bir de Bülent Korkmaz. A takımdayken, genç takımdan oyuncular gelir. Antrenman maçlarına çıkıp oynarlar. İki oyuncu oldu daha çıkar çıkmaz o takımın oyuncusu olacağını anladığımız. Biri Büyük Metin'dir (Yıldız), rahmetli Erdoğan'ı (Arıca) paramparça ediyordu antrenmanda. İkincisi de Bülent Korkmaz. Ama teknik becerisiyle değil. Bire bir mücadelelerde o kadar iyiydi ki anlatamam. Giriyordu alıyordu topu, kralını geçirmiyordu. Genç takımdan bu kadar hazır çıkan az oyuncu vardır. En yetenekli olanının bile oynayıp tecrübe kazanmaya ihtiyacı vardır, Bülent'te durum öyle değildi.

Fatih Terim, kariyeri nedeniyle geldikten kısa bir süre sonra kaptan olmuştu. Popüler bir oyuncu ve pahalı bir transferdi. Adana Demirspor'da santrfor oynuyordu, bize gelince savunmaya geçip libero oldu. Çabukluğu vardı, içeri giren birkaç topu röveşata ile çıkarmıştı mesela, seyirci sever böyle şeyleri. Ben daha gençtim ama Fatih Terim varken hep ikinci kaptan gibi ona asist yaptım. "Cüneyt takımı toplayalım" derdi, ben toplar götürürdüm maç sonu tribüne. Kendimi hep ikinci kaptan olarak gördüm, ben varken başka kimse de oraya oynamadı. Fatih Terim bıraktıktan sonra kaptanlığa kalkışanlar oldu ama benim kendime has bir tarzım vardı. Mesela her şeyi herkesin içinde konuşmazdım. Oyuncuları ikaz edeceksem herkesin arasında yapmazdım bunu. Çekerdim bir kenara, öyle konuşurdum. Ben onlara saygılı davranırdım, onlar da bana.

Maddi sorunlar olduğunda hep bir kaynama olurdu ve kaptan olarak ben arada kalırdım. Arkadaşlarınız sizden yönetime onların dertlerini anlatmanızı, o iletişimi sağlamanızı istiyor. Yönetim de oyunculara kulübün parasal sıkıntılarını anlatıp onları ikna etmenizi istiyor. Bu ikilikte dengeyi kurmak o kadar zordu ki… Ama oyuncular bazında "Cüneyt Abi hiç konuşmuyor" cümlesini çok az kurdurtmuşumdur. Hatta bazı yöneticiler "Bunun çenesi de hiç durmuyor, yaşlandıkça çenesi biraz düştü" demişlerdir, o tarz çıkışlarım olmuştur.

Sinirlendiğim anlar elbet var ama yansıttığım yok bence. Soyunma odasında yaşadıklarımız var tabii. Hocayla da var, bazı oyuncularla da... Gerginlikler mutlaka oldu ama yansıttığımı sanmıyorum. Hayrettin'e tokat attı diyorlar, yok öyle bir şey. 2-0 galibiz, bir gol yiyoruz, ben kaleye gireceğini düşünüp çıkarmak isterken çıkaramıyorum. Hayrettin de paniktir ya biraz, maçın bitmesine üç-beş dakika var, bir panikle "Abi dışarı çıkıyordu" falan diyor. "Ya kardeşim içeri giriyordu, çıkarmak istedim" dedim, "Yok abi dışarı çıkıyordu" diye kendini kaybetti. Bir gol daha yesek puan kaybedeceğiz, bu şok halinde olduğu için ben "İşine bak" deyip bir silkeledim onu, ittim. Havaalanında baktım bu mahzun mahzun oturuyor, "Ne oldu Hayrettin?" dedim, "Yok abi, bir şey yok" falan derken meğerse Tanju'yla Prekazi bunu "Kaptan seni nasıl tokatladı" falan diye doldurmuşlar. "Oğlum ben sana tokat atar mıyım?" diyorum, "Yok abi olsun, abiler yapar" diyor! Bu kadar mütevazı olunur mu, halbuki dev gibi adam… Benim oda arkadaşımdı. Ertesi gün maç varsa sekizde, dokuzda yatağa girip ışıkları kapatırdı. Erken girsem uyandıracağım diye mecburen başka taraflarda takılıp yatacağım saatte giriyordum odaya. Sabah ben çıkarken de yine uyuyor olurdu. Çıkarken de o kadar konsantre oluyordu ki anlatamam, hele ki Fener maçlarında… Zaten yaşadığı sıkıntıların hepsi fazla konsantrasyondan oldu. Bir de o mütevazı yapısından dolayı ezmeye çalışanlar olmuştu ama çok iyi kaleciydi.

Hayır, ben kendi tavrımdan dolayı sıkıntı yaşamadım. Gücünüzü ya da karakterinizi sadece bağırıp çağırarak göstermezsiniz. Yöneticilerle ve arkadaşlarınızla ilişkilerinizde koyduğunuz tavırla gösterirsiniz. Öyle herkesin içinde kavga ederseniz bence bu yakışmaz bir kaptana. Benim başka bir tarzım vardı ve o da tuttu. Bu planlanmış bir tarz da değil, karakterim bu. Futbol sonrası yöneticilik işlerimi bitirmemin altında da yine bu yatar. Hem beraber top oynadığım arkadaşlarım hem o tarihte genç takımda bizimle antrenmana çıkan çocuklar bana bugün de aynı saygı ve sevgiyi gösteriyor. Doğru yaptığım inancındayım açıkçası.

Futboldan sonraki bölüm keyifsiz geçti. Ben aslında futbolun içinde kalmayı istemiyordum fakat bir sene sonra tabii hafif kaşıntılar başlamıştı. Mustafa Denizli, Milli Takım'a gelmişti, ben tatildeyken beni çağırdı, "Eşofman mı elbise mi?" diye sordu. O anda A Milli Takım'ın yardımcı hocası olabilirdim, ben takım elbiseyi seçtim. İngiltere modeli bir menajerlik bana çok yakışabilir diye düşünmüştüm. Maalesef doğru bir tercih değildi.

Türkiye'de, antrenörlerin en azından yönetebilecekleri bir alan var. Oyuncularla ilişkisinde prensiplerini koyduğu zaman bir yöneticinin ona iyi bir kulüpte karışabilmesi pek mümkün değil. Ama işin idari kısmındaysan, Galatasaray ya da Milli Takım gibi 15 tane yöneticisi olan, her yöneticinin kamerayı sevdiği, futbola bulaşmak istediği ve her şeyi çok iyi bildiğini düşündüğü yerlerde o top sana gelmiyor. Seçimi kazanana kadar Cüneyt Tanman ismi vitrini güzel süslüyor ama sonrasında "Biz yaparız nasıl olsa" düşüncesi başlıyor. Ben de buna dayanamıyorum tabii, kendimi fonksiyonsuz hissettiğim anda "Benim burada ne işim var?" diye düşünüyorum. Bir tek Galatasaray'da scouting'in başına geçtiğim dönemden keyif aldım çünkü orada biz sıfırdan bir birim yarattık. Gerisi keyifsizdi, eşofmanı seçsem bana daha iyi oturabilirdi.

Socrates Dergi