Tekinsiz Bir Çağrı

16 dk

30 yıl önce gösterime giren Derinlik Sarhoşluğu hem Luc Besson sinemasının parlak örneklerinden biri hem de özel bir spor hikâyesi. Mayol ve Molinari'nin izinde yeniden bir dalış yapma vakti.

Seksenlerin ikinci, doksanların ilk yarısını kapsayan aşağı yukarı on yıllık dönemde Luc Besson sineması, eleştirmenlerde değilse de yeni bir Fransız sineması beklentisi içinde olan kitlelerde büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Besson’un ve ilk döneminde dâhil edildiği Cinéma du Look akımının en önemli kaynağı olarak Yeni Hollywood gösterilebilir; bir açıdan bu yönetmenler bir önceki yeni Fransız sineması Yeni Dalga’nın yönetmenlerine benziyordu. Kendileriyse -belki haklı olarak- bu sınıflandırmadan ve rastlantısal olmayan şekilde yarı İngilizce ifade edilen tabirden hoşlanmadılar.

Derinlik Sarhoşluğu’nu 1988’deki Cannes prömiyerinden sonra pek dostane karşılamayan eleştirmenlerin derdi, son dönem Fransız filmlerindeki ‘derinlik yokluğu’ydu. Stil içeriğin önüne geçiyor, karakterler yüzeyde kalırken gösterişli sahne tasarımlarına gereğinden fazla önem veriliyor gibiydi. Besson bu cephede Fransızlar için fazla Amerikalı, Amerikalılar için fazla Fransız olarak kaldı ama Derinlik Sarhoşluğu’nu en çok izlenen Fransız filmlerinden biri payesine taşıyan bir kuşak seyirci üzerindeki etkisi yabana atılacak gibi değildi. Öyle ki filmin başkarakterine ilham veren Jacques Mayol 2001 yılında geçirdiği bunalımın sonucunda hayatına son verdiğinde dönemin cumhurbaşkanı Chirac, onu 'Derinlik Sarhoşluğu jenerasyonunun sembolü' diye uğurlayacaktı.

Adına ne dersek diyelim, sinemaya bu dönemde hızlı bir giriş yapan bu yönetmen kuşağının filmlerini bir araya getiren birtakım öğeler vardı ve Derinlik Sarhoşluğu bu öğeleri cömertçe kullanan; yeni bir tarzı, belli bir ruh hâlini tam olarak ortaya koyan filmdi. Alabildiğine estetize edilmiş bir alanda devinen genç, güzel, kırılgan ve yalnız bedenler Besson’un erken dönem sinemasının alametifarikasıydı. Yeraltı (Subway, 1985) Paris sokaklarında deli dolu bir kovalamacayla açılıyor, Sevginin Gücü (Léon, 1994) tatlı bir yaz güneşinde

New York caddelerinden geçerek kırık dökük romantikliğiyle İtalyan Mahallesi’ne ulaşıyor, ister tren raylarında ister yerin altındaki tünellerde, isterse suyun altında olsun, seyirciyi hikâyenin kendisinden önce egzotik hayvanlar gibi dolanan karakterlerin hareketleri cezbediyordu. Memeliler? Kuşlar? Balıklar? Elbette yunuslar.

"Otobiyografik Bir Film”

Bugünden bakınca, gerçek karakterlere, hem de dünya çapında ün yapmış iki dalgıca dayanan Derinlik Sarhoşluğu'nun hikâyesine böyle başıboş bir gerçeklik algısıyla yaklaşmasını anlamak zor: İki başkarakterden birinin adına dokunmazken diğerinin yalnızca soyadını değiştiren senaryo, gerçekte ne yaşandığını pek az dikkate alır. Zaman çizelgesini otuz yıl kadar ileri atar, kırılmamış rekorlar, yapılmamış müsabakaları resmeder; gerçekte sağlıklı, uzun bir ömür süren iki sporcuyu da (ABD vizyonu için ticari kaygılarla değiştirilen finali saymazsak) henüz genç yaşlarda dalış sırasında ölmüş gibi gösterir. Besson bir hikâyenin, hele ki Jacques Mayol ve Enzo Maiorca’nın hikâyesinin değil, bir ruh hâlinin, insanı harekete geçiren ilkel bir dürtünün, bir tutkunun ya da filmin Türkçe adının yeterince iyi tarif ettiği şeyin peşindedir. Bu hâliyle de senaryosu değilse de motivasyonu itibariyle otobiyografik bir filmdir. Zaten, anne babası dalış eğitmeni olan ve çocukluğu tatil yörelerinde yunusların peşinde geçen yönetmenin çocuk yaşlarda kaleme aldığı bir taslağa dayanır. Karakterleriyle ilişkisi karmaşıktır. Filme ilham vermekle kalmayıp senaryoya da katkıda bulunan, serbest dalış efsanesi Jacques Mayol, Besson’un niyetini anlamış, seyircilerin filmdeki Jacques ile kendisi arasındaki farkı anlayamadıklarına hep şaşırmışken, eski dostu Enzo Maiorca da bu kurmaca biyografi denemesinden hiç hazzetmemiştir. Filmle bir sorunu olmadığını ancak karakterin kendisini yansıtmadığını söyleyen Maiorca, Mayol’un 2001’deki ölümüne dek filmin İtalya’da gösterilmesini engellemişti. Şaşılacak bir şey yok, zira Derinlik Sarhoşluğu Jean-Marc Barr’ın canlandırdığı Mayol’u romantik bir balık adam olarak resmederken, Maiorca’dan ilham alan ve Jean Reno’nun en ünlü rollerinden biri olan Enzo Molinari; hırslı, sinirli, sempatik ama cahil ve kabadır. Bildik bir İtalyan serserisi...

Çağıran Bir Şeyler

1976'da serbest dalışla ilk kez yüz metrenin altına inen ve ‘Yunus Adam’ diye tanınan Jacques Mayol’ün gerçekten de romantik bir imajı vardı. O zamana dek küçük bir çevrenin ilgisini çeken serbest dalışın kitlelere açılmasında büyük rol oynamıştı. 1927 yılında Şangay’da doğan Mayol’ün babası, filmdeki gibi genç yaşta bir dalış kazasında ölmüş ancak bu trajedi, sporcunun su altına tutkuyla bağlanmasına engel olmamıştı. Miami’de bir akvaryumda çalıştığı dönemde hayatına giren yunuslar (en iyi dostu, filmde de adını duyduğumuz dişi yunus Clown’du) suyla olan ilişkisini başka bir boyuta taşıyacaktı. Mayol’ün ‘yunus adam’ diye anılmasının esas nedeni ise o zamana dek deniz memelilerine has bir refleks olduğu düşünülen kalp atışını yavaşlatma becerisiydi. Mayol’ün kalbi su altında dakikada 27 atışa kadar düşüyor, bu şekilde nasıl hayatta kaldığı bilimi şaşırtıyordu. Ayrıca atletik denince hemen akla gelecek gösterişli bir fiziğe sahip değildi. Ufak tefek sporcu o zamana dek ulaşılmamış sınırlara ulaşmasını ve Maiorca’nın rekorlarını kolayca kırmasını biraz spiritüel tekniğe ve küçük yaşta Çin’de öğrendiği yogaya borçluydu. 1983'te Homo Delphinus-İçimizdeki Yunus adıyla yayımladığı biyografisinde insanın suyla ilişkisi üzerine kafa yoracak ve rekorların 200 metrenin de altına ulaşacağını öngörecekti. (Not: Bugünkü rekor 253.2 metre ile Avusturyalı sporcu Herbert Nitsch’de bulunuyor.) Jean Reno’nun Enzo’sunun aksine uzun bir yaşam süren, doksanlı yıllarda muhafazakar partiden aday olup İtalya senatosunda görev yapan bir politikacı olan Enzo Maiorca ise geçen yılın Kasım ayında 85 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Filmin senaryosuna aktif destek veren dostunun aksine, dalışın romantik ve saplantılı doğasını merkeze alan hikâyeye mesafesini koruyacaktı.

Filmde Yunanistan’da geçen çocukluklarından beri tatlı-sert bir rekabet içinde resmedilen ikilinin mücadelesi gerçekte o kadar eskiye dayanmıyordu ve filmde olduğu gibi hiç aynı gün- aynı yerde denemelerde bulunmamışlardı. Derinlik Sarhoşluğu’nun yaptığı müdahaleler ortaya katıksız bir romantik yolculuk hikâyesi çıkarmıştı. Spor, insanın kendi sınırlarıyla ve başkalarıyla mücadelesinin bir aracıydı. Mayol ve Molinari kabaca bu mücadelenin iki yüzünü temsil ediyordu. Jacques derinlerde kendisini çağıran büyülü bir sesin, deniz kızlarının ve masalsı bir gerçekliğin peşindeyken, Enzo ise en ilkel hâliyle iki erkek arasındaki rekabetin, en iyi olmanın peşindeydi. Ancak ikisi için de geçerli olan şey suyun altındaki dünyaya bağladıkları kaçış umuduydu. Kurmaca Enzo, kurmaca Mayol’ün kucağında hayata gözlerini yummadan önce “Haklısın, aşağısı buradan çok daha iyi” diyordu. Derinlik Sarhoşluğu’nun bir kuşakta bu kadar iyi karşılık bulmasının temel nedeni kusursuz bir kaçış sineması örneği olmasıydı. Fransa’da Mitterrand kuşağının hayal kırıklıkları ve özlemlerine denk düşmüştü. Dünyanın başka yerlerinde ise başka dertlere...

Çocuk Adamlar

İki gerçek karakterden canı nasıl istiyorsa öyle bir kurmaca çıkaran Besson’un seksenlere özgü rahatlığı, dalış dünyasını tasvirine de yansır. Enzo kapanmamış bir çocukluk hesabını görmek için Jacques’ı bir şampiyonaya dâhil ediverir. Aralarına Jacques’a âşık ABD’li sigortacı Johana rolünde hikâyenin elverdiğinden fazlasını yapmaya gayret eden Rosanna Arquette’in katılmasıyla sinema tarihinin ikonik üçlülerinden birine dönüşürler. Bazen sakar ve laubali bir mizah, bazen aşırı ciddi bir romantiklikle... Filme göre dalış dünyası da böyledir. Örneğin akşamdan kalma Enzo’yu kontrolden geçiren doktorun, korkulu gözlerle “Sorumluluk size ait” demekten öte bir yaptırımı yoktur. Enzo ona değil, dalmadan önce çıkardığı istavrozlara güvenir.

Derinlik Sarhoşluğu’nda dalış bilimsel bir ciddiyetle yaklaşılacak profesyonel bir alandan çok, her şeyin tutkular ve öznel çabalar etrafında döndüğü taze bir cephedir. Her şeyin el yordamıyla arandığı yeni bir hudut. Bu cepheye atılmış ya da atlamış bu üç karakterin her biri Besson’un filmografisinde tekrar tekrar karşımıza çıkan hususiyetlerle resmedilir. Peru’dan Sicilya’ya Jacques’ın peşine düşen ufak tefek sarışın Johana zaman zaman bir oğlan çocuğuna benzeyen tatlı bir oyun arkadaşı olsa da (hele ki sarhoş olduğu sahnede ne güzeldir) üçünün arasındaki en aklı başında karakter olarak öne çıkar. Maço İtalyanlara dair bütün klişeleri bünyesinde taşıyan; annesinden korkan, kadınlara asılan, durmadan makarna yiyen, güzel ama aptal bir oyuncuyla dolaşan (kadının kulağında parlak pembe plastikten kocaman bir balık küpesi vardır) ve nihayetinde çocukça hırsından ölüme giden Enzo ise gerçek Enzo’yu kızdırdığı kadar vardır.

Filmin ruhu, kırık ve tatlı gülüşüyle yunuslarla yüzen Jacques’tır. Bir yandan cüzdanında taşıdığı aile fotoğrafında yunusların olmasından, yani yalnızlıktan ve ipsiz sapsızlıktan kendisi de rahatsız gibidir, öte yandan olduğu romantik karakterden memnuniyet duyduğunu gizlemez. Senaryonun temel çatışmalarından ve filmi vasata doğru çeken taraflardan biri olan Johana ile ilişkisi de burada düğümlenir ve Besson bu düğüme gereğinden fazla ilgi göstererek seyirciyi bildik bir ‘hayallerinin peşinden giden adam ve ona aşık kadın’ ikileminde sıkıştırır. İkilinin hikâyesi başta, peşine düşülen, güzel ve kırılgan tarafın kadın değil erkek olmasıyla aykırı bir yerde durur gibidir. (Besson bir röportajında erkeklerin kadınsı, kadınların erkeksi taraflarıyla ilgilenmeyi sevdiğini söylüyordu.)

Filmin sonlarına doğruysa bu gerilimi ‘arkadaşlarıyla vakit geçiren adamın başının etini yiyen kadın’ noktasına taşınır. Jacques’ın kendineözgü bir deli adam olarak hatları keskinleşirken, Johana basit şeyler isteyen herhangi bir kadın olarak silinmeye başlar. Doksanların ruhunu çok iyi yansıtan video klip estetiğinde bir sevişme sahnesinde bu uçlar açıkça görülürken, sahnenin sonrası ilginçtir. Jacques beyaz çarşaflar içinde uyuyakalmış Johana’yı bırakıp ay ışığında yüzen arkadaşlarının peşinden suya atlar. Uyandığında onu yatağında bulamayan ve sabaha kadar kıyıda dönmesini bekleyen Johana, geceyi arkadaşlarıyla geçirmesinin neden garip olduğunu anlayamayan Jacques’ın bir adam değil bir su memelisi olduğunu çaresizlik içinde nihayet anlamış gibidir. Besson sıradan bir kadın erkek kavgası gibi başlayan bu sahneyi filmin kendine has mizahıyla başka bir yere taşır. Johana, hâlâ suyun içindeki Jacques’a bir hayatı olduğunu, New York’a dönmesi gerektiğini söyler. Besson bir sonraki planda Jacques’ı değil, yanıt verir gibi ses çıkaran bir yunusu gösterecektir.

Filmin açıkça bir sarhoşluk hâlini tarif ettiği sahneler; yakın planlar, yavaş çekimler, balık gözü lensler ve gerçeküstü bir ses tasarımından Işık, ruh, oyun, zarafet, gece, şefkat... Bu başlıklar Besson sinemasını ortaya koyar. faydalanır. Yavaşlatılmış ortam sesleriyle birlikte en baskın motifse yunusların bağırışlarıdır. Besson derinliğin verdiği tekinsiz sarhoşluk hissinin gerçek dünyayla ipleri kopartacak ve bağımlılık yapacak kudretini yunusların çağrısıyla sembolize eder. Suda yaşayan akrabalarımız olarak yunuslar insanlığın merakını uzun zamandır cezbediyor, hikâyelere olduğu gibi mitlere ilham veriyor. Örneğin Amazon yerlisi şamanlar, Amazon ırmağında yaşayan ve pembe renkleriyle bilinen yunuslar olan botoları inançlarının merkezine koyar. Yerlilerin anlattığı sayısız hikâyeye göre, genç kızları ayartan, insanları fazla avlanmak konusunda uyaran bu hayvanlar aslında başka bir biçime sahip kişilerdir. İnsanlar kadar zeki ancak daha bilge oldukları düşünülür.

Jeanne d’Arc’tan (1999) Leon’a, Beşinci Güç’ün (The Fifth Element, 1997) Leeloo’sundan Nikita’ya belli başlı bütün Luc Besson karakterleri, Jacques gibi romantik ve çocuksudur. Hepsi biraz yunusa benzer; hepsi Leeloo gibi, az önce yoktan var olmuş ya da dünyaya yabancı bir gezegenden fırlatılmış gibi kırılgan, aynı zamanda bir şekilde tutkulu ve olağanüstüdür. Göğsüne saplanan oku kendi elleriyle çekip çıkaran Jeanne d’Arc’ın idealizmi/deliliği, süt içen kiralık katil Leon’un masumiyeti... (Bu çocuksuluk motifini sınırlarına taşıyan Sevginin Gücü’nün pedofiliye değen altmetni ise başlı başına bir tartışma konusu. Özellikle Besson’un ikinci eşiyle 15 yaşındayken tanışıp 16 yaşındayken çocuk sahibi olduğu düşünüldüğünde Besson’un çocuk karakterleri bu yazının sınırlarını aşacak tedirgin edici bir boyut kazanır.) Derinlik Sarhoşluğu’nda resmedilen Jacques Mayol, bu anlamda kusursuz bir Besson karakteri, serbest dalış ise bu karakterleri kendine çeken olağanüstü tutkuların kusursuz bir örneğidir.

Yönetmen olmadan önce dalgıç, geçirdiği kazadan sonra da bir deniz biyoloğu olmayı hayal eden ve film şirketinin adını da yunuslara olan sevgisiyle seçen Besson’un 1991 tarihli belgeseli Atlantis iki senelik bir çalışmanın ürünüydü ve su altındaki yaşamı, çarpıcı bir soundtrack’le ve farklı sembolleri içeren başlıklar altında perdeye taşıyordu: Işık, ruh, hareket, oyun, zarafet, gece, inanç, şefkat, aşk, nefret ve doğum. Bu başlıklar hem Besson’un sinemasını hem de Derinlik Sarhoşluğu’nu peşinden sürükleyen motifleri neredeyse eksiksiz olarak ortaya koyar. Maddi gerçeklere sadık kalsın kalmasın, bunlar tutkuyla mücadele eden bir sporcunun biyografisi için de olmazsa olmaz motiflerin bir listesidir...

Socrates Dergi