
Tersine Dünya
12 dk
Dünya futbolu geri kalan on yılda gelişirken İtalya önce yerinde saydı sonra da geriledi. Seneler sonra 2010'ları 'Juventus Hanedanlığı' şeklinde mi yoksa 'İtalyan Bataklığı' olarak mı anacağız?
Ligin ilk yarısı bile tamamlanmamıştı ama filmin sonu belli gibiydi. Yedi yıldır olduğu gibi Juventus zirvedeydi ve arayı açıyordu. Hafta -her ne olursa olsun- Derby d'Italia olarak adlandırılan Juventus-Inter maçıyla, 7 Aralık 2018'de başlayacaktı. Maçtan birkaç gün önce her iki takımda da futbol oynamış 'taze' tekaüt Andrea Pirlo'ya mikrofonlar uzatıldı. Eski maestro, zor maç olacağını ama Juventus'un kazanacağını belirtti. Sonra konu, Juventus antrenörü Allegri'ye geldi. "Kendini geliştirdi ve şu an dünyanın en iyilerinden biri" diyordu Pirlo; gülerek de ekliyordu: "Milan'dayken gençti ve bazı hatalar yaptı, özellikle de benimle alakalı." Hâlâ 2011 yazını unutmamıştı…
Türkçeye, Düşünüyorum Öyleyse Oynarım adıyla çevrilen Pirlo'nun otobiyografisi 2013 yılında yayımlandığında oyun kurucu henüz futbolu bırakmamıştı ve İtalyan futbolunun belki de en büyük yıldızıydı. Acısı ise daha tazeydi. Kitap, Milan'dan ayrılış süreciyle başlıyordu: "Andrea, antrenörümüz Massimiliano Allegri, eğer kalırsan defansın önünde oynayamayacağın kanısında. Kafasında senin için farklı bir rol var. Yine orta alanda ama sol içte." Duyduklarını bu cümlelerle aktarıyor ve şu notu düşüyordu: "Ufak bir detay: Hâlâ defansın önünde oynayarak en iyi performansımı vereceğimi düşünüyordum. Eğer deniz derinse balık nefes alabilir. Onu yüzeyin hemen altına koyarsan idare eder ama bu aynı şey değildir." Sonra işittiklerini anlatmaya devam ediyordu: "Kenarda da otursan, tribünde de olsan biz bu ligi kazandık. Ve biliyorsun Andrea, bu yıl strateji değişti. Eğer 30'unu aşmışsan sana sadece bir yıllık kontrat önerebiliriz."
Üç yıllık kontrat isteyen Pirlo, ayrılık vaktinin geldiğini anlamıştı. Önce menajeriyle görüştü, sonra da en yakın arkadaşı Alessandro Nesta'ya veda etti. "Şaşırmış gibi görünmüyordu" diyordu Andrea. Nesta, üzgün olduğunu ama doğru bir karar verdiğini söylemişti ona. Kitap, dönemin Inter menajeri Leonardo ile yaptığı görüşmenin detaylarıyla devam ediyordu. Senaryoyu bilmeyen biri için Pirlo, Inter'e imza atmış hissi uyandıran bir üslupla yazmıştı. Ama bölümün sonu yeni maceranın yönünü açıklıyordu: "Teşekkür ederim Leo ama dün gece Juventus'a imza attım."
Sahanın Dışındaki Fırtına
Normal bir ligde 2000'lere damga vurmuş bir takımın oyun kurucusu, beyni ya da ne derseniz deyin, takım değiştirdiği anda konuşulan ilk şeyin bu olması gerekir. Ama 2000'lerin ortasından itibaren İtalya gündeminde futbol, yavaş yavaş çimlerin dışında oynanan bir oyuna dönmeye başlamıştı. 2011-2012 sezonu da bundan nasibini aldı. Önce 1 Haziran 2011'de Calcioscommesse Skandalı patladı. Aralarında ligin dünya futbolunun tepesinde oturduğu 1990'lardaki büyük yıldızlarından Beppe Signori ve son dönemin kalburüstü oyuncularından Cristiano Doni'nin de olduğu isimler, İtalyanların artık alışık olduğu bir bahis zincirine dâhil olmuştu. Calciopoli ile sarsılan ülke futbolu için belki de bu sadece bir artçıydı ama ortada yine bir çürümüşlük vardı.
Sezonun başlamasına yakın ise bir başka saha dışı huzursuzluk belirdi: Grev. Profesyonel Futbolcular Birliği Başkanı Damiano Tommasi ve temsilci kaptanlar, futbolcuların federasyon tarafından verilen 'dayanışma vergisi' ve kulüpleriyle anlaşamayan oyuncuların idmanlara çıkma zorunluluğu kararlarına karşı isyan bayrağını çekmişti. Grev kararı alındı ve ligin ilk haftasında oynanacak olan maçlar ertelendi. Bir süre sonra oyuncuların fedakârlık gösterdiğini ve vergiyi ödemeyi kabul ettiğini açıklayan Tommasi, grevin sonlandığını duyurdu. İtalya 'gerçek' futbola 9 Eylül'de kavuşacaktı.

Son şampiyon Milan, sezona Lazio beraberliği ile başlamıştı. 2010-2011'de ligi yedinci bitiren 'suskun büyük' Juventus'ta ise her şey yeniydi… 11 Eylül'de öğlen saatlerinde yeni stadyumlarındaki ilk resmi maça Parma karşısında çıktıklarında, yeni antrenörleri Antonio Conte kenarda, başta Pirlo olmak üzere Vidal, Vucinic ve Lichtsteiner'li yeni kadro da sahadaydı. Daha ilk çeyrek geçilirken Pirlo, bindirme yapan sağ beki Lichtsteiner'e asisti yaptığında mesajı vermişti: Jankulovski, Zambrotta, Grosso ya da Cafu'ya attığı pasları hâlâ atabiliyordu… Parma'yı 4-1 geçtiler. Dördüncü golde klasik bir Pirlo asisti vardı. Koşu yapan orta saha oyuncusu Marchisio'yu gördü ve nihayet özelliklerini ortaya çıkarabileceği bir oyun kurucuyla oynayan genç Marchisio da golü attı… Resmi olarak 2003'ten beri Scudetto yüzü görmeyen Juve, nihayet lige giriş yapmış gibiydi.
Şampiyonluk için yarışacak takımlardan biri olarak görülen ve Calciopoli sonrası meydanı boş bularak şampiyonluklar kazanan Inter, 'eski formuna' kavuşmuştu. Ligin başlamasının üzerinden henüz on gün geçmişti ki antrenör Gian Piero Gasperini ile yollarını ayırdılar. Napoli ve Udinese ile birlikte Juventus, zirve için yarışıyordu. Altıncı haftada onuncu Milan ve ikinci Juventus karşı karşıya geldi. 'Yeni' Juventus, 4-1-4-1 dizilişi ve Pirlo, Vidal, Marchisio orta sahası ile sahaya çıkıyordu. Allegri'nin 'yeni' Milan'ı ise 4-3-1-2 ve Van Bommel, Seedorf, Nocerino orta alanıyla cevap vermişti rakibine. Milan savunmasının önünde oynayan Van Bommel ne Pirlo'dan daha genç bir futbolcuydu (iki yaş büyük) ne de ondan daha marifetliydi. Juventus 2-0 kazandı ve yerini korudu.
Milan, ilerleyen haftalarda toparlandı ve liderliğe çıktı. Juventus ise kayıplar yaşamış ve altlara inmişti ama sonra kendilerine geldiler. Yavaş yavaş ligin bu iki takım arasında geçeceği anlaşılmaya başladı. Bu esnada Conte'den hem Juventus hem de İtalyan futbolunu etkileyecek hamlelerden biri gelmişti. 29 Kasım 2011'de 3-3 beraberlikle sonuçlanan Napoli maçına 3-5-2 dizilişi ile çıktı. Orta saha yine aynı üçlüye emanetti. Pirlo oyunu kuruyor, Marchisio rakip ceza sahasına koşu yapıyor, Vidal ise orta alandaki 'dikenli tel' görevini görüyordu.
Milan, liderliğini yedi maç daha sürdürdü. Yeni yılın başlarında Juve koltuğu devraldı, sonra Milan'a devretti. Gerginlik artmaya başlamıştı. 24. maç gününde Juventus Catania'yı 3-1'le zorlanarak geçmişti. Conte'nin ekibini öne geçiren gol, Chiellini'nin kafasından gelmişti ama pozisyon faul kokuyordu. Allegri, "Chiellini'nin golü verilmese mutlu olurdum" açıklamasını yaptı ve bir hafta sonra oynanacak Milan-Juventus maçı öncesi fitili ateşledi. İki takım San Siro'da karşılaştığında futboldan çok gerginlik vardı sahada. Önce Milan'ın bir golü verilmedi sonra da Juventus'lu Matri'nin golü ofsayt gerekçesiyle iptal edildi. Karşılaşma 1-1 sonuçlandı. 90 dakika sonrasında manşetlere taşınan, Conte'nin Milan CEO'su Adriano Galliani'ye sarf ettiği sözlerdi: "Siz futbolun mafyasısınız!"
Milan, ligi bir süre daha lider götürdü. Ama 30. haftadaki Catania beraberliği ve üzerine gelen Fiorentina mağlubiyeti onları yaraladı. Juventus ise 27. haftadan sonra üst üste sekiz maç kazanarak üç puan farkla liderliğe kuruldu. Özellikle Del Piero'nun 82. dakikadaki frikik golüyle gelen Lazio zaferi, serinin en terleten 90 dakikasıydı belki de… Juve kariyerinin en az gol attığı (3) sezonunu geçiren Del Piero, kulüp tarihine bir imza daha kondurmuştu. Juventus'un serisi, Buffon'un hatasıyla Lecce maçında bozuldu. Ama hâlâ yenilgi yüzü görmemişlerdi. Milan, bitime bir hafta kala Inter'e 4-2 mağlup olunca, Juventus son haftaya şampiyonluğu garantilemiş olarak girdi. Atalanta maçının tek önemi vardı artık: Alessandro Del Piero, siyah-beyazlı formayla son maçına çıkıyordu. Eylül başında stadın açılışına kulübün efsanesi Giampiero Boniperti ile ele ele çıkan Del Piero, onursal başkanının kulübün felsefesi hâline getirdiği sloganını başarmış olmanın gururuyla veda etti: "Kazanmak önemli değildir; kayda değer tek şeydir!" Juventus, 10 yıllık hasreti noktalamıştı hem de namağlup olarak… Pirlo ise 13 gol pasıyla asist kralı oldu ve o yaz İtalya'yı EURO 2012 Finali'ne taşıdı.

Kriz
Juventus, Mayıs 2012'de Scudetto'yu kutladı ve bunu, o günden beri istikrarlı şekilde düzenlenen bir festivale çevirdi. Bugüne gelene dek şampiyonluğu hiçbir takıma bırakmadılar. 2013-2014'te 102 puan aldılar ve ikinci Roma'ya 17 puan fark attılar. Azıcık zorlandıkları sezonlar da oldu. Milan'daki 'misyonunu' tamamladıktan sonra Juve'nin başına geçen Allegri'li beş lig şampiyonluğunun ikisinde (16-17 ve 17-18) takipçileri Roma ve Napoli ile aralarındaki fark dört puandı. Ama Milan'la yaşadıkları çekişme gibi değildi, ligin büyük bölümünü lider götürmüşlerdi.
Milan, 2012 yazında Nesta, Ibrahimovic, Thiago Silva, Inzaghi, Gattuso ve Seedorf gibi önemli oyuncularını kaybetti. Ertesi sezon ligi üçüncü bitirdiler ve bir daha da hiç ilk dörde giremediler. Düşüşleri sancılı bir şekilde devam ediyor. Fakat Juventus'un bu saltanat yıllarında sorulması gereken bir soru da var sanki: Bu on yıl İtalyan futbol tarihine "Juventus'lu Yıllar" olarak mı yoksa "İtalyan Futbolunun Çöküş Dönemi" olarak mı geçecek?
Le Fine del Calcio Italiano kitabını yazan Marco Bellinazzo'nun 14 Haziran 2018'de Linkiesta sitesine verdiği röportajın başlığı netti: "Dünyanın en iyi futbolu bizdeydi. Şimdi Avrupa'nın Serie C'siyiz!" Doksanlı yılların sonuna kadar sahip olunan ekonomik ve sportif önceliğin sanayi yatırımlarına çevrilemediğini söyleyen Bellinazzo, durumun vahametini "İtalyan futbolu çok ama çok ciddi durumda olan bir hasta gibi. Buna rağmen tedaviyi reddetmeye devam ediyor" diyordu. Yayın haklarının zincirindeki bozukluğa dikkat çeken yazar, oluşan kaynak yetersizliği nedeniyle sahalardan çok mahkemelerde vakit geçiren takımların ortaya çıktığını savunmaktaydı. Serie A'nın yayın hakları hususunda Premier Lig'in çok gerisinde olduğunu tahmin etmek zor değil zaten. Ama Bundesliga, Ligue 1 ve La Liga'nın altında kalması, sirenlerin ötmesi için yeterli bir gösterge. Zaten İtalyan futbolunun en büyük derdinin para olduğunu savunan tek kişi de Bellinazzo değil. Nesta da "İtalya'da para tükendi" demeci vermişti, sahanın içinden gelen biri olarak.
İtalyanların nasıl parasız kaldığının teyitlerinden biri de yıllarca damga vurdukları transfer piyasası. Futbolda paranın gücünün hissedilmeye başlandığı 1952'den 2000 yılına kadar 'transfer rekoru' 23 kez el değiştirmiş. Bu hamlelerin sadece beşi İtalya dışı takımlara ait. Fakat 2000'de Hernan Crespo'nun Lazio'ya transferinden bu yana İtalyanlar zirvede yok. Son yedi rekorun beşi Real Madrid'e ait. Onları, birer kez ile United ve PSG takip ediyor. Birçokları, Kaka'nın 2009'daki Real Madrid transferini bu çöküşün başlangıcı olarak gösteriyor. Gazeteci Paddy Agnew ise İtalyan futbolunda paranın ne kadar önemli olduğunu şu sözlerle dile getiriyor: "Eğer İtalyan ekonomisi Avrupa Birliği'nin hasta adamıysa İtalyan futbolu da öyle. Bu, futbola yansıyor." Ülke futbolunun başarılarını varlıklı sanayi baronlarına borçlu olduğunu söyleyen ve 1950'lerde Napoli Başkanı Achille Lauro'dan Moratti'ler ya da Berlusconi'ye kadar uzanan bir yelpazeden söz eden Agnew şunu da ekliyor: "Mesele şu ki bugünün dünyasında bu, modası geçmiş bir model."
Evet, İtalyan futbolunun büyükleri Juventus dışında sessiz ama aslında esas sorunları da Agnew'in bu sözleriyle bağlantılı bir sonuç. İtalyan futbolunu, zirveye çıktığı 1980 ve 1990'lı yıllarda elbette Juventus, Inter, Milan gibi büyükler taşıyordu ama jön rolünde olmasalar bile onları ligde zorlayan, Avrupa'da büyük işlere imza atan takımları vardı. Fiorentina, Lazio, Roma, Torino, Napoli, Parma ya da Sampdoria gibi Avrupa sahnesinde final oynayan ya da kupa kazanan takımlardan söz ediyoruz. Bu takımların çöküşlerine şöyle bir göz attığınızda Parmalat ve Cirio'nun batışı ya da Cecchi Gori'nin iflası mihenk taşı durumunda. Yani maddi destek çekildiği anda yaşanan dramatik bir çöküş.

Napoli taraftarı ırkçı saldırılara maruz kalan Koulibaly'ye destek veriyor.
Inter'in 2010'daki Şampiyonlar Ligi zaferinden sonra bu başarıyı tekrarlayan bir İtalyan takımı yok. Juventus'un finalleri ise sönük, rakibe teslim olarak geçen 90 dakikalar şeklinde akıllarda. İspanyollar ise bu süreçte altı kez kupa kazandı. Daha da vurucu sahneler, Kupa 2'de yaşandı. 1999'da Lazio, son kez düzenlenen Kupa Galipleri Kupası'nı, Parma ise UEFA Kupası'nı kazanmıştı. Sonra iki kupa birleşti, bir süre sonra da UEFA Avrupa Ligi adını aldı. İşte bu yeni sistemde hiçbir İtalyan takımı değil kupayı kazanmak, finale bile yükselemedi. 2000'li yıllara damga vuran İspanyol futbolu ise; Deportivo, Athletic Bilbao, Espanyol gibi finalistler ya da Valencia, Sevilla (5 kez) ve Atletico Madrid (3) gibi şampiyonlar çıkardı. Üstelik aynı Atletico Madrid, Şampiyonlar Ligi finaline yükselen bir takıma dönüştü.
Bütün bunlara baktığımızda aslında sorunun sadece 'para' olmadığı da görülüyor. İspanyollar, belki maddi olarak yükselişe geçtiler ama saha içerisindeki oyunu değiştiren düşünceleriyle de fark yarattılar. Barcelona, temelleri 1970'lerde atılmış bir oyunu mükemmelleştirdi, bu zihniyet milli takıma taşındı ve başarılar geldi. Atletico Madrid ise İtalyanlara ait sistemi, büyük takımların henüz avlayamadığı yeteneklerle yeni dünyaya uydurdu. İtalya, 1960'lardan beri dünya futboluna yön veren antrenörler yetiştirse de ya kafaları yenileyemedi ya da başarıları getirebilecek takımlara yanlış transfer politikalarıyla sekte vurdu. Dönemin Spor Bakanı Luca Lotti, 2017'de "Altyapıdan Serie A'ya kadar tüm sistem yenilenmeli" diyordu. Paddy Agnew ise bunun bütün İtalya'nın sorunu olduğunu savunuyor: "Temel olarak İtalyan futbolunun yönetici güçleri, İtalyan hayatının ve siyasetinin yönetici güçlerinin yansıması. Eski zihniyetten kurtulamadılar, yeni dünyaya adapte olamadılar."
Pirlo ve Buffon'un 2010'lara kadar bu denli kıymet görmesinin sebebi biraz da bu aslında. İstikrarlı, yetenekli, lider bir kaleci ile zarif, her takımın sistemini üzerine kurabileceğiniz bir oyun kurucu. Yeni dünyaya adapte olabilen iki İtalyan mahsulü…
İtalyan kültürüne ait olan çirkin şeyler de var tabii bu gerilemenin arkasında. Geçtiğimiz yıllarda İnan Özdemir ile birlikte röportaj yaptığımız, Calcio kitabıyla İtalyan futbol tarihini anlatan İngiliz akademisyen John Foot, bu nedenleri şöyle sıralıyordu: "Pazarlama ve dönüşüm fırsatını kaçırdılar, TV gelirleri az ve büyük oyuncular gelmiyor. Ayrıca taraftar, şiddet, ırkçılık ve eski stadyumlar gibi sıkıntılar da var…"
1970'lerde ülke içinde tırmanan ve tribünlere yansıyan şiddet söylemleri hâlâ etkisini koruyor. Bu sezonun dikkat çeken çıkışını yapan Cagliari, en az aldığı sonuçlar kadar neredeyse her hafta taraftarlarının siyahi bir rakip futbolcuya sarf ettiği cümlelerle de gündemde. En son Verona-Brescia maçında Balotelli'nin ırçı taraftarlarla yaşadığı da cabası… Cannavaro, ilk işin bu stadyum kültürünü değiştirmek olduğunu savunuyor ve genç, bilinçli kitlelerin tribüne çekilmesi gerektiğini düşünüyor. Burada da stadyumların durumu karşımıza çıkan bir noksan. Bir diğer İtalyan futbolu meraklısı İngiliz Adam Digby, bir yazısında Bologna'nın stadını örnek gösteriyor ve tahrip edilmiş koltuklar ya da su akmayan tuvaletlerden bahsediyordu. John Foot ise en ihtişamlı mabetlerden San Siro'nun bile artık gelir getirmediğini vurguluyordu.
Juventus'un Farkı Ne?
İtalya'da stadyumlar büyük bir sorun olarak görülebilir. Ama kulüplerin bu konuda hamle yapması da kolay değil. Stadyumlar, Olimpiyat Komitesi'ne ya da devlete bağlı. Sadece Sassuolo, Udinese ve Juventus'un kendi stadyumları var. Bundan on yıl önce tarihi boyunca Serie A yüzü görmemiş Sassuolo'nun ligin gediklisi olması ya da Juventus'un ambargosunu belki de biraz açıklıyor bu 'özerklik' durumu. Ama Juventus'un başarı sebepleri biraz daha fazla tabii ki.
İtalyan futbolunun bugünkü durumunu, 2006'daki Calciopoli Skandalı'na bağlayanların sayısı hiç az değil. Foot, kitabında 'şike' skandallarına alışık İtalyanlar için bile bu durumun büyük bir şok olduğunu belirtiyor ve ekliyor: "O zamana kadarki en büyük skandal olan Totonero'ya (1980) karışanlar, Calciopoli'de parmağı olanların yanında 'kümes hırsızı' kalır." Yaptığımız röportajda da "Bütün bu sahtekârlığı neden izleyeyim" diyen insanların arttığını vurguluyordu. Milan'ın eski CEO'su Galliani ise "Calciopoli, Avrupa'daki güçlü takımları aşağı çekti. Daha donanımsız kadrolar kurdular. Chievo'ya saygı duyuyorum ama şu açık ki Juventus'la aynı beklentileri olamaz" sözleriyle ülke futbolundaki boşluğu yorumlamıştı. Bu olaydan en çok yara alan Juventus ise gariptir ki en çabuk toparlanan kulüp oldu.

Andrea Agnelli, 2010'da kulübün bizzat başına geçtiğinde, Juventus üzerinde söz söyleme hakkına sahip Agnelli Ailesi'nden bir şahıs uzun süredir kolları bu kadar net sıvamamıştı. O sene önemli bir hamle daha yapıldı. Beppe Marotta, genel menajer olarak görevlendirildi. Tarihi boyunca; başkan, genel menajer ve antrenör ortaklığını etkili şekilde kullanan Juve, 2011'deki Conte hamlesiyle zinciri tamamladı. Conte hem hırslı, gelecek vadeden bir antrenördü hem de takımın eski kaptanıydı. Marco Bellinazzo, "Juventus'un hikâyesi farklı çünkü Juventus'un ahalisi (Agnelli Ailesi) farklı" diyordu, "Ne olursa olsun Calciopoli'yi atlattılar. Bugün sadece üç adet bulunan 'Spor Eğlence Şirketi' olarak adlandırabileceğimiz şeye dönüştüler. Halka açık, 500 çalışanı olan ve yıllardır konumlarını yükseltmek için hamleler yapan bir şirket."
Bu hamleler, önce sportif alanda geldi tabii ki. Pirlo, Pogba gibi sözleşmesi bitmiş yıldızları aldılar. Marotta'nın ilk döneminde Vidal, Tevez, Higuain transferleri de paralı ama doğru hamlelerdi. Öte yandan Conte de dâhil olmak üzere sadece üç farklı antrenörle çalıştılar. Bu sekiz yılda Inter 11, Milan ise on farklı antrenörü göreve getirdi. Belki de 2010'ların Juve sonrası en istikrarlı İtalyan takımı olan Napoli ise 2004'te diplerden aldığı takımı yavaş yavaş ayağa kaldıran bir diğer 'paralı' işadamı De Laurentiis'in de katkısıyla sadece dört antrenör değiştirdi. Kısacası İtalyan futbolunda bugün bile 'Başkanın kadar konuş' durumu var. Bellinazzo anlatıyor: "Juventus, Avrupai bir vizyonla 2024'e bakan, küresel boyutta düşünen bir başkanın yolunu izliyor ve Ronaldo da bu sıçramaya hizmet ediyor. Ronaldo'yu büyükler masasına oturmak için aldılar ve oturdular!"
Aslında pek de oturamadılar. Şampiyonlar Ligi'nden hiç de büyükler masasına oturmak için hamle yapmamış 'yeniyetme' Ajax'a yenilip elendiler. Evet, ligi kazanıyorlar ama hâlâ Avrupa sahnesindeki Juventus denince, uzun yıllardır liginde benzer bir hegemonya kuran Bayern Münih gibi bir etki görmüyoruz. Bellinazzo bunu da İtalyan futboluna bağlıyor: "İtalyan futbolu için Juventus bir problem. Ama İtalya futbolu da aynı derecede Juventus için bir problem."
İtalya'nın ve Juventus'un daha da yükselmesi için ilk şart hangisi? Paralı kulüpler mi modern statlar mı ya da yeni yetenekler mi? Belki de öncelikle onları zorlayacak, oyunlarını değiştirmelerini sağlayacak bir rakip bulmaları gerekiyor. Eski dost Antonio Conte bu sezon ilk adımı atabilir mi? Veya belki de dengeleri değiştirecek yeni bir Pirlo'ya ihtiyaç var…