
Tez/Antitez
12 dk
1992 Barselona’yla birlikte ‘Rüya Takım’ olarak anılmaya başlanan Birleşik Devletler ne yaptı da dibi gördü? Kefaretini nasıl ödedi? İşte, rakiplerle arayı tekrar açmaya başlayan ABD’nin hikâyesi.
Barselona 1992’de yer alan ABD Basketbol Milli Takımı ya da bilinen adıyla Dream Team (Rüya Takım), yüzlerce unutulmaz hikâyeyi barındıran olimpiyat tarihinin altın sayfalarından biri. Daha önceleri sürekli üniversite oyuncularını olimpiyat oyunlarına göndermek zorunda kalan ABD, 1988 Seul’de bronzda kalmasının ardından değişen kuralla birlikte Barselona’ya en iyi NBA oyuncularını gönderebildi ve adı üstünde bir Rüya Takım ortaya çıktı. Jordan, Bird, Magic, Pippen ve Barkley gibi efsaneleri bir araya getiren takım sekiz maçta tek bir mola bile almadan, ortalama 117 sayı atıp her karşılaşmayı 30’un üzerinde farkla kazandı. Gerçek bir basketbol gösterisi, sportif bir şölendi Rüya Takım. Nitekim 1992 sonrasında da profesyonel oyuncuların olimpiyatlara katılmasıyla birlikte, her dört yılda bir, Kaf Dağı’nın ardındaki büyülü gibi görünen ‘über’ oyuncuların dünyanın geri kalanıyla karşılaşması, hep en çok beklenen, en çok takip edilen mücadele oldu. Hiçbiri Rüya Takım değildi gerçi ama NBA oyuncularından oluştukları için ‘Dream Team 2-3’ gibi isimlerle anıldılar.
Ancak bu masal kahramanlığı hikâyesi, çok kısa sürede önemli bir dönüşüm yaşadı. İzleyenleri büyülediği kadar, karşısında oynayanlara da çok şey öğretti orijinal Rüya Takım, önemli bir dönüşümü tetikledi. 90’larda Avrupa’nın en önemli koçları arasında yer alan Bozidar Maljkovic, “Rüya Takım, dünya genelinde basketbola olan ilgiyi patlattı. Ancak çok eğitici bir tarafı da vardı. Bizler oyunu ne kadar yavaş oynadığımızı gördük. Amerikalılar çok daha hızlı oynuyordu. Çok da kuvvetliydiler. Onları nasıl yenebileceğimizi bulmamız gerekiyordu” demişti. Evet, ABD çok daha hızlı, çok daha yüksekten oynuyordu ve zaten basketbol Amerikan oyunuydu. Daha doğrusu siyahların oyunu... Hız, hemen her sporda önemli. Ancak basketboldaki gibi, hedef noktanın oyuncu sabitken ulaşılamayacak bir konumda olması; yani potanın konumu, sıçramanın ve çevikliğin daha ön plana çıkmasına neden oluyor. Bu durumda, siyah ırkın daha kısa ve patlayıcı kas yapısı çok daha önemli işlevlere sahip.
1992’deki Rüya Takım’dan dört yıl sonra, 1996 Atlanta’da kendi evinde bir kez daha herkesi sürklase etti ABD; hiçbir maçı 20 sayının altında farkla bitmedi, ortalama 102 sayı gönderdi rakip potalara. 2000 Sidney’de işler biraz değişti. ABD, grup maçlarında Litvanya ve Fransa karşısında kısmen zorlandı. Birini 9, diğerini 12 sayıyla kazanabildi maçların. Çeyrek finalde Rusya’yı 15 sayıyla geçtikten sonra, yarı finalde bir kez daha oynadığı Litvanya’ya karşı bu defa son topa kalan maçı ucu ucuna 85-83 kazanabildi. Jasikevicius’un son dakika içindeki üçlüğü çemberin içinden çıkmasa yenilebilirlerdi. Finalde de Fransa’yı 10 sayıyla devirebildiler. 100 sayı ortalamanın altında kaldılar. Kimse artık Rüya Takım demiyordu ABD’ye; ‘rüya’ değildi çünkü onları devirmek.
2004 Atina’da ise her şey tersine döndü. Daha ilk maçında Porto Riko’ya 92-73 yenildi ABD, hani o yanı başındaki küçük ülkeye. Daha iki yıl önceki Dünya Şampiyonası’nda NBA oyuncuları ilk kez mağlup edilmişti aslında. Ama o üç yenilgi, genelde kötü kadro seçimi ve takımın uyumsuzluğu ile daha çok ilişkilendirilmişti. Ama bu, belki en iyisi olmasa da Allen Iverson, Tim Duncan, LeBron James, Carmelo Anthony’li gayet kalburüstü bir takımdı. Uyum sorunları vardı ama bu bireysel olmaktan çok, teknik nedenlerden kaynaklı göründü. ABD grupta Angola dışında kimseyi rahat yenemedi. Avustralya ve Yunanistan’ı zar zor geçerken, Litvanya’ya da mağlup oldu. Çeyrek finalde İspanya’yı devirdiler belki ama yarı finalde daha sonra şampiyon olacak olan Arjantin’e yenilerek bronz madalyada kaldılar. Bu takımın ismi de Nightmare Team (Kâbus Takım) olarak kaldı.
Peki 12 senede ne değişti de ‘rüya’dan ‘kâbus’a giden süreci yaşadık? Oyuncu kalitesi başta olmak üzere pek çok faktör var ama biri çok önemli. Öncelikle, ABD’nin oyuncu malzemesi ile yarışmak imkânsız. Hem nitelik hem de nicelik olarak dünyanın geri kalanının toplamından bile fazla miktarda ‘belli seviyenin üzeri’ basketbolcu kaynağına sahipler. Üstelik bunların büyük çoğunluğu da siyah. Dünyanın geri kalanı, (Avrupa da diyebiliriz direkt ama Arjantin başta olmak üzere Güney Amerika da önemli rol oynuyor basketbolda, nitekim Arjantin, NBA oyuncularından kurulu bir takımı ilk deviren, 2004’te de şampiyon olan takımdı ama oyuncuların çoğunluğu Avrupa’da istihdam edildiği için Avrupa merkezli demek daha doğru) buna karşılık atletizm dezavantajını nasıl ortadan kaldıracağına, daha doğrusu bu dezavantajın etkisini nasıl azaltacağına konsantre oldu. 1992’de karşı karşıya geldikleri oyuncuların birer masal kahramanı değil de kanlı canlı insanlar olduklarını görünce, uygun koşullarda galip gelinebileceğini fark etti. Amerikalılar, basketbol kültürleri gereği fiziksel üstünlükleri üzerinden oynuyor, her şeyi bire bir yapmaya çalışıyor ve rakibi alt etmek üzerine kurguluyordu oyunu. Avrupa ise daha kolektif oynamayı seçti. Ancak her şeyden önce, NBA oyuncularından gördükleri tempo farkını kapatmaya çalıştılar. Oyunu çok daha hızlı oynamak için 30 saniye olan hücum süresini 24 saniyeye indirdiler.
Tempo farkı bir nebze dengelendikten sonra, Avrupa basketbolunda savunmanın toplu tarafını kalabalıklaştırmanın yükselişini izledik. Efes Pilsen ve Aydın Örs ekolünün de liderliğini yaptığı ‘jump the ball’, yani topun gittiği yöne doğru bir adım atlama ile başlayan ama detaylarda farklılık gösterse de temel prensip olarak topun olduğu tarafı kalabalık tutmaya dayalı savunma ön plana çıktı. Ya da bu temel prensip, çok daha genel geçer oldu da denebilir; detayları cilalandı, varyasyonlarıyla iyice verimli hale geldi, nihayetinde de topu sürekli ekstra oyuncuyla sıkıştırarak oyunu boğdu Avrupa.
Hücumda ise ikili oyunlar iyiden iyiye temel unsur haline geldi. İkili oyuna yer açabilmek için de şutörler, alanı genişletip potaya uzak tehditler yaratmaya başladı. Potaya yönelmek için ikili oyun oynayanların etrafındaki şutörler üzerinden oynanan oyun yükselişe geçti. Avrupa ve temelde beyazlar, bire birde yenemediği, yetişemediği ABD’ye ve siyahlara karşı; oyunu, savunmada boğmaya, hücumda ise daha geniş alana yaymaya çalıştı. Bu prensipler önceden de vardı elbette ama dediğimiz gibi, iyice detaylandı ve cilalandı.
Sonuç ne mi oldu? 2004, Duncan’ın o görkemli kariyerinin dip noktasıydı belki... Keza bu LeBron, Carmelo ve Wade için de geçerli... Onlar daha çaylaklardı belki ama Duncan, NBA’in en önemli 3-4 oyuncusundan biriydi o sırada. Ne zaman topu eline alsa en az iki oyuncuyla boğuşmaktan hiç hareket alanı bulamadı. Sürekli sıkıştı. Olimpiyat sonrası “Bir daha asla!” dedi. Carmelo da bronz madalyasını bir yakınına hediye ettiğini itiraf edecekti.
ABD, her şeyi bire bir yapmayı planlayan tarzının duvara çarptığını gördü. Savunmada sürekli ikili oyunda ters eşleşmeye kalınıyor; hücumda da Iverson, Duncan, Wade, Carmelo gibi isimler, sıkışık ve zor şutlar atmaya çalışıyorlardı. Bir önceki olimpiyatta Vince Carter’ın Frederic Weis’ın üzerinden bastığı smaç gibi iki kişinin üstünden veya içinden geçip potaya gitmeye çalıştıkça tıkandılar.
2008 Beijing’de ABD, Atina ‘kâbus’undan uyanmak için Dream Team’e alternatif bir kelime oyunu ile Redeem Team’i (Kefaret Takımı) kurdu. Chris Paul ve Kobe Bryant’ın başını çektiği takım, yetenek farkı sayesinde altına ulaştı ama finalde Avrupa’nın en iyisi İspanya, son dakikaya kadar kök söktürdü. 2012 Londra’da ABD bir kez daha altına ulaştı. Dört yıl öncesine çok benzeyen bir senaryonun sonunda, kolay giden bir turnuvanın finalinde, İspanya yine kök söktürdü ama biraz daha detaylı bakınca, bir şeylerin değiştiğini görmek zor değildi. Nitekim iki sene sonra, 2014 Dünya Şampiyonası’nda, en iyi oyuncularını getirmeyen ABD bu defa çok daha rahat şampiyonluğa ulaştı. Çeyrek finalden itibaren sırasıyla Slovenya, Litvanya ve Sırbistan’ı 30 sayı üstünde farklarla güle oynaya devirdi. Üstelik, parkeye bakınca istese 50 sayı fark atabilir gibi görünüyorlardı.

ABD, Rio’daki oyunlarda ise gerek sakatlıklar gerekse Zika virüsü korkusu nedeniyle önemli eksiklerle yer alacak. Ama hiç zorlanması beklenmiyor. Parkede ne olacağını görmeden kesin konuşmamak gerek ama en azından kâğıt üzerinde, neredeyse 1992’deki kadar önemli bir makas açılmış durumda.
E peki, 12 yıl içinde bu makas nasıl tekrar açıldı?
Aslında basit. Bu defa da NBA, Avrupa’dan çok şey öğrendi. NBA’de şu anda geçerli olan pace & space, yani tempo ve alan paylaşımı oyununun temelleri atıldı zaman içinde. Eskiden her şeyi bire bir kazanmak üzerine kuran Amerikan ekolü, çabuk ama geniş alanda oynamanın değerini, smaç veya pota dibi atışın tek amaç olmadığını, şut atabilmenin ve üç sayının önemini kavradı. Şut tehdidinin, içeriye giren veya zaten orada olanların hayatını ne kadar kolaylaştırdığını gördü. Özetle, Avrupalıların taktiklerini aldılar ve kendi atletik üstünlükleri ile birlikte bunları daha hızlı gerçekleştirmeye başladılar. O aradaki hız farkı da -tıpkı 1992’deki gibi- belirleyici oldu.
Bugün ABD, basketbolu hiç olmadığı kadar verimli oynuyor. Evet hâlen bazı hücumları hiç düşünmeden çarçur ediyor ve izleyenlerin midesinde ekşime yaratıyorlar. Ama artık o çarçur etmeler bile ana planın bir parçası ve kabul edilebilir bir hata payı. Genel olarak NBA ve dolayısıyla ABD Milli Takımı, hiç kimsenin çıkamadığı bir hıza ve irtifaya ulaşıyor. Böylece de savunma daha yerleşmeden çok kolay sayı buluyor ve dünyanın geri kalanına gıpta ettirecek şutörlerle bu sürati skora dönüştürecek parçaları bir araya getiriyorlar.
Artık takım seçerken de “Hangi yıldız gelirse gelsin, biz bir karma yaparız nasıl olsa” diye bakmıyor, daha mantıklı bir kadro mühendisliği ile yola çıkıyorlar. Misal Rio’da, Kyrie IrvingKlay Thompson-Kevin Durant-Carmelo Anthony-DeMarcus Cousins gibi her maç 120 sayı atabilecek olağanüstü bir hücum beşi çıkarabilirler. Aynı şekilde, Kyle Lowry-Jimmy Butler-Paul George-Draymond Green-DeAndre Jordan’dan oluşan ve her maç rakibe ancak 60 sayı izni veren bir savunma beşi de... Ama sonuçta, artık sadece potaya giden değil; potaya uzak da oynayan, alan paylaşan ve hareketin her şeyden öncelikli olduğu kadrolara sahipler.
12 yıllık döngülerin özeti, sporun en temel ögelerinden birinin tekrarlanması ve altının çizilmesi sadece. Rekabet iyidir. Rekabet kaliteyi yükseltir. Birinci, sadece ikinciden bir kademe daha iyidir. Ve ikinci ne kadar iyi olursa birinci de en az bir tık daha iyi olmalıdır. Kendi ekosisteminde üstün konumda olan her parça, yönteminin en iyisi olduğunu düşünebilir ve ancak başka bir ekosistem onu zorladığı zaman verimsizliklerini görebilir, yenilenmeye, gelişmeye açılır. Daha önce göremediği, aklına bile gelmeyenlere ayna tutar. “El yumruğu yemeyen kendi yumruğunu balyoz sanırmış” der bir atasözü.
Peki 2028’de yeni bir balyoz görür müyüz? Kesin yanıt vermek zor ama zaten elindeki oyuncu malzemesi ve ekonomik gücüyle yarışa hep iki, hatta üç adım önde başlayan ABD, bu karşılıklı etkileşimin de önemli bir doygunluk noktasına ulaşmasıyla birlikte hep bir adımdan fazla önde olacak. Belki de bundan sonra sorulması gereken asıl soru şudur; o adımlar daha da mı açılacak, yoksa mesafe bir nebze kapanacak mı?