The Usual Suspects

12 dk

Ben Johnson, Lance Armstrong, Oscar Pistorius, Ray Rice... Kahramanlar nasıl çöktü, kendileriyle birlikte neler götürdü?

1988 Olimpiyat Oyunları 100 metre finali öncesinde herkes Carl Lewis ve Ben Johnson arasında büyük bir kapışmanın yaşanmasını bekliyordu. Start çizgisindeki atletlerle birlikte milyonlarca insan da gözlerini piste çevirmişti. Birkaç saniye içinde dünya yeni şampiyonu ve rekoruyla tanışacak; o şampiyon, üç gün sonra yaşayan en büyük anti-kahramanlardan birine dönüşecekti. Doping kullandığı gerekçesiyle Ben Johnson’ın altın madalyası elinden alınacak, rekorunun bundan sonraki adresi ise tarihin çöplüğü olacaktı. Yeni bir çağ kapıdaydı ve o çöplük bir daha asla boş kalmayacaktı.

O final sadece Ben Johnson, Kanada ve Olimpiyat Oyunları için büyük bir kara leke değildi. Tribünleri dolduran, televizyonların başında olan, gazetelere arka sayfasından başlayan seyirciler de sporun farklı bir yüzüyle tanışıyordu. Bu yüzünde doping, kirli ilişkiler, büyük skandallar vardı; gördüğümüz hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olamayacağımız günler geliyordu. O yüzden şimdilik, 1988 Olimpiyat Oyunları 100 metre finaline karanlık çağın başlangıcı diyelim. Bu farklı zamanları anlamak için ihtiyacımız olan ise uzun bir yolculuk, çok uzun değil, sadece 9.79 saniyeden biraz daha fazlası.

Modeminizin Işığı Yanıyor Mu?

Yakın geçmişte spor dünyasını takip edenlerin en sık duyduğu kelime neydi? Zafer miydi? Hayır. Rekabet? Belki. Dava? Muhtemelen. Tıpkı geçen sene ve ondan önceki sene gibi. Sadece dava da değil, şiddet, suç gibi kelimeler de spor sayfalarında hiç olmadığı kadar yer doldurdu. 14 Şubat 2013’te kız arkadaşı Reeva Steenkamp’ı öldüren Oscar Pistorius defalarca hakim karşısına çıktı. Amerikan futbolunun büyük yıldızlarından Ray Rice, kız arkadaşını bir asansörde öldüresiye dövdüğü için manşetlerde yerini aldı, başta onu korumakla eleştirilen NFL yönetimi tarafından ligden uzaklaştırıldı.

Bu olayların infial yaratmasının tek sebebi suçların boyutu değildi. 20. yüzyıl, benzeri birçok olayla çalkalanmıştı. EPO’dan önce yasaklı madde olarak amfetamin vardı, Ray Rice’tan önce Ty Cobb vardı, 100 yıl önce de şike yapılıyor, maç satılıyordu. Her şey şimdi, şu anda başlamadı. Sadece her şey daha çok karşımıza çıkmaya başladı. Herkesin normal yaşamından daha çok vakit geçirdiği ikinci hayatı özellikle bu karşılaşmayı arttırıyordu.

Connection, yani bağlantı, en hayati ihtiyaçlardan birine dönüşmüştü. Hayattan beklentilerimiz de değişmişti. Bağlı mıyız? Yediğimiz yemeğin fotoğrafını çektik mi? Bugün kaç tweet attık, kaç like aldık, doğru hasthag’leri bulduk mu? İki sene önce gösterime giren Black Mirror dizisinin, izleyenleri bu kadar çarpmasının sebebi belki de buydu. Dizinin yaratıcısı Charlie Brooker, The Guardian gazetesindeki köşesinde eserini tanıtırken yaşadığımız şeylerin bir röngtenini de çekiyor, kabaca şunu söylüyordu: “Bu alışkanlıkları hayatımıza kolayca davet ettik, peki yan etkilerini ne yaptık?” Görmezden geliyoruz, çoğunu bilsek de, genellikle görmemeyi tercih ediyoruz.

Bir zamanlar sadece sahada yaptıkları ile bildiğimiz, saha dışında onlara ulaşabilen gazeteciler aracılığıyla okuduğumuz, haklarında yazılan ya da kendi kaleme aldıkları kitaplar ile tanıdığımız süperstarlar da artık bizim gibi, bağlı. Onların da 7 gün, 24 saatini çeşitli app’ler aracılığıyla takip edebiliyoruz. Her gün yeni reklamlar, sosyal sorumluluk kampanyaları ile karşımıza çıkıyorlar, sadece izlenecek, alkışlanacak ve üzerine yazılacak malzemeler olarak değil, aynı zamanda ‘tıklanacak’ ürünler olarak ikinci hayatımıza da egemen oluyorlar.

Bu tıklanma sayısı her şeyi belirliyor. Büyük skandalların, büyük zaferler kadar konuşulmasının sebebi bu. Hatta skandalların daha fazla satması da bundan. Ve gün geçtikçe etraflarında olağanüstü bir çember yaratılan, 16 yaşından itibaren parlatılan yıldızların bir kısmının şiddet düşkünü psikopatlar olduklarını görüyoruz. Ve bu suçlar, medya tarafından her zamankinden daha hızlı önümüze getiriliyor. Bu yüzden Ray Rice skandalı bazı yerlerde San Antonio Spurs’ün şampiyonluğundan daha fazla konuşuluyor.

Biri Kahraman Mı Dedi?

Bu ahvâl ve şerait içinde medya da elinden geldiği kadar yıldızlarını parlatmayı sürdürüyor. Hemen her öyküden çıkarılan bir kıssadan hisse de bu yıldızlara zafer yolunda yarıyor. Şiddete mi düşkünler? Bunu zorlu çocukluk yıllarına bağlayıp işin içinden çıkabiliriz. Takım arkadaşlarına kötü davranıp, kendilerinden zayıf gördüklerini, rakiplerini aşağılıyorlar mı? Bu muhtemelen onların kazanma içgüdüsü ile alâkalıdır.

Oscar Pistorius konusunda yaşanan “Aha!” anı bunun en büyük örneklerinden biriydi. İki bacağı protez olmasına rağmen 400 metrede ilham verici bir performans ortaya koyan Pistorius’un nasıl böyle bir suç işlediğini anlamaya çalışırken birileri “Aha!” diyordu. Evreka! Nasıl bulmuşlardı? Güney Afrikalı ikon hakkında Londra 2012 öncesi kaleme alınan New York Times yazısını hatırlamışlardı. Michael Sokolove’nin yazısı, sporcunun pist dışında da hızlı bir hayat yaşadığını ortaya koyuyor, karıştığı olaylardan, yaptığı kazalardan, silah düşkünlüğünden dem vuruyordu.

Bütün dünya o yanı sevdi. 14 Şubat 2013 sabahına kadar karakterinin karanlık olan tarafı pek yankı bulmadı. Bu, neredeyse istisnasız, herkesin düştüğü bir hataydı. Sonra her şey değişti. “Evreka!” anı yavaş yavaş yayıldı. Birçoklarına göre Pistorius’un geçmişteki davranışları yeterince incelenseydi ve tedavi görseydi belki bunlar yaşanmayacaktı. Belki. İş işten geçtikten sonra akıllara gelen, yalnızca bir belki.

Bu sadece Pistorius hadisesinde yaşanmamıştı. Lance Armstrong’un hikâyesi de benzerlikler içeriyordu. Onun da öyküsü çok etkileyiciydi, kanseri yendikten sonra katıldığı Fransa Bisiklet Turu’nu yedi kez kazanmıştı. Ve Pistorius’un aksine kimseyi öldürmemişti. Yine de kariyeri boyunca doping kullandığı ortaya çıktığında büyük tepki aldı. Bir zamanlar onu parlatan ve yaptığı her şeyi ‘winner’ karakterinin bir parçası sayan medya, taşları aniden ona fırlatmaya başlamıştı.

Neden Karanlık Tarafa Geçtiler?

Bu figürler sadece spor tutkunlarına değil, dünyaya da ilham vermişti. Dibe vuruşları da gezegeni ilgilendiriyordu. Her skandalla birlikte aynı soru yeniden soruluyordu: Sporcular rol model midir? Dopingin çok konuşulduğu dönemde Jonathan Vaughters da arka arkaya itiraflarda bulunmuştu. Armstrong ile takım arkadaşı olarak yarışmıştı ve 1990’ların en kirli döneminde bu spora girmişti. Bugünlerde temiz bisiklet üzerine kafa patlatan Vaughters, başında olduğu Garmin takımında eskiden doping yapan ve bu sporun temizlenmesi için çalışmaya karar veren isimlere ikinci şans vermeye çalışıyordu.

Kendi kirli geçmişini açıklamak o beyaz sayfanın yaratım sürecinde önemliydi. New York Times’a yazdığı yazıda sporcuların neden doping yaptığını kendi deneyimi üzerinden anlatıyordu. Hayallerine ulaşmak için yaptığı fedakârlıklardan, kayıp giden gençliğinden bahsediyor, sonunda o dönemler bisiklete giren neredeyse herkesin karşılaştığı seçeneğin aynı olduğunu söylüyordu: “Ya doping yaparsın, ya da evine dönersin.” Doping yapmadan bu sporda başarılı olan, yasaklı maddeye hayır dediği için başka mesleklere yönelen birçok isim vardı ama çoğunluk, “Evet” demişti.

Yeni çareler üretmeye çalıştığını da söyleyen Vaughters meseleyi çarpıcı bir iddia ile bitiriyordu: “Sporcuları pazarlamak ve idealize etmek için çok fazla emek sarf ediyoruz, bunun yerine aynı emeği onlara gerçekten istedikleri ortamı vermek için harcayalım; ahlâki değerlerini parçalamadan çocukluk hayallerini gerçekleştirmelerini sağlayalım.”

Yak Bütün Posterleri

1990’ların meşhur reklamlarından birinde NBA’in o dönemki yıldızlarından Charles Barkley bu konuya değinir. Reklamın başında “Ben rol model değilim” diyerek söze başlayan Barkley daha sonra kariyeri boyunca tekrarladığı şu cümleleri sıralar: “Bana rol model olmam için para ödenmiyor, basketbol sahasında olmam için ödeniyor. Aileler, ebeveynler rol model olmalı. Smaç yapabiliyor olmam, çocuğunuza örnek olabileceğim anlamına gelmiyor!”

Oscar Pistorius olayından sonra bu tartışmayı köşesine taşıyan birçok yazar aynısını söylüyordu. ESPN’den Colin Cowherd “Sporcular rol model olamazlar, onlar kusurları olan sanatçılardır” derken Avustralyalı gazeteci Lukas Raschilla meseleye iki yönlü bakıyordu: “Çocukların ve yetişkinlerin, sporcular gibi antrenman yapması, beslenmesi ve mücadele etmesi teşvik edilebilir lâkin iş sosyal sorumluluğa ve saha dışında örnek alınacak figürlere geldiğinde rol model için başka yerlere bakmaları onların yararına olabilir.”

1988 Seul’deki 100 metre finalini konu alan ESPN belgeselinde bu durumu anlatan çarpıcı bir görüntü vardır. Ben Johnson’ın doping yaptığı ortaya çıktıktan sonra bütün dünya medyasından manşetler, programlar gösterilir. Bir yerde küçük çocukların doluştuğu bir sınıfa konuk oluruz. Öğretmen, çocuklara döner ve şu soruyu sorar: “Ben Johnson bir kahraman mıdır?” Çocuklar hep bir ağızdan bağırır: “Hayır!”

Sporun ve yarattığı toplumsal etkilerin en sıkıntılı yanlarından biri de budur. Atletik performansların oturma odamızda, telefon ekranımızda sürekli karşımıza çıktığı bir çağda büyüyen ve dünyayı birkaç sene içinde çözeceğini düşünen bir çocuğa sporcuların rol model olmadığını anlatmak pek ihtimal dahilinde değildir. Bazı kahramanlar etkiler, sarsar ve bir gün pişman ederler. Bunu yaşamadan anlamak ve bu etkiyi çocuklardan silecek bir yol bulmak neredeye imkânsızdır.

Paranoya Çağında Yaşamak

Komplo teorilerinin havada uçuştuğu bir dönemde sporun dopingle, suçla, şiddetle, yaşadışı meselelerle ilişkilendirilmekten kaçması da bir hayli zor. Herhangi biriyle son zamanlarda spor konuştuysanız bunu fark etmişsinizdir. O maç kesin satılmıştır, bu karşılaşmaya yüklü bahis oynanmıştır, şu ligde mafya çok etkilidir, bu sporda doping çok çıkıyordur…

Spor kahramanları da çoğu zaman bu paranoyanın parçasıdır. Bir başka 14 Şubat’ta, Oscar Pistorius’ın kız arkadaşını öldürdüğü o sabahtan dokuz sene önce, Rimini’de bir otel odasında intihar eden Marco Pantani’nin hayatı bir anlamda bunun bir örneğidir. İtalya’yı kasıp kavuran, karizması ve agresif tutumuyla seyircileri etkileyen, Katolik kökenlerine bağlı olan halkının dini lider gibi taptığı bir figüre dönüşen Pantani’nin Fransa ve İtalya Bisiklet Turları’nı kazandığı 1998 sezonundan sonra yaşadıkları bugün dahi tartışılır. 1999 İtalya Bisiklet Turu’ndan doping gerekçesiyle kovulan Pantani’nin kariyeri bir anda tepetaklak gider.

Hayranları ilk günden itibaren, bunun rakiplerinin kurduğu bir komplo olduğunu söyler. Aynı kesimler yıllarca İtalyan bisikletçinin ölümünün de bir sır perdesi ile örülü olduğunu ve Pantani’nin zehirlendiğini ortaya attılar. Mitik sporcunun hayatını aydınlatmak için ciddi bir çalışma yapan Britanyalı gazeteci Matt Rendell ise bu iddiaların gülünç olduğunu, aslında ünlü sporcunun kariyerinin ilk günlerinden itibaren yasaklı kimyasallarla arasının iyi olduğunu The Death of Marco Pantani kitabında anlatır. Birkaç senede bir aynı zehirlenme iddiası, aynı tartışma programları, aynı belgeler konuşulur ve ölümünden 10 sene sonra bile Rimini’deki o otel odası zihinleri meşgul etmeyi sürdürür.

Ben Johnson da dopingli olduğunun ortaya çıktığı o 100 metre yarışından sonra benzer argümanları dillendirmişti. Tarihin en kirli yarışı olarak bilinen o finalden çeyrek asır sonra bile mağdur olduğunu söyleyen Kanadalı ilk önce suçsuz olduğunu, bir komploya kurban gittiğini ifade etmişti. Sonrasında o gün ikinci olan en büyük rakibi Carl Lewis’in de doping kullandığını, onun da unvanlarının alınması gerektiğini iddia etmişti. İddialarının dayanak noktası ise 1988 Seul’e katılan atletleri belirlemek için Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan seçmeler öncesinde Lewis’in girdiği testlerden üçünün pozitif çıkması. 2003’te ortaya çıkan bu gerçek sonrası Lewis inceleme altına alınmış, kanında rastlanan o madde ve dozu sorulmuştu. Ünlü atlet bu maddenin kazara vücuduna girdiğini ifade ederken ceza almadan bu işten yakasını sıyırmayı başarmıştı.

Suçlu mu masum mu? Bu tartışma da birkaç yılda bir önümüze çıkmayı sürdürecek. 1988 Olimpiyat Oyunları 100 metre finali sporla ilgili zihinleri uyandıran ilk büyük alarm ziliydi. Sadece Lewis ve Johnson değil, o finale katılan öteki altı atletten dördünün de adı daha sonrasında doping skandalları ve iddiaları ile sarsılmış, tarihin yazıldığı bu özel yarış günümüzün bir aynası olmuştu.

Ünlü romancı Philip Roth, eski ABD Başkanı Bill Clinton ile sekreteri Monica Lewinsky’nin yasak ilişkisinin ortaya çıktığı günleri bir kitabında şöyle değerlendirmişti: “O yaz aylarında herkesin aklında başkanın penisi vardı ama yaşam, bütün o utanç verici kirliliğiyle birlikte, bir kez daha Amerika’yı kuşatıyordu.” Paranoya, utanç ve skandallar çağı en iyi bu cümlelerde kendine yer bulmuştu. Sporda ise kollara vurulan şırıngalar, otel odalarında alınan haplar, şeytani doktorların klinikleri, siyah takım elbiseli adamların masalarda sonucunu belirlediği karşılaşmalar zihinleri meşgul ediyor. Alarm zili bir kez çaldıktan sonra bir daha uyutmuyor. Sürekli, belirli aralıklarla, çalmayı sürdürüyor.

Socrates Dergi