
Tatlı Bilim vs. Kapitalizmin Travestisi
7 dk
Boks, büyük yazar Joyce Carol Oates'a göre insanın saldırganlığının bir aynası. Ama aynı zamanda saldırganlık dürtüsünün en üst düzeyde kontrol altına alınmış, 'oyunlaştırılmış' hali. Bu spor, bir yönüyle de insanın kendi vahşiliğiyle yüzleşme deneyimi.
Koca Bourdieu’dan el almış yıldız sosyolog Loïc Wacquant'ın en önemli işlerinden birisi, ABD'de bir boks salonunun yaşantısını anlatan bir etnografik çalışmadır: Ruh ve Beden (2006). Türkçesi 2012’de Nazlı Ökten’in çevirisiyle Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı. Wacquant, mahallenin siyahlarıyla irtibat kurayım diye tesadüfen takıldığı boks salonunda, önce oradakilerin güvenini kazanmak, ahbaplık kurmak için kendi de eldiven kuşanmış, sonra kendini kaptırıp basbayağı boks delisi olmuştur. Kitapta, boksun sınıf atlama ümitlerini nasıl işlediğini, alt sınıflar için nasıl sosyal ağ ördüğünü şahane açıklamaz sadece. Boksun ruh-beden irtibatını tahrik etme kabiliyeti, bireyselliği, insanın kendiyle cebelleşmesi bakımından nasıl emsalsiz bir deneyim olduğunu anlatır. Amerikalı ünlü boks vakanüvisi A. J. Liebling’in kullandığı tabirle anar bu sporu: “Sweet Science”, tatlı bilim!
Tatlı Bilim kitabı, Sports Illustrated tarafından ‘tüm zamanların en iyi spor kitabı’ ilan edilmiş olan Liebling, “En yüksek entelektüel eğlence” demiş boks için. Frankfurt Okulu’nun babalarından Max Horkheimer’in 1952’de bir davete geç kalışını şu özürle izah ettiği bilinir: “Bir boks maçı izliyordum”. Özrünü diledikten sonra, bunu herkese tavsiye ettiğini eklemiş, “Saldırganlık dürtüsüne karşı yapılacak en iyi şey” diyerek!
Boksun cazibesine kapılmış birçok edebiyatçı, yazar var. Bu cezbenin altın çağı, iki dünya savaşı arası dönem. Boks, dünyayı saran muazzam altüst oluşun, meydan okuma duygusunun, ‘ya hep ya hiç’ ruhunun alâmeti olmuş sanki. Fransa’da büyük ressamlar Braque, Matisse, Picasso, heykeltıraş Rodin, meraklı boks izleyicileri. Bilhassa kıyamet atmosferinde yaşayan Weimar Almanya’sında boksun entelektüel muhitlerdeki itibarı muazzam. 1921’de Berlin’de şık bir kültür dergisinin lejantı: ‘Edebiyat, sanat ve boks mecmuası’. Zamanın önemli tiyatrocularından Fritz Kortner, dışavurumcu oyunculuk tekniğini geliştirmek için en uygun yolun, müsabaka sırasında boksörün çehresini incelemek olduğu fikrindeydi. Birçok entelektüel, boksörlerle yakınlık kurmuştu. Meşhur ağır sıklet şampiyonu Max Schmeling, ressam Grosz’la, romancı Heinrich Mann’la ahbaplık ediyordu mesela. Bertolt Brecht’in en yakın arkadaşlarından biri, boksördü. Küçük Burjuva Düğünü ve Mahagonny oyunlarının galasını boks ringinde yaptı, hayatın bir kavga olduğunu vurgulamak üzere... Dadaizm ve sürrealizmin babalarından İsviçreli Arthur Cravan, biyografisinde ‘şair ve boksör’ diye anılır. 1916’da eski ağır sıklet şampiyonu Jack Johnson’la maç bile yaptı (1. Dünya Savaşı’nda askere alınmamak için kaçışını finanse etmek için ayarlanmış bir maç. Şair tabii nakavt olmuş).
Amerikan edebiyatının büyüklerinden Ernest Hemingway ve Norman Mailer bizzat ringe çıkmışlardı. Polisiye edebiyatın marka isimlerinden Georges Simenon da ciddi ciddi boks yapmış. Hemingway, boksu acı ve yaşama becerisiyle beraber ‘zekâ, kurnazlık ve stratejiyi’ birleştirmesiyle över.
Edebiyatta boks kasidelerinin şaheseri olarak, Joyce Carol Oates’un On Boxing (Boks Üzerine) kitabına işaret edilir. İlk basımı 1987’de yapılan kitaba boksun İncil’i diyorlar! (Türkçede on kitabı var Oates’un ama bu yok). Oates bir Muhammed Ali hayranı. Kitap, Ali üzerine yazdığı deneme etrafında örülmüş. Oates, Ali’nin dayanma gücüne hayranlık duyarak, “Bu acılara nasıl katlanabiliyor” sorusunu sorarak ilk adımını atmış boksa. Orada ‘hedefe kitlenmiş çıplak mazoşizm’ görüyor. Peki neden? Boksör, hayatta kalma dürtüsünü aşmayı öğreniyordur. Saf insanî ve saf hayvanî dürtülerini iradesine tabi kılmayı öğreniyordur. Bir nevi, deliliği öğreniyordur. “Normal olmanın daha yüksek ve pragmatik bir biçimi olarak delilik” diyor Oates buna. Boks, Oates’a göre insanın saldırganlığının bir aynası ama aynı zamanda bu saldırganlık dürtüsünün en üst düzeyde kontrol altına alınmış, ‘oyunlaştırılmış’ hali. Bu ikisi arasında, başka hiçbir yerde görülemeyecek bir gerilim kurması, onu büyüleyici kılıyor.
Bir kadın yazar olarak, boksun maçoluk şenliği olduğunu da gözden kaçırmıyor. Maçoluğun ‘soylu’ yüzüne dikkatimizi çekiyor ama: Darbe almak, darbelere dayanmak, acıya katlanmak…
Oates, seyircinin ringde olanları asla anlayamayacağını söylüyor. Ağır çekimde gördüklerini bile değil anlaması, sezinlemesi mümkün değil. En anlatılmaz, en ‘ancak yaşanır’ spor, bokstur Oates’a göre. ‘Hayatın tastamam ve kudretli bir imgesi’ni görüyor boksta: “Hayatın güzelliğinin, yaralanabilirliğinin, hayal kırıklığının, hesaba gelmez ve kendi kendini tahribe yol açabilen cesaretin…” Boksta tesadüfe hiç yer olmaması da Oates’ın gözünde onu hayata üstün kılıyor.
Velhasıl boksun nice edip ve edibeyi etkilemiş bir karizması var! Onun arkaik ve mistik yanı, ruhları kanatlandırıyor. Yine Liebling’e başvuralım: ‘Viktorya çağı öncesiyle aramızda sadece birkaç yumrukluk mesafe olduğunu’ bilmemizi sağladığını söylüyor. İnsanın medenileşmeyle medeniyet öncesi hali arasında bir bağ, bir ‘diyalog’…
Ruh Terbiyesinden Gaddarlığa
Arkaik dedik, boksun tarihine dönelim. Asya, Amerika, Afrika’da da benzerleri var, en az M.Ö. 3 binlerde Mısır’da nizamî yumruk dövüşü yapıldığı biliniyor. Oradan Girit üzerinden Ege’ye yayılmış. M.Ö. 688’de antik olimpiyatların 23’üncüsünde ilk kez resmî programa alınmış. Boksta ilk olimpiyat şampiyonu, İzmirli Onomastus imiş. Antik Yunan’da boks, zihin-beden terbiyesini ve uyumunu gözeten bir idman.
Roma medeniyetinde gladyatör dövüşünde yumruk faslı yer alıyor. Dövüşçülerin eline, ‘vurma’ anlamında cestus denen deri kayış sarılıyormuş, boks eldiveninin atası. Sonradan muştayla takviye etmişler. Zaten bu dövüşler ölümüne, hayatta kalan kazanıyor. Zenginler de aralarında bahis oynuyor. İnsanları dövüştürüp vahşice seyrine bakmak... Roma, yumruk dövüşünü müstehcen bir gaddarlığa dönüştürmüş. Kuzey Amerika’da da kölecilik döneminde, 'sahipleri' siyahları biri yerde kalana dek dövüştürürmüş. Quentin Tarantino’nun Zincirsiz’de takıldığı bir ‘töre’.
Modern-Kapitalist
Modern boks, 17-18’inci yüzyılda İngiltere'de doğuyor. Zaten boks adı da, ‘yumruk dövüşü’ anlamına gelen İngilizce kelimeden geliyor. Pazar yerinde, sokakta başlayan müsabakalar, 1698’de Londra Kraliyet Tiyatro Salonu’na kadar erişiyor. Kara düzen yumruklaşmayla başlıyor, adım adım kurala bağlanıyor. 1743’te yere düşene ilişmeme, belden aşağı vurmama kuralı getirilmiş, 1838’de çıplak el bandajlanmış, ring düzeni kurulmuş. 1915’te, raunt sayısı sınırlanmış. Ondan önce ‘maraton’ usulü geçerli: Biri yıkılana veya pes edene kadar. 1893’te bir maçın yedi saat sürdüğü biliniyor. Bahisçiliğin büyük etkisini vurgulamak gerek bir de. Modern boksun mucitleri, bir bakıma bahisçiler. Roma gladyatör düzenini modernize eden sistemin arkasında onlar var.
Psikoanaliz erbabı, modern toplumda boksun, ölüm ve şiddet güdülerini ikame eden bir tatmin sağladığını söylüyor. Gündelik hayatın rutininde öğütülürken, bir de medeni hayatın getirdiği ‘nezaket’ mecburiyetiyle içinde şiddet biriken insan, boks izlerken boşalıyor. Kimi sosyal bilimci ve edebiyatçı da, “Vur, indir!” diye haykıran seyircinin vahşeti üzerinde duruyorlar. Arkaik’e dönüşün barbar yüzü…
Acıya dayanıklılığı, ‘soylu mazoşizmi’ romantize eden yazarlar da biliyor olmalı; özellikle profesyonel boksörler, daimî beyin sarsıntısıyla yaşıyor, insanı haşat eden bir nörolojik tahribata maruzlar. Ağır sıklet boksör yumruğunun uyguladığı kuvvet, beş tona çıkabiliyor. Amerika’da 50 profesyonel sporcu üzerinde yapılan incelemede, gribeyaz olması gereken beyin renginin, Amerikan futbolu oyuncularının çoğunda açık kahverengiye, boksörlerde koyu kahverengiye döndüğü görülmüş. Kalıcı beyin hasarına uğramayan profesyonel boksör, istisna. Sağlığı bozulmadan 100 yaşını gören Max Schmeling bir istisna mesela çünkü erken bırakmış!
Oates’un da mesela olanca hayranlığıyla, boksun reddedemediği karanlık tarafı, bu. Boksun ebesi olan bahisçiliğin ve envai çeşit ‘pazarlamanın’ aldığı boyutları biliyoruz. Bütün bunları kapitalizmin gitgide hayatın her hücresine nüfuz ettiği bir gidiş içinde konuştuğumuzu unutmamalı. Alman felsefeci ve yazar Herbert Heckmann boks için “Kapitalizmin travestisi” diyor, kapitalist sistemin hiçbir şeyin gözünün yaşına bakmayan halinin sureti olarak görüyor boksu. Boks, yozlaşırken, sportif olarak ‘zevksizleşiyor’, estetiğini, heyecanını yitiriyor. Son şu Mayweather-Pacquiao dağının doğurduğu fare, ortada.
Yırtmak İçin
Wacquant, boks salonuna ilkin siyah alt sınıfların tutunma mücadelesini gözlemek için gitmişti. Boks sayesinde sokaktan kurtuluyor, talihleri yaver giderse de yırtıyorlardı. 20’nci yüzyılda boks, aynı zamanda, belki de öncelikle, bir sınıf atlama hikâyesidir. Onu hem ilgi çekici hem de acıklı kılan bir yanı, bu. ABD’de ilk boks şampiyonları, ‘aç’ İrlandalılardı. Sonra en alttakilere, siyahlara sıra geldi. 1908’de Jack Johnson ilk siyah ağır sıklet şampiyonu. Özgüvenli, iddialı, küstah üslubuyla Muhammed Ali’nin sinyalini verir gibiymiş! Johnson’un beyaz kadınlarla çıkması, ağır tahrik sayılmış. ‘Yamyam’, ‘kara züppe’ vb. lakaplar takmışlar. Yine de bir Ali değil: Beyaz seçkinlerin gönlünü kazanmaya gayret etmiş hep, politik mevzulara girmemiş. Haksızlık etmemeli: Ali’nin arkasında yurttaş hakları hareketi ve ’68 ruhu olacaktı, Johnson tek başına. Sonraki siyah kahraman, 1937’de şampiyon unvanı alan Joe Louis. 1938’de Max Schmeling’i yenince kabul görmüş.
Sonrası malûm: Ali. Boksla sınıf atlayan, sonra o sınıfın müesses düzenini arı gibi sokan kahraman. Sonrası yine malûm: Boks hâlâ, göçmenler, yoksullar, ırken horlananlar için, sınıf atlama ringi. Profesyonel sporların çoğu gibi. Ama boksta, bireysel hikâye çırılçıplak.
Boksta, hayatta kalmak için dövüşmek, darbelere katlanmak, sadece mecaz değil. Nice badireler atlatmış eski ustayla toy kahramanın karşılaşmasından, minesi solmuş eski şampiyonun ölümcül son dövüşüne kadar… Boksun, edebiyat ve sinemanın ağzına layık kahraman arketiplerine elverişliliği, ona gönlünü kaptıran düşünürlere, ediplere hak verdiriyor. Boks, insanın kendi vahşiliğiyle yüzleşme deneyimi. Wacquant, boksun hikmetini anlayabilmek için, Marx’ın insanı ‘acı çeken bir varlık’ olarak tarif etmesi üzerine düşünmeye çağırıyor bizi. Boks, acıyla yüzleşme deneyimi. Asıl vahşi, acı olan: Bunu pazarlayan ve pornolaştıran endüstri.
Naziler ve Çingene Boksör
Sadece karşılaştığı ayrımcılığı değil dansçı stilini de benzeterek, “Alman Ali’si” denen bir boksörün hikâyesini aktarayım size. Nazilerin önce mecazen sonra bedenen yok ettiği bir şampiyonun hikâyesi.
İki dünya savaşı arası, boksun kıta Avrupa’sında saygınlık kazandığı yıllar. Karizmatik boksörler, popüler kültür yıldızlarına dönüşüyorlar. 1930’larda Almanya’nın boks yıldızı, meşhur Max Schmeling’le beraber: Johann Wilhelm ‘Rukelie’ Trollmann. Uzun siyah saçları, hülyalı kahverengi gözleriyle kadınları cezbediyor, boksu yumruklaşma karambolu olmaktan çıkartan zarif, hareketli stiliyle hayranlık uyandırıyor. Ring dışında da flörtçü, şeytan tüylü. “Çingene boksör” diyorlar ona.
Trollmann, bir Çingene. Bu nedenle, büyük popülaritesine rağmen milliyetçi-muhafazâkar spor yöneticilerince hor görülmüş, 1928 Olimpiyat Oyunları’nda milli takıma alınmamış. 1933'te Nazi iktidarından sonra, iyice göze batıyor tabii. Antrenörü de Yahudi adamın!
Üstelik Naziler boksa çok önem veriyor. Erkekçe, sert karakterinden ötürü ‘en millî spor’ gözüyle bakıyorlar. Irkî temizlik, bütün diğer spor dallarından önce boksta başlıyor. Ari-Alman olmayan boks salonları kapatılıyor, ‘saf kan’ olmayan sporcular, antrenörler iltica etmek zorunda kalıyor.
Hava buyken, ‘Çingene boksör’, yarı ağır sıklet Almanya şampiyonluğu unvan maçına çıkıyor. ‘Aryen’ boks stiliyle övülen rakibini, ‘Çingenece’ (yani oyunbaz) bulunan stiliyle mağlup ediyor ve şampiyon oluyor. Federasyon sonucu tescil etmek istemiyor. Nitekim bir hafta sonra, Trollmann’ın ‘sporcuya yakışmayan zavallıca hareketleri’ gerekçesiyle unvanı geri alınıyor. Gerekçenin bahanesi, adamcağızın maçtan sonra sevinçten ağlamış olması!
Bir ay sonra, Federasyon Çingene boksörü tamamen itibarsızlaştırmak için bir gösteri maçı düzenliyor. Amaç Çingene’den rövanşı alarak Arilerin üstünlüğünü kanıtlamak. Trollmann, saçları sarılatılmış, teni un ve pudrayla beyazlatılmış olarak çıkarılıyor ringe. Rakibinin etrafında dans edercesine dönenen ‘Çingenece’ taktiğini uygulaması da yasak. Beş raunt boyunca karşısında korkuluk gibi dikildiği rakibi tarafından nakavt ediliyor. Lisansının iptal edileceği tehdidi altında katlanmak zorunda kalmış bu rezilliğe.
Lisansı iptal edilmese ne olacaktı ki… Birkaç yıl, panayırlarda gösteri boksu yaparak, garsonluk yaparak idare etti. Nazi iktidarının bütün Çingene erkeklere yaptığı gibi kısırlaştırıldı bu arada. İkinci Dünya Savaşı’nda askere alınıp Doğu cephesine gönderildi, orada yaralandı. 1942’de bütün Çingeneler gibi tutuklanıp toplama kampına kapatıldı. Boksörlüğünü alaya alarak, sürekli dayak atmışlar orada ona. 1944’te Çingene’yi dövsün diye karşısına çıkarılan bir Yahudi gardiyanı pataklayınca, feci bir dayakla öldürülmüş.
Alman Boks Federasyonu, 1993 yılında, Trollmann’ın ‘1933 yarı ağır sıklet Alman boks şampiyonu’ unvanını resmen iade etti. 2003’te, Alman Profesyonel Boksörler Birliği, Trollmann’ın hayatta kalmış akrabalarına sembolik bir altın kemer sundu.