
Tırmanma Sanatı
6 dk
Nairo Quintana, Fransa Bisiklet Turu’nu kazanan ilk Kolombiyalı olmak istiyor. Le Tour yokuşlarında efsaneler de ‘Uçan Böcekler’le birlikte onunla olacak.
Uzun yıllar Fransa Bisiklet Turu yarış direktörü olan Jacques Goddet, 1983’te amatör milli takımların da yarışa katılmasına izin verdiğini açıklamıştı. Le Tour’a o dönemler sadece profesyonel ticari takımlar katılabiliyordu. Bunun üzerine, o günlerde yeni yeni Avrupa’da kendini göstermeye başlayan Kolombiyalılar genç ve tecrübesiz bir takımla bisikletin en büyük mecrasında yerlerini aldı. Hepsi de tırmanışçıydılar. Onlara Escarabajos, yani ‘Uçan Böcekler’ deniyordu. Bu lâkabın hikâyesi 1950’lere, Kolombiya’nın ilk büyük bisiklet efsanesi Ramon Hoyos’a dayanıyordu. Socrates’in ilk sayısında çevirisini yayımladığımız Gabriel Garcia Marquez yazısında anlatılan minyon tipli Hoyos’un akıcı ve inatçı tırmanış kabiliyetlerinin bu böcekleri andırmasından mütevellit böyle denmişti. Yıllar içinde ülkeden çıkan tüm saf yokuşçular aynı ismi almaya başladı.
Bu yokuşçulardan biri Patrocinio Jimenez, 1983’te ilk kez Le Tour’da boy gösteren milli takımın bir üyesiydi. Yoksul ve zor şartlarda yetişen Jimenez takımın tecrübeli ismi ve lideriydi. Aslında tüm takımın Orta ve Güney Amerika’daki yüksek seviye yarışlarda Sovyet bisikletçilere de karşı olmak üzere başarıları vardı. Fakat o kadar önemsenmiyorlardı. Jimenez o günleri Kolombiyalı gazeteci Klaus Bellon Gaitan’a anlatırken “Bizde çok malicia indigena vardı” diyordu. Türkçeye ‘yerli garezi’ olarak çevrilebilir ama anlamı tam olarak bu değil. Kolombiyalıların tarih boyu hep onlardan şüphe edenlere yaptığı sürprizler ve çevrelerindeki duruma göre kimseye güvenmeden bir çıkış yolu bulmaları üzerine halk diline pelesenk olmuş bir deyim. Jimenez’e göre bu, Kolombiyalı tırmanışçıların en önemli mental sırrı. Yani tırmanırken, omuzlarının üzerinde gözleri olup hep tetikte kalmalarından bahsediyor. “Avlanan yırtıcı sen olmalısın, yoksa avlanırsın” diyor Jimenez. Yalnız kalmak ve avlanmak için de en doğru yerde patlayıcı atağını yapman gerekiyor.
Tırmanışçıları diğerlerinden ayıran da bu yalnızlık zaten. Evet, domestikleri dağlarda çalışır ancak bir yerde solo virtüöz gibi davranmak zorundadırlar. Bir sprinter, takımı tarafından oluşturulan trenle uzay mekiği misali gökyüzüne yükselip son 200 metrede kendini tek başına uzaya doğru bırakırken, yokuşçu eğim arttıkça ve gökyüzüne yaklaştıkça iyice yalnızlaşır. O yalnızlıkta, etrafında sadece rakipleri kalır. Bazen onlarla işbirliğine gider, bazen de Thoreau’nun “Yalnız olmayı seviyorum, asla yalnızlıktan daha iyi eşlik eden bir arkadaş bulamadım” düşüncesini takip ederler. Hatta bu düşüncede olanlar, dağları daha çok severler.
Tarihin ilk büyük saf tırmanışçılarından biri olan Lüksemburglu Charly Gaul de “Dağlarda, yukarıda yalnız olmak en güzel şey, orada kendimi tek başıma mutlu hissediyorum” diyerek bunu onaylamıştı. 1956 İtalya Turu’nda, Dantevari şartlar altında ve karlı havada Monte Bondone’yi tek başına çıkması bunun bir tezahürüydü. 1958’de, bu sefer Le Tour’da Chartreuse yokuşunda, karla karışık yağmurlu bir günde, yine tek başına bir acı yolculuğuna çıkmıştı. Louison Bobet, Raphael Geminiani ve Jacques Anquetil gibi devlere büyük fark atıp tek etapta sarı mayoyu kazanmıştı. O yıllarda lakabını da almıştı: Dağların Meleği. Derin mavi gözlü minyon melek, temposunu dikte ettirip rakiplerini tek tek yıkarak cennetine çıkıyordu. En büyük rakibi ise ‘Toledo Kartalı’ lakaplı Federico Bahamontes’ten başkası değildi. Katalan yokuşçu, kimilerine göre tarihin en iyi saf tırmanışçısıydı. Gaul’den biraz farklı olarak soğuktan değil sıcaktan besleniyordu. Altı kez Fransa’da ‘King of The Mountains’ (Dağların Kralı) ödülünü alırken, üç büyük turda da bu unvanı kazanan ilk bisikletçiydi. Ona boşuna ‘kartal’ denmemişti.
JP Jeunet’nin meşhur filmi Amelie’deki bir sahnede, Amelie evinde eski ev sahibinden kalan bir kutu bulur. İçinde oyuncaklar ve hatıra eşyalar vardır. Azmeder ve kutunun sahibi adamı bulur. Orta yaşlı adam eşyaları görünce çocukluğuna gidip Bahamontes’in 1959 Tour de France zaferini radyodan dinlediğini hatırlar. Anlayacağınız; onun bıraktığı iz, buralara kadar uzanmıştı. “Tek bir taktiğim vardı. Atak, atak ve atak! Baştan sona, yokuşta atak” diye anlatıyor o günleri Bahamontes. Günümüzde Alberto Contador’a kadar uzanan ve panache adı verilen İspanyol tırmanışçılar ekolünün nirengi noktasıydı. Bir kasabın oğlu Gaul ve ailesi İspanya İç Savaşı’nda dağılan Bahamontes bu ekolün yaratıcılarıydılar. Onları idol edinip aynı yolda ilerleyenler de oldu. Belçikalı Lucien Van Impe, 70’lerde Fransa’da altı kez ‘Dağların Kralı’ olmuştu. Şimdilerde Belçika’daki evine ünlü tırmanış Alpe-d’Huez ismini verecek kadar bir bisiklet tarihi hastası olan Van Impe, yedinciyi ise şansı varken kazanmak istememişti. Çünkü hayranı olduğu Bahamontes’in rekorunu kırmak istemiyordu. Saf yokuşçudan başka kimseye saygı duymuyordu. Van Impe ile iki sene önce Türkiye’de konuşma fırsatı buldum ve bana 90’larda Le Tour’da yedi kez Dağların Kralı olan Fransız Richard Virenque’i tırmanışçı kabul etmediğini söylemişti. Çünkü ona göre safkan değildi. Gerçek tırmanışçılar içten içe katil gibiydiler. Hayatlarında yaşadıkları zorluklar bir yana, acımasız mitolojik canavarları andıran dağlara karşı da başka çareleri yoktu. En iyi bisiklet kitaplarından biri olan The Rider’da Tim Krabbe şöyle anlatır: “Yol yarışı hayatı taklit eder, uygarlığın yozlaştırıcı etkisi olmadan üstelik. Bir düşmanınız yerde yatarken ilk reaksiyonunuz ne olur? Ayağa kalkmasına yardım etmek mi? Bisiklette tırmanışta onu ölüme terk edersin.”
Bu kültürü en iyi bilenlerden İtalyanlar tırmanışçıya scalatore derler. Bir de scattista diye bir terimleri vardır. Mont Ventoux, Alpe-d’Huez, Tourmalet, Stelvio, Galibier gibi dev yokuşlarda patlayıcı güçleriyle, dur durak bilmeyen içgüdüsel ve yıkıcı ataklarıyla acı yolculuğuna çıkan saf yokuşçulara derler bunu. Onlar için bu tanımın tam karşılığı Marco Pantani, yani Il Pirata’ydı. Pantani’nin hayatı 2004’te bir trajediyle sona ermişti. Fakat doping hikâyelerine rağmen İtalyanlar onu hala kutsal kelimelerle anarlar. Tutkuyla bağlıdırlar. Ruhani ve dini bir etki yaratmıştır.
Saf tırmanışçılara atfedilen bu kutsallığı anlatırken lafı tekrar Kolombiyalılara getirmek lazım. Koyu katolik bir ulus olarak acı çekmek, azap yolu ve hacca gitmek gibi deyimleri, bisikletle birlikte anarlar. Bilhassa da tırmanış ve tırmanışçılarla. Bisikleti tüm halkta bu kadar tutkulu hale getiren biraz da budur. 80’lerde Lucho Herrera ve Fabio Parra gibi isimlerle iyice alevlenen ve bugünlerde tüm pelotona tırmanışlarda hükmeden bisikletçiler yetiştiren bu ekolün son büyük temsilcisi, aynı zamanda bu yıl Le Tour’un en büyük favorilerinden biri. Daha önce Fransa Bisiklet Turu’nu kazanmayı hiçbir 'escarabajo' başaramadı.
Nairo Quintana, temmuz boyunca Tour de France dağlarında Alberto Contador ile mücadele edecek, İspanyol bisikletçiye karşı dans edecek. 25 yaşındaki Quintana, Kolombiya’nın yüksek irtifalı Boyaca bölgesinde, ikinci el dağ bisikletiyle tepedeki evinden okula her gün 16 kilometre yol giderek büyüyen bir yetenek. Bisiklet kullanmanın hobi değil de zorlukların da etkisiyle yaşamın bir parçası haline geldiği bir yerde yetişmiş. Çoğu bisikletçi gibi daha alt gelir sınıfından çıkma. Belki de bundan dolayı duygularını dışarı vururken pek cömert değil. Lâkabı bu yüzden ‘Poker Surat’. Bu sene Giro-Tour dublesi yapmak için Fransa’ya gelecek Contador dışında Froome, Nibali ve Van Garderen gibilerine karşı mücadele ederken belki de onu en heyecanla izleyenlerden biri Patrocinio Jimenez olacak. Bugünlerde Bogota’da şoförlük yapan ve aynı Quintana gibi Boyaca’lı olan eski yokuşçu, televizyon başında muhtemelen ona “Omzunun üzerinde gözlerin olsun. Malicia indigena’nı unutma!” sözleriyle nasihat vermeye devam edecek. Minyon Kolombiyalı; Gaul, Bahamontes ve Van Impe gibilerin ruhunu yaşatmaya karar verirse bunu başarabilir. Tetikte kalıp avlanan o olursa.