Taze Ruh
12 dk
Olimpiyattan rekor kitaplarına uzanan, ilklerle dolu bir kariyer Gizem Güreşen Karadayı’nınki... Tecrübeli liberoyla zaferleri, ayrılıkları ve daha fazlasını konuştuk.
Gizem Güreşen Karadayı, tekvando dahil bolca spor denedikten sonra adım attığı voleybolda hem kulüp hem de milli takımda zirveyi gördü. Bir yıllık Zürih inzivasının ardından Türkiye'ye dönen tecrübeli libero, artık çok daha dingin biri.
Genç yaşta smaçörlükten liberoya geçiş süreci sancılı olmadı mı?
Hiç sorma... Ben pasör olarak başlamıştım voleybola. Küçük takımda iki pasörle oynadığımız 4-2 sistemimiz vardı; arkaya gelen pas atıyordu, öndeki de smaç vuruyordu. Altyapılarda orta oyuncu, 1. Lig’e ilk çıktığımda ise dört numara ve pasör çaprazı oynadım. 18 yaşımda Marmaris’e transfer olduğumda, libero oynayan arkadaş biraz aksamaya başlamıştı. Antrenörümüz Muhammet Görkem “Seni liberoya çekeceğiz” dedi. Sonraki bir ay antrenörümle konuşmadım. Sürekli bunalımdaydım. Uzun süre sonra oturup karşılıklı konuşabildiğimizde bana “Gizem, ileride ilk dört seviyesinde bir takımda yer almak istiyorsan smaçör oynayamazsın. Bir kere boyun kısa ve yeni nesil çok uzun geliyor; bir noktada yetmemeye başlayacaksın. İleride bana teşekkür edebilirsin” dedi.
Küçükken Ankara’da tohumları atılan VakıfBank birlikteliğiniz 2009’dan itibaren İstanbul’da uzun soluklu bir maceraya dönüştü. O yolculuğun en unutulmaz anıları da ülkenin ilk Şampiyonlar Ligi kupasıyla taçlanan 2011’e ait olsa gerek...
Kesinlikle... 2009’da imza attığım VakıfBank’taki ilk sezonumda istediğimiz hedeflere ulaşamamıştık. Şampiyonlar Ligi’nde son dörde kalamadan elenmiştik. Takip eden sezon başladığında ise daha ilk günden antrenörümüz Giovanni Guidetti “Bu sezon farklı olacak, her maç tek top için dahi savaşan bir takım görmek istiyorum” demişti. VakıfBank’ın eski salonunda duvarlara “Bir top deyip geçmeyin; o bir top her şeyi değiştirecek” şeklinde İngilizce mesajlar asmıştı. O sene grubun içindeki arkadaşlık ve enerji çok iyiydi. Saha dışında sürekli birlikteydik ve o kimya, salona da çok iyi yansıdı. Aile ortamı, o seneden sonra başladı. Oyuncusundan salondaki görevliye, yöneticisinden başkanına tamamen aile gibiydik. Hem Türkiye voleybol camiası adına hem de tüm oyuncular adına mükemmel bir sezon geride kaldı.
Türkiye’nin kadınlarda ilk kez bir takım sporunda temsil edildiği 2012 Londra Olimpiyat Oyunları öncesindeki eleme turnuvası takım için nasıl bir havada geçmişti?
Eleme turnuvası Ankara’daydı ve orada beş maçın hepsini kazanmamız gerekiyordu. Polonya, Almanya, Sırbistan gibi en büyük olimpiyat favorileri bizim grubumuzda toplanmıştı. İlk maçı kazandıktan sonra öyle kaptırdık ki kendimizi, koca şehirle bir bütün olduk. Salonda oturacak koltuk dahi yoktu, öyle ki maçlardan önce milli marşımız okunurken gözlerimizden gurur gözyaşları akıyordu. Karşılaşmaya o şekilde çıkıyorsanız bitmiştir zaten, o maç sizindir.
Olimpiyat vizesi aldıktan sonra kutlamalar üzerine kutlamalar, muhteşem hisler içindeydik. İlk kez bir takım sporunda olimpiyata katılan kadronun içinde adınızın yazıyor oluşu, inanılmaz gurur verici. Birçok sporda olduğu gibi voleybolda da olimpiyat en üst seviye, daha yukarısı yok yani. Hâlâ unutamam, tüm takımlar o arenaya çıktığı an hepimiz ağlıyorduk. Öyle bir duygu seli yaşıyorsunuz ki; ilk kez olimpiyattasınız, bir daha belki elinize böyle bir şans geçmeyecek... Tarifsiz günlerdi.
Peki bugün geriye dönüp baktığınızda, takımın performansını o heyecanın olumsuz etkilediğini düşünüyor musunuz? Aranızda konuştuğunuzda, “Daha iyisi olabilirdi” gibi sohbetler yaşandı mı?
Ufak farklarla kaçırmıştık ileriki turları. Diğer takımların çoğu, o deneyimi yaşamış isimlerden oluşuyordu. Ben inanıyorum ki o kadro bir olimpiyat daha görse ilk dörtte olurdu. Hem tecrübesizlik hem o atmosferi yeni tanıma -belki o atmosferin güzelliğine kapılma- derken gruptan çıkamadık.

VakıfBank defterinin tarihe geçen bir diğer sayfası da rekor kitaplarına giren 73 maçlık galibiyet serisiydi. Oradaki mental baskıyı nasıl açıklarsınız?
Başlarda bunu hiç düşünmemiştik. Ne kadar geriye düşersek düşelim biliyorduk ki biz o maçı kazanacağız. O düşünceyle sahaya çıkmak çok farklı. Sporcu psikolojisi; en ufak bir kuşku içinize düştüğü anda performansınız olumsuz etkileniyor. O sezon biz bunu hiç düşünmedik. Bir yandan da çok eğleniyorduk. Maçı kazanıyoruz, hop takımca bir yere gidiyoruz. Kafamızı dağıtacak şeyler bulabiliyorduk bu sayede.
Yetmişli maçlara doğru yaklaşınca artık “Yahu ne zaman yenileceğiz? Bir yenilsek de bitse...” demeye başladık. Hiç unutmuyorum, Bursa BB ile bir maç oynadık 3-1 biten. Orada “Bari şu maçta olan olsun, seri bitsin ki üzerimizdeki yük kalksın artık” diye düşünüyorduk. O maçı da kazanıp soyunma odasına gidince “Ya bu da olmadı artık ne zaman kaybedeceğiz, dayanamıyoruz!” demeye başladık. Fenerbahçe maçına gelince stres artık had safhadaydı. Herkes bizi konuşuyor; 73 maç etmiş, millet bize uyuz oluyor. Sonunda Fenerbahçe maçına çıktık ve herhâlde duş dâhil 45 dakikada maçı kazandılar. Soyunma odasında “Oh, bitti! Artık önümüze bakabiliriz” dedik.
VakıfBank’ta geçen altı sezonun ardından 2015’te yol ayrımına geldiniz. Her şeyi bırakıp gitmek cesur bir karar mıydı sizin için?
Bu çok hassas bir konu. Şöyle açıklayabilirim; bir oyuncu uzun süre aynı antrenörle çalıştığı zaman her şey ilk günlerdeki gibi olmuyor. Bir süre sonra fikir ayrılıklarına yol açabiliyor o birikmişlik. Yıllarca tanıdığınız insana karşı biraz daha afra tafra yapabilmekten dolayıdır belki. O anda bunu bilmiyordum elbette, Vakıf’tan sonra bunu kavramaya başladım. Bu tür bir durum yaşadık antrenörümüz Giovanni’yle ve fikir ayrılıkları bir süre sonra bizi anlaşmazlığa itti. Ama kişisel bir kırgınlığımız olmadı, profesyonel hayatta bu tür ayrılıklar yaşanabiliyor. Bizim için de altı yıl sonra yolları ayırma vakti gelmişti.
Tabii çok zorlandım. Altı yıl aynı oyuncularla, aynı sistemle oynadıktan sonra o çevrenin dışına çıkmaya alışamadım ilk zamanlar. İyi-kötü her şeyi tek takımla yaşamışsınız, bir aile gibi olmuşsunuz... O ailenin dağılması psikolojik olarak beni çok yıprattı. Artık Vakıf’ta olmamak beni zorlamıştı. Fenerbahçe hem o dönemi atlatmak hem de yeni bir hayata başlamak için çok iyi oldu.
Gülden & Gizem
Libero pozisyonunda ülke voleybolunun yakın dönemine damga vuran ikili, siz ve Gülden Kayalar Kuzubaşıoğlu’ydu. Onunla ilişkiniz hakkında neler söylersiniz? Sizden sonra bu bayrak değişimini sırtlamasını beklediğiniz bir isim var mı?
Gülden bence gelmiş geçmiş en iyi liberolardan. Ona çok saygı duyuyorum. Şimdi bebeği de oldu, sağlık ve mutluluk dilemiş olayım buradan. Umarım çocuğu da onun gibi bir libero olur. Milli takımda uzun süre onun arkasında ikinci liberoydum. Massimo’yla (Barbolini) birlikte gençleştirme hareketi başlayınca ondan bayrağı devralmış oldum. Hem Gülden’den görüp öğrendiğim şeyler hem de kendimde olanlarla yola devam ettim.
Genç jenerasyondan gelen üçdört önemli isim var. Tek birinin adını vermem doğru olmaz. Bence, şimdiki gençler bazı şeylerin farkında olmalılar. Voleybolda hiçbir şey kolay olmuyor, zorluklara göğüs germeden başarı kazanmak hiç kolay değil. Yeni jenerasyonun en ufak bir zorlukta pes ettiğini gördüğüm için çok üzülüyorum. Bazı şeyleri çok kolay elde ediyorlar. Ellerine geçen fırsatın kıymetini bilip daha özverili olurlarsa birçok başarılı ismin çıkacağını düşünüyorum.
Yurt dışına çıkmak, gençken çok daha rahat verilebilecek bir karar ama siz kariyerinizin olgunluk döneminde, burada bir aile de kurmuşken Zürih’in yolunu tuttunuz. Sizi bu tercihe iten şey neydi?
Bahsettiğim gibi, psikolojik açıdan biraz yıpranmıştım VakıfBank sonrası. Fenerbahçe’den sonra burada birçok takım istedi ama içimde bazı şeylerden uzaklaşmam gerektiğini hissediyordum. Ben voleybola âşık bir sporcuyum. Voleybol benim için her şeyden önce geliyor. Bir süre sonra voleybol bana keyif vermemeye başladı; belki her şeyi kazanmış olmanın verdiği bir hissiyat da olabilir bu, bilemiyorum. Menajerime Türkiye’de olmak istemediğimi söyledim. Bir hafta sonra Zürih’in teklifini getirdi. “Para pul hiçbir şey önemli değil, ben gidiyorum” dedim.
Tüm düzeni bozmak, eşimden, ülke voleybolundan uzak kalmak zor bir karardı ama hem mental olarak hem de kariyerim açısından en doğru karardı diyebilirim. İsviçre’de daha zayıf bir lig olduğu için, kendimi dinleyebileceğim, yaşadığım şeyleri daha objektif değerlendirebileceğim bolca vakit buldum. Ruhumu yeniledim, dinginleştim. Yeniden bazı şeylere hazır olduğumu hissederek bu sezon geri gelmeye karar verdim.
Zürih dönüşünde sezona Bursa’da başladınız ve devre arasında Galatasaray’la Şampiyonlar Ligi’ne döndünüz. Sezonun geri kalanı için hedefler neler?
İsviçre’den dönüşte tek aradığım, huzurlu bir ortamdı. Bursa’yla anlaşmamın sebebi de buydu. Hedefleri büyütmek isteyen, çok güzel bir takım kuruyorlardı. Ben de büyük takımlarda her şeyi deneyimlemiş biri olarak yeni bir macera istedim. Devre arasında Galatasaray’dan teklif gelince, yeniden Şampiyonlar Ligi’ne dönme fırsatı beni çok mutlu etti. Yarı sezonda soyunma odası değiştirmek kolay değil ama antrenörümüz, arkadaşlarım, yöneticilerimiz ve menajerimiz bana çok yardımcı oldu. Bir anda kendimi burada bulmak garipti ama her şey güzel gidiyor. Artık telafisi olmayan maçlar oynayacağımız döneme doğru geliyoruz. İyi çalışıyoruz, umarım bu sezonu her kulvarda en iyi yerde kapatırız.
DJ: İkinci Meslek
Bateri çaldığınız bir videoya rastladım. Evde müzikle haşır neşir bir eşin varlığından mı, yoksa müzik tutkunuz daha mı eski?
Çok küçük yaşlarımdan kalma aslında. Ben hep DJ olmak istemiştim. Hatta eşimle evlendiğimizde annem, Hüseyin’e (Karadayı) “Biliyor musun, bu zaten hep DJ olmak istiyordu, karşısına sen çıktın” dedi! Müziği çok seviyorum, bana iyi geldiğini de düşünüyorum. Bir dönem eşimden dersler de aldım hatta. Ben tek bir şeye odaklandığımda enerjim çekiliyor, hayat monotonluğa dönebiliyor. Bu yüzden odağımın bir kısmını müziğe ayırarak sakinleşiyorum. Evde mini konserler veriyoruz kendimize. Tamamen amatörce yani...
İleride antrenörlük mü müzik kariyeri mi peki?
Müzik kariyeri! Neden olmasın, belli olmaz