
Tıkanma
7 dk
Bazen kaybettiğinizi sanırsınız. 1993 Wimbledon Finali'nde gözyaşlarına boğulan Jana Novotna da böyle düşünüyordu. Sonra fikri değişti.
Tenis tarihinin en büyük şoklarından biri 1993 Wimbledon Tek Kadınlar Finali’nde yaşandı. Çeyrek finalde Arjantinli Gabriela Sabatini’yi, yarı finalde ‘Amerikalı’ vatandaşı Martina Navratilova’yı eleyen Çek Jana Novotna, finalde Alman Steffi Graf ile karşılaşacaktı.
İlk iki set 6-7 ve 6-1 bitti. Kimin kupayı kazanacağının belli olacağı üçüncü sette Novotna 4-1 öndeydi. Servis kullanıyordu ve durum 40-30 lehineydi. Şöyle özetleyelim: Oyunu kazanmaya bir, finali kazanmaya sadece beş puan vardı. Kafasını kaldırdı. Rakibine baktı. Ve servisi direkt fileye taktı. Yaptığına kendi de inanamıyordu ama ikinci servisi ilkinden de kötüydü. Çift hata. Sonraki sayıda Graf’ın vuruşunu karşılamak için yavaş kaldı ve voleyi kaçırdı. 5-1 olmasına kesin gözüyle bakılan sette durum artık 4-2 idi.
Sonrası tarih. Önce 4-3, sonra 4-4, nihayetinde 4-6 ve maçın sonunda kupayı vermek için korta inen Kent Düşesi’nin omzunda ağlayan fotoğrafıyla tarihe geçen Jana Novotna...
Novotna bu andan 5 yıl sonra, 1998’de yine Wimbledon’da final oynadı ve Fransız Nathalie Tauziat’yı yenerek kupayı kazandı. Kariyeri sona erdiğinde tekler ve çiftlerde toplam 16 Grand Slam şampiyonluğu vardı. Tarihin her zaman sadece kazananı yazdığı, tam da bu yüzden büyük bir yalan işte. Çünkü Novotna bugün hâlâ 1993’te kaybettiği o finalle tanınıyor, hâlâ o finalle hatırlanıyor: “O anı hiç unutmadım” diyordu geçtiğimiz Mart ayında sport360.com internet sitesine verdiği röportajında. “İnsanlar 1993’te Steffi Graf’a kaybetmenin benim için kötü bir hatıra olduğunu zannediyorlar. Oysa bu başıma gelen en güzel şeydi. Ertesi gün açtığım her gazetenin ilk sayfasında ben vardım. Sanki finali ben kazanmışım gibi.”
White Men Can’t Jump filminin çok sevdiğim bir sahnesi vardır. Erkek kahramanımız Woody Harrelson, otobüste kendinden emin bir şekilde sporun ve belki de ona göre hayatın sırrını açıklar: “Sporda ya kazanır ya da kaybedersin. Ve hiçbir durumda bunun geri dönüşü yoktur.” Kadın kahramanımız (Rosie Perez) sıkkın bir surat ifadesiyle döner: “Yanlış. Bazen kazandım sanırsın, oysa aslında kaybetmişsindir. Bazen kaybettim zannedersin, aslında kazanmışsındır. Bazen kazanırsın ya da kaybedersin belki de aldığın sadece bir beraberliktir. Bazen berabere kalırsın oysa aslında kazanmışsındır ya da belki kaybetmiş... Çünkü kazanmak ya da kaybetmek kişinin bundan ne çıkardığına bağlıdır.”
Belki de bu yazıda uzun uzun Jana Novotna’nın o finalini anlatmam bekleniyor. Ne de olsa o maçı televizyonda da olsa canlı izlemiş dinozorlardanım. Novotna’nın kafasındaki banttan, kıyafetlerinden, bugün nasıl da demode görünen tenis raketlerinden, Steffi Graf’ın kazandığı her sayıyı normal bir şeymişçesine sükûnetle karşıladığından, maçın sonunda rakibinin yanaklarına kondurduğu iki öpücükten ve Jana’nın bütün maç soğukkanlılığını koruyup da Kent Düşesi onu teselli ederken birden kafasını nasıl omzuna gömüp hıçkırmaya başladığından bahsedebilirim. Bütün bunları hatırlayabilmek için maçı YouTube’dan bir kez daha izlediğimi söylememe de gerek yok. Yazarlar böyle detayları kendilerine saklayabilir. Ama kazanmanın insanın sırtına ağır bir yük olarak bindirildiği, bütün spor anlayışının bu tek kelime etrafında şekillendiği topraklarda belki de o ‘kırılma’ anından bahsetmek daha doğru olacak.
Her yazdığı okunası Malcolm Gladwell, The Art of Failure başlıklı makalesinde uzun uzun bu maçtan bahseder. Ve bir kırılma anı yakalar; o çift hatadan sonra Jana Novotna’nın, gözlerini kırpıştırıp, kafayı maç kazanmaya odaklı otomatik pilottan çıkarıp, karşısındakinin Steffi Graf olduğunu idrak ettiği ve elinin ayağına dolaştığı bir an. Buna kısaca paniklemek diyebiliriz ama bu doğru olmaz. Çünkü paniklemek, insanın stres altında bildiği her şeyi unutup tamamen içgüdüleriyle hareket ettiği bir durumdur. Novotna’nın yaşadığı, bir ‘tıkanma’ anı. Malcolm Gladwell yazısında ‘paniklemek’ ve ‘tıkanmanın’ neden iki apayrı kavram olduğunu detaylarıyla anlatır.

Bizden benzer bir örnek isterseniz, 2012 Londra Olimpiyatı’nda katıldığı yarış sonrası televizyon kameralarına, “Çok heyecanlandım. Yüzmeyi unuttum. Fazladan birkaç kulaç attım” diyen milli yüzücü Hazal Sarıkaya’yı örnek verebiliriz. Türk kafilesinin en genç sporcusu olarak 15 yaşında olimpiyatta yarışma şansını yakalayan Hazal’ın sözleri, 7’den 70’e inanılmaz bir spor kültürüne sahip, her alanda sonsuz başarıları ve kazanılmış kupaları olan ve kupaları koyacak müze bulamadığı için her branşa ayrı bir ‘Spor Müzesi’ açmak zorunda kalmış Türk spor camiasında büyük eleştiriyle karşılanmıştı: “Yüzmeyi unutan sporcularla olimpiyatta madalya kazanmamız tabii ki de hayal” dediler. Başarı kıstasımızın madalyadan bir gıdım aşağı düşmemesi ne hoş diyorum ben de. Tabii ki de.
Konuya, önce beynin işleyişini anlatarak, bilimle dönelim. Beyin ilk defa yaptığı bir eylemi, öğrenme aşamasında özenle yapar. Sonra tekrar sayısı arttıkça, hareketler öğrenildikçe, eylem ‘otomatikleşir’ ve beynin ön lobundan başka tarafa atılır. Öğrenme eylemi bilinçli ya da istemsiz olabilir. Virginia Üniversitesi’nden psikolog Daniel Willingham, yaptığı araştırmada deneklere bakmakta oldukları ekranda X harfi çıkınca bir düğmeye basmaları gerektiğini söyler. Deneyin ilk aşamasında X’in hangi sıklıkla ve hangi harften sonra çıkacağı bilgisi verilir. İkinci aşamadaki denekler ise X’in hangi sıklıkla ve ne zaman çıkacağından habersiz olarak yaparlar aynı deneyi. İşin sonunda iki grup da ilk başladıklarından daha hızlı basmaya başlar tuşlara. İlk grup ‘bilinçli öğrenme’ içindedir. Ne olacağını bilerek öğrenmiştir. İkinci grup farkında olmadan öğrenir. Çünkü beyin, böyle mucizevi bir organ olduğu için farkında olmadan öğrenmeyi de başarır.
Okuma ve yazmayı ilk öğrendiğiniz zamanları hatırlayın. Hâlâ ‘K’ harfi yazarken kendi kendinize önce yukardan aşağı uzun düz bir çizgi, sonra bir kısa, bir kısa daha diye hatırlatıyor ve dünyanın en zor işini yaparmışçasına dikkatli ve ağır ağır mı yazıyorsunuz? Peki ya okurken? Hâlâ heceliyor musunuz? Bir bakışta, özellikle okumaya çalışmadan, hatta okuduğunuzu bile fark etmeden kelimeleri algılamaya başlayalı ne kadar oldu? Araba kullanmak da aynı mekanizma. Öğrenirken çok zor. Öğrendikten ve yeteri kadar tekrardan sonra farkında bile olmadan yapılan bir eylem. Sizin için vitesi farkında bile olmadan yükseltmek neyse, bir tenisçi için de hızla gelen bir topa düşünmeden forehand ya da backhand vurmak aynı şey.
Yine de kimi zamanlarda, özellikle stres altındayken, beynin otomatik pilottan çıkıp işleri ilk defa yapıyormuşçasına ele aldığı zamanlar da oluyor. Hazal Sarıkaya’nın başına gelen bu işte. O anda belki de dönüp bir sağ kulvara, bir sol kulvara baktı ve olimpiyatta olduğunu hatırladı. Olimpiyatta!
Dönelim, Novotna’nın ya da Sarıkaya’nın yaşadığı ‘tıkanma’ duygusuyla ‘panik’ hissinin farkına. Tıkanma fazla düşünmenin sonucu. Panik az düşünmenin. Tıkanma hissinde içgüdüsel hareket yok, aksine yavaş ve çok düşünerek, hata yapmamak için azami dikkat ederek, hatta belki kendi kendine konuşarak ‘Ne oluyor sana? Normale dön. Bunu başarabilirsin’ diye telkinde bulunarak gelen bir başarısızlık durumu var. Panik ise tamamen içgüdülerin işi ele aldığı, o anda düşüncelerin tamamen devre dışı kaldığı ve denizde boğulurken seni kurtarmaya gelen adamın boğazına sarılmana yol açan bir ‘ilkel refleks’ hali.
Peki, sizce Novak Djokovic’i dünyanın bir numarasına taşıyan şey ne? İnanılmaz tekniği mi? Onu yenilmez kılan, kendine has ve çözülmez oyunu mu? Her maçta rakibe göre değiştirdiği taktikleri mi? Yoksa her maçta, seyircilerin neredeyse yüzde 80’i rakibini desteklerken bile, karşısındaki oyuncu maç sayısını atarken bile, bazen sinir bozucu şekilde olsa bile, o son topu defalarca karşılamayı başararak, sonunda oyunu, hatta seti, hatta maçı kazandıran inanılmaz sağlamlıktaki sinirleri, stresin derecesi ne olursa olsun, etkilenmiş göründüğünde bile etkilenmemesi ve hiçbir koşulda pes etmemesi mi?
Belki de can alıcı soru, bazı sporcuların neden bu ‘tıkanma’ anını yaşadığı değil, diğerlerinin son derece benzer koşullardan nasıl ‘kazanma’ hikâyeleri çıkardıkları olmalı belki de? Bu ancak başka bir yazının konusu olabilir. Şimdilik, bazen kaybetmenin kazanmaktan daha cazip hikayeler ortaya koyduğunu ve kaybetme hikâyelerinin büyük başarı hikâyeleri kadar derin olabileceğini kabul ederek ayrılabiliriz. Jana Novotna’nın güzel hatrı için.