
Takım Oyuncusu
15 dk
Mert Fırat, yalnızlığı asla sevmedi ve hayatını daima topluluklar içinde geçirdi. Kimi zaman gölün üzerinde küçük bir teknede, kimi zamansa bir tiyatro sahnesi ya da dizi setinde...
Beşiktaş'ta bir öğle vakti... Setler, provalar, reklam çekimleri ve sosyal sorumluluk projelerinin arasında Mert Fırat'la buluştuk. Gündemimizin ilk maddesi kürekti...
ODTÜ’de, 12-13 yaşlarında başlayan bir kürek geçmişiniz var. Ülke şartlarını düşününce ilginç bir adım olduğunu söyleyebilir miyiz?
Aslında onun da öncesinde Gençlerbirliği’nde top oynuyordum. Dördüncü sınıfta başladım, 11-12 yaşlarında seçmelere girdim ve sol kanat olarak altyapıya alındım. Çok koşuyordum, en büyük özelliğim buydu. Teknik olmadığım için kendimi böyle öne çıkarmaya çalışıyordum. Üç yıl kadar top oynadım orada, lisansım çıktı hatta.
Bir gün Bursa’da kampa gidecektik, kontenjan sınırlıydı, ben gideceğimi düşünüyordum ama antrenörün yeğeni de benim gibi sol kenar oyuncusuydu. Çocuktan uzundum, hafif de topluydum ama ondan daha iyi olduğuma inanıyordum. Belki de değildim, kim bilir? Belki de korkunç oynuyordum ama çocukluk işte... Nihayetinde benim yerime onu götürdüler. Bu da içime dert oldu, çok bozuldum. “Gitmeyeceğim artık” dedim, futbolu bıraktım.
O sıralar dayımla takılıyordum, bana “Oğlum ne futbolu ya, futbol mu kaldı? Sen git kürek çek, evine de yakın” dedi. Sonra da aldı ODTÜ’ye götürdü beni. Dümenci olarak takılmaya başladım orada, sonra yavaş yavaş suya çıkar oldum. Önce dört çifte, sonra iki çifte, sonra da tek kişinin olduğu iki kürekli tekne derken milli takım seçmelerine gittim ve başladıktan beş ay sonra milli takıma girdim. Küçük olduğum için tekniği çabuk kapmıştım. Kondisyonum da gayet iyiydi, futboldan ötürü.
Eskiden ODTÜ’de beden eğitimi bölümü vardı, kapattılar sonra. Normalde beden eğitimi bölümleri sağcı tayfanın tekelindedir ama ODTÜ istisnalardan biriydi. Okulun fiziki koşulları da spora çok müsaitti; toprak sahalar, tenis kortları, Devrim Stadı falan... Basketbol, Amerikan futbolu, kürek gibi birçok sporda gayet iyi takımlar vardı. Gölü vardı okulun, düşün... ABD’deki üniversitelerden pek farklı değildi yani.
Ben de ODTÜ’de o spor kültürünün içinde büyüdüm. Günlük rutinimiz ortalama altı-sekiz kilometre koşu, üstüne yaklaşık 30-40 kilometre kürek çekmekti. Akşamları da okuldan gelip şimdi crossfit dedikleri ama bize o zamanlar ‘istasyon çalışması’ diye anlatılan antrenmanları yapıyorduk. Bulgar bir hocamız vardı, epey sert bir adamdı. O dönem Sovyetler ekolünden yeni kopup gelmişti, acısına da bizden çıkarıyordu. Bildiğin kölelik düzeninde çalışıyorduk. Böyle böyle devam etti...
Kürek tamamen senkronizasyon gerektiren bir spor ama bir yandan da tek başınasın, direkt olarak yaptığın şeye ve kendine performansına odaklanman lazım... Suya çıktığınızda bu bir ikilem yaratıyor muydu?
Kürekte hemhâl olmak vardır, tek bir beden gibi yani. Birinin eli herkesin eli, birinin küreği herkesin küreği olur. Belli bir zaman sonra bakarak çekmezsin zaten, hissedersin. Hem görür, hem duyar, hem temas edersin. Minimum üç duyunu kullandığın bir düzeni vardır.
Her sporcunun vücut kapasitesi, uzunluğu farklıdır. Bu yüzden 1.80 boyunda biriyle 1.90'lık birinin kürek boyu aynı olmayabilir mesela ya da kimi kürek tutma mesafesini uzun alır ki böyle bir durumda senkronizasyonu sağlamak için daha hızlı kürek çekmesi gerekir... Ama öyle ya da böyle, nihayetinde senden küreği aynı anda suya sokup sonra aynı anda karından atman beklenir.

Kürekte hiyerarşi var mıdır?
Kürekte hiyerarşi denenir. Bir alfa muhakkak çıkar. Ama ben bu alfa-beta kültürünü, erkek egemen toplumun bir diğerini daha da vahşileştirmek adına kullandığı bir araç olarak görüyorum. Yoksa alfa beş saniyede değişebilir yani, çok örneği var.
Zamanında şöyle bir sözünüz var: “Erkek olmak baştan sorunlu bir şey çünkü sürekli hormonlarınızla mücadele ediyorsunuz. Ben 27 yaşıma kadar bununla uğraştım. Ufak ufak yendiğimi düşünüyorum.”
Erken konuşmuşum... (Gülüyor)
Kürekten Tiyatroya
Kürekteki beraberliğin, takım olma halinin, tiyatrocu olmamda da büyük etkisi vardır. Ben önce kürekçi, sonra halkevci oldum. Kürekle beraber halkevleri başlamıştı bir yandan. Manisa örgütlenmesinden gelen bir tayfa vardı orada. Çok okuyan, yazan, çizen insanlardı. Ne yapacağımı bilmediğim bir dönemde bana “Madem paran pulun yok, git halkevlerinde tiyatro eğitimi al” dediler. 1993 yılında yeniden açılmıştı halkevleri ve oralarda sanat üzerinden bir örgütlenme başladı. İnsanlar birbirleriyle temas etme şansı buldu. Halkevlerinin çıkış noktası da buydu zaten; kültür-sanatı ve her yerde mahalle örgütlenmelerini yaymak. Tiyatroya da bu sayede dâhil oldum. Sahnede her şey, birbirini ve seyirciyi dinleyip o kuvveti birlikte hareket ettirmekten geçiyor. Kürekte de su nereden geliyor, rüzgâr ne taraftan esiyor, partnerin nasıl biri, bunlara göre şekillenirsin.
Spor da aslında bu üstünlük alanlarının bastırılmaya çalışıldığı bir alan mıdır sizce?
Spor kesinlikle bir köşe kapmaca oyunu. Temelinde bir oyun zaten, tıpkı tiyatro gibi ve bence en az tiyatro kadar değerli. Sporun gücü -ne yazık ki çeşitli örgütler tarafından pek anlaşılmamış olsa da- dönüştüren ve aidiyet geliştiren bir yapıda olmasından geliyor. Normalde kimse kimseye o hızla dokunamaz, samimiyet geliştiremez. Mesela profesyonel bir tiyatro ekibini hareket ettirmek, hel ki belli geleneksel anlayışlardan geldikleri takdirde, çok zordur. Sahnede hareket ettirmekten bahsediyorum, yerde yuvarlanmak gibi fiziki hareketlerden ya da bildikleri ezberden ayırmak ve konfor alanlarından çıkarmaktan...
Sporda ise böyle bir ihtimal yoktur, sahaya çıkmışsan tutuk olamazsın. İki dakika sonra birine temas eder ya da bir yerde o teması alırsın. Takım sporları bu açıdan özeldir ve en az tiyatro kadar kutsaldır. Hani derler ya “Tiyatro kutsaldır, yüksek sanat”, yok öyle bir şey. Hani? Yapanları görüyoruz işte, dizilerde oynuyorlar. Ben de oynuyorum. Yemezler yani. Tiyatro oyuncuları yüksek sanat icracıları da futbolcular aptal mı? Onlar para kazanmak için oynuyorlar da siz ne için rol yapıyorsunuz?
Bizde futbolu daha altta görürler ya, hiç hoşlanmam. Yahu burjuvazinin yatağı Fransa, Almanya, İngiltere öyle bakmıyor da siz ne ara burjuva oldunuz da böyle bakıyorsunuz? Onlar bir de sınıflı toplum; kontu var, lordu var, soylusu var, bilmem nesi var… Futbol ve spor onlarda sınıflar arası bir uhu, bir buluşma noktasıyken bizde niye böyle görülüyor ki?
Bu kadar kürek demişken sormamak olmaz; Oxford ile Cambridge arasındaki meşhur kürek yarışlarını (The Boat Race) takip ediyor musunuz?
Tabii tabii! Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin eski hallerine benziyor biraz, değil mi? Hani kuruluş yıllarındaki o beyefendi haller var ya, onun gibi... Orada iki üniversite değil de iki kültür yarışıyor aslında. İki farklı ekol. O yarışlar beni çok heyecanlandırır mesela ama aslına bakarsan kimin kazandığı da kimsenin umurunda değildir. Takımlar ve sporcular dışında tabii... Diğerleri daha çok, hani 'entertainment' derler ya, o eğlence halinden hoşlanır.

Taraftarlık kültürünü nasıl ele alırsınız?
O bambaşka bir şey. Bir güruhun inançlarından bahsediyoruz; bir tiyatroya ya da kişiye duyulandan öte, bir kulübe ve kimliğe duyulan aidiyet ki bu makul bir yaklaşım bence. Keşke tiyatrolar için de böyle bir yaklaşım olsaydı. Düşünsene; mesela Beşiktaş Tiyatrosu, Mert Fırat’ı transfer ediyor... Ya da ne bileyim, Gökçe Bahadır’ı almak istiyoruz Aslıhan Gürbüz’le birlikte, üçümüz bir oyun oynayacağız, önümüzdeki sezonun repertuvarını açıklıyoruz, mahalle olarak da heyecanlanıyoruz... İngiltere’de tam olarak böyle mesela, keza Glasgow’da ve İrlanda’da; 20-30 bin kişilik bir tiyatro sever kitlesi var, gişeyi onlar döndürüyor. Tıpkı futboldaki gibi...Burjuvazinin yatağı Fransa vs. öyle bakmıyorken siz ne ara burjuva oldunuz da futbola böyle bakıyorsunuz?
Örgütlenme biçimimizin bunu elden kaçırmış olmasına hayıflanıyorum ama çok geç değil bence, tiyatro ve sanatı spordan ayırmamak gerekiyor. Keşke benim daha az işim, Das Das’ın da (Ataşehir’deki kültür/etkinlik merkezi) göle kıyısı olsa da öğlen orada kürek çekip akşam oyunumu oynayabilsem. Bunun bir benzerini Ayazma’da yaptık mesela. (Editör notu: Ayazma; yazar, çizer ve sanatçılardan oluşan bir futbol takımı) Bağış’la (Erten), Harun’la (Tekin) üzerine konuştuğumuz bir şeydi bu. Yaklaşık bir yıldır pek vakit ayıramasam da çok güzeldi...
Hayatınızın bir bölümünün İsveç’te geçtiğini biliyoruz. Sizi oraya sürükleyen şey tam olarak neydi?
Galiba kız arkadaşım... 17 yaşındaydım, yazın Alanya’da çalışıyordum, orada tanışmıştık. “Nasıl yani, sevgilin mi var?” deyip şaşırıyordu herkes. Gıcık olunacak bir tiptim yani; hem kürek çekiyorum hem de sevgilim var. Kız İsveçli bir de… Konya Selçuk Üniversitesi’nde Rus Dili bölümünü kazanmıştım o sıralar. Gittik kız arkadaşımla, tanıyor beni, halkevleri geçmişimi falan biliyor, üniversitedeki ortamı görünce “Burada pek uzun yaşayamayız biz” dedi. Öyle olunca da birlikte İsveç’e taşındık ama çok sürmedi, bir yıl kadar sonra geri döndüm.
Bir röportajınızda, yalnız kalmaktan nefret ettiğinizi söylemişsiniz. Acaba çocukluğunuzdan beri, takım sporlarında ve tiyatroda, sürekli bir ekip içinde yer almanızın nedenlerinden biri bu olabilir mi?
Yüzde yüz! Geçenlerde bir arkadaşımla uzun uzun dertleştik ve nihayetinde şunu dedik: Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan insanlarda yalnızlık hissi daim oluyor, “Ya yalnız kalırsam?” sorusuyla birlikte hepsi bir daldan diğerine atlayan şempanzeler gibi, bir arkadaştan öbürüne atlıyor. Aşk ilişkilerinde bu bir sorun yaratabilir ama arkadaşlık yönünden bir sorun görmüyorum. Ben mesela Tuna'yı ararım, Tuna yoksa Ali'yi ararım, Ali yoksa İbo'yu ararım, olmazsa Mert'i ya da Yalçın'ı ararım... Kafa böyle çalışıyor bende, hiçbirine ulaşamadım mı; “Acaba toplanmışlar mı, içiyorlar mı, bana niye haber vermediler?”, böyle tuhaf bir his...
Kadınların büyüttüğü bir çocuktum ben, o yüzden erkek dünyasıyla bir mesafem vardı hep. O dünyaya gireceksem bari faydalı adamlarla gireyim diye düşünürdüm ki saçma sapan erkek muhabbetine maruz kalmayayım. İşte ne bileyim; spor yapalım, okuyalım, bir şeyler üretelim, mahalle örgütlenmesine gidelim, çorba dağıtalım, tiyatro yapalım falan... Kolektif bir çaba olsun.
Sevinç Erbulak ile yaptığınız bir söyleşide hayat üzerinden kullandığınız bir 'kerteriz' metaforu var. Şöyle diyorsunuz: "Yüzün, uzaklaştığın yere bakar kürek çekerken. Bir çizgiden kendine kerteriz alırsın. Takım yarışlarında kerterize hamla dediğimiz kişi bakar, tempoyu da o belirler. Kimse de ‘Vay bu hamla neden tempoyu belirliyor?’ diye sormaz. En arkadakine de sivirya deriz; o da arada dönüp bakar, ters mi gidiyoruz, düz mü gidiyoruz, bir sakatlık olmasın diye... Kerteriz o yüzden çok önemli; geldiğin yeri unutma ve yanındakilere güven. Hayat da böyle...” Bunu biraz daha açmanızı isteyeceğim...
Aslında o dört tekin tarifi. Dört tek ilginç bir tekne; iki sağ ve iki solun kuvveti denk olmalıdır. Biri diğerinden daha güçlüyse tekne sağa ya da sola çeker. Hamla, kondisyonu en yüksek adamdır ve her şeyden önce grubunu tanıması ve kime ne kadar yükleneceğini bilmesi gerekir.
Arkadaşlarını çıkamayacakları bir tempoya zorlamamalıdır çünkü hepsi anında demoralize olur ve güçten düşer. Üstelik birinden yapamayacağını bildiğiniz bir şeyi istemek, en hafif tabirle terbiyesizliktir. Art niyettir. Hocaya cevabını bilmediği bir soruyu sormak gibidir.
Kapasiteleri zorlamakta bir sorun yoktur ama bunun zamanı önemlidir. Yarışta mı yapacaksın, antrenmanda mı zorlayıp göreceksin, yoksa tüm cephaneni son yarışa mı saklayacaksın? Kürek, insanların birbirleri için kurdukları güzel planların dünyasıdır. Hani Erkan Can, Gemide filminde “Bir memleket gibidir gemi” der ya, kürek de öyledir işte. Ev arkadaşlığı gibidir. Diğerlerinin huyunu suyunu bilmen gerekir. Tekniği zayıftır mesela birinin, “Bu şimdi tekneyi sola yatırır, o zaman ben de şöyle yapayım ki sola çekmeyelim” diye düşünmen ve arkadaşının açığını kapatman lazım gelir. Kondisyonu zayıf olan vardır, kimi bağırınca hayata döner kimiyle de sakince konuşmak icap eder. Özgüveni düşüktür ya da birinin; şefkat bekler senden.
Özetlemek gerekirse herkesin ruhu başka çalışır ve tekne de bunu öğrenebileceğin bir alandır. Çok güvendiğin bir ilişkiyi yaşamaya benzer. İş hayatında deli gibi bir yoğunluğun içindeyken onun seni sevip sevmediğini ya da sana ihanet edip etmediğini düşünmezsin artık. Çünkü kafan rahattır. “Ben hayatımın kadınını, adamını buldum” dersin. Rahat uyur, rahat çalışır, ne yapıyorsan rahat yaparsın. Tekne de öyledir; kazanırsan beraber kazanır, çarparsan da beraber çarparsın. İşler her zaman yolunda gitmez ama önemli olan, herkesin elinden geleni yaptığını bilmektir zaten.
Beni kürek yolculuğumda en çok etkileyen de bu partnerlik ve hiçbir zaman birbirini satmama, ölümüne kürek çekme hikâyesi... Ölmek de değil aslında, sonuna kadar gitmek. Birbirini, sınırlarını bilerek, en iyiye ulaşmak için zorlamak. “Antrenmanda ağlamayan yarışta ağlar” derler, kendine kıyamazsan olmaz. Hep bir eşik vardır, kürekte de hayatta da... Ciğerin ve zihnin bir kapasitesi, eşiği vardır. Oyunculuğun da keza... O nevrotik süreçleri aşıp eşiği atlarsan başka bir dünyaya açılır kapıların.

Kontrolü kaybettiğiniz oldu mu hiç? Ya da bırakmak istediğiniz?
Böyle anlar elbette olmuştur ama çok nadir. Oynarken kontrolü çok bırakıyorum mesela. “Neden sahnedesin, neden tiyatro?” diyorsan cevabı bu. Aşırı hırs, sporda birilerine zarar vermene sebep olabilir. Hiçbir şey yapmasan, bir topa yetişeceğim diye kendi bacağını kırarsın mesela. Oyunculukta ise böyle bir durum yok. Uyuşturucu maddelere düşmediğin sürece tabii. Yoksa kafası çok çalışan adamların sakinleşmek için marihuana kullandığı ya da kafası daha yavaş çalışanların uyarıcı maddelere başvurduğu olabiliyor... Ben hiçbir zaman bu tarz bir ihtiyaç duymadım. Benim uyuşturucum, adrenalin galiba.
Nasıl bir his yaşıyorsunuz böyle anlarda? Hem fiziksel hem zihinsel...
Ne bileyim, heyecanlanıyorum. Gülüyorum, çok saçma bir his geliyor. Çok kahkaha attığım ve rahatladığım bir an yaşıyorum. Fiziksel olarak da kanın beynine sıçrıyor ya hani, nasıl bulacaksın bir daha o fırsatı? Öfkelenmediğin müddetçe ya da başına çok kötü bir şey gelmediği sürece öyle bir his yaşaman mümkün değil. Vücudun serotonin ve adrenalini birlikte salgılıyor ve bunu hiçbir yabancı maddeye gereksinim duymadan yapıyor. Muhteşem bir şey!
Ufak Tefek Cinayetler dizisindeki karakterleri nasıl özetlersiniz? Gerçek hayatta arkadaşınız olmalarını ister miydiniz?
Oya’nın arkadaşım olmasını isterdim. Arzu’nun da keza. Edip’ten emin değilim ama isterdim herhalde. Taylan çok eğlenceli biri, çok komik adam. Hani böyle bakıp, “Manyak bu, iyi ki ben böyle değilim” demek için iyi bir arkadaş olabilir. Merve karakteri çok eğlenceli. Şeytan gibi duruyor ama belki de öyle değil. Ya da öyleyse ne oldu da o kadın o hale geldi? Bunu bilemiyoruz. Çok acayip bir kadın çünkü gerçekten. Aslıhan (Gürbüz) da çok acayip oynuyor. Anlamsız bakan martılar vardır ya; ifadesiz böyle, kızıyor mu, sinirleniyor mu çözemezsin. Öyle bir yerden oynuyor resmen, çok acayip. Ama gene de Merve karakterinin arkadaşım olmasını istemem. Pelin’i de istemem, mümkün mertebe en az bir kol mesafesi uzakta olsun. Var çünkü öyle arkadaşlarımız; Merve ve Pelin aslında arkadaşlarımızın sevgilileri, kocaları, eşleri falan yani. Gerçek karakterler bunlar.
Ekstrem sporlara, mesela bungee jumping'e olan ilginizin sebebi bu mu?
Kesinlikle! Londra’daydım yılbaşında, Hyde Park'ta kurulan bir yer var, oraya gittik; roller coaster'ından 70 metreye zıplatan aletine kadar her şeye bindim. Yanımdakilere de yalvardım “Ne olur biriniz gelin benimle” diye ama kimse gelmedi.
Daha önce de Eskişehir'de paraşüt okuluna gittim mesela, bungee jumping yaptım. İnsanlar korkuyor genelde ama bende hiçbir tereddüt olmuyor. Zaten bu korkuyu da anlamıyorum; kaza oranlarına bakarsan bungee jumping ya da uçaktan çok, yolda yürümekten korkman lazım. Arabaya falan asla binmemen lazım. Bir de şu var; uçağa bindin diyelim, kalktıktan sonra yapabileceğin hiçbir şey yok ki... Niye korkarsın o zaman? İnsan, kontrol etme ihtimali olup da kontrol edemediği şeyden korkar. Uçağı kontrol edebiliyor musun? Edemiyorsun. E tamam, bitti o zaman.
‘Uçma’ hissi çocukluğunuzdan bir miras olabilir mi? Rüyalarınızda uçtuğunuzu görüp uyandığınızda “Niye uçamıyorum?” diye hayıflanıyormuşsunuz...
Çok üzgün oluyordum hem de... Bizim Ayrancı'da bir ev vardı, habire koridorunda uçardım, “Aslında uçabiliyorum” falan derdim kendime. Rüyalarımda da çok görürdüm.
Bir de yoga yapıyorsunuz. Sanırım o da bütün bu adrenalini ve biriktirdiğiniz heyecanı atıp rahatlama ihtiyacından...
Aynen öyle... Kick-box yapıyorum mesela, onda da oksijenim ve nefesim tükeniyor. Bir torbaya vurmanın, antrenman yapmanın bedelini ödüyorum sonunda. Gücüm kalmıyor. Mutlak tükenmişlik...