
Top Koşturan Çocuklar
8 dk
Türkiye'de bir nevi hayatta 'yırtma' fırsatı olarak görülen futbol, sinemada aynı ilgiye haiz değil. Bundan en mustarip olansa hep faullü müdahalelere maruz kalanlar ise Yeşilçam sokaklarında top koşturan çocuklar.
Metin Oktay'ın başrolünde oynadığı Taçsız Kral isimli bir film var. 1965'te Atıf Yılmaz tarafından yönetilmiş. Yeşilçam'ın taraftarı sinemaya çekmek için göze aldığı bir risk, cesur bir girişim bu. Oktay'ın oyunculuk açığını kapatmak için kadro Ayten Gökçer, Ajda Pekkan ve Gönül Yazar ile desteklenmiş, Erol Taş ile de iş neredeyse garantiye alınmak istenmiş sanki.
İşin doğrusu, Yeşilçam yapımlarının en, en kötülerinden biri de değil bu. Çocukluğundan başlayarak, Oktay'ın futbol kariyeri anlatılıyor filmde. Fakat en ilginç yanı hikâyedeki kadınlar bence. Ne zaman hayatına girseler Oktay'ın kariyeri tepetaklak oluyor, aradan çekildiklerinde her şey 'normal'e dönüyor. Bu kadınlardan biri tarafından "Ya ben, ya Galatasaray" diye seçime zorladığında hiç düşünmeden yapıştırıyor cevabı Oktay: "Galatasaray! O daha vefalı." Bir futbolcunun kadınlarla imtihanını seyrediyoruz aslında. Bu meseleyi başka bir yazının konusu diye sakladığımı itiraf edeyim, ama biz yine de bu filmi, futbolu kendisine konu edinen Yeşilçam yapımlarının zirvesine yerleştirelim şimdilik ve futbollu diğer filmlere bakalım.
Yeşilçam için yeşil sahalarda çok malzeme var. Bazen hikâyeye hiçbir katkı sağlamadığı halde Beşiktaş takımını tam kadro görebiliyoruz filmlerde. Mesela 1960 tarihli Kırık Kalpler.
Hayali futbolcuların kariyerleri de bolca işlenen bir tema. 1974 yapımı Uyanık Kardeşler'de Kadir İnanır, gol krallığına kadar ulaşacak futbol kariyerini babası Hulusi Kentmen'den saklamak zorunda çünkü babası onun mühendislik okuduğunu zannediyor.
Kapıcı dairesinden yükselen bir futbolcunun hüsranla biten hikâyesinin anlatıldığı 1985'te çekilmiş Ya Ya Ya Şa Şa Şa da başka bir örnek. Başrolde İlyas Salman var. Babasını oynayan Münir Özkul'un kariyerindeki en sevimsiz rolü, herhalde bu filmdedir: Elinde sopa, oğlunu dövmek üzere sahalara dalan bir baba. İnsanın daha seyrederken unutmak istediği bir karakter.
Bunların yanında futbolun kıyıdan köşeden bulaştığı çok sayıda yapım da var. Hayatı boyunca her işte kaybettiğinden, daha başlar başlamaz ayağı kırıldığı için biten futbolculuğuna da işaretle 'ofsayt' lakabı takılmış bir Osman var mesela. Sadri Alışık'ın yarattığı bu karakter "Bu da mı gol değil?" repliği ile bilinir.
Mavi Boncuk filminin karakterleri kaçırdıkları Emel Sayın yıkanabilsin diye küvet almak istediklerinde stadyum önünde karaborsacılık yaparlar. Ellerinde harita define peşinde koşan Salak Milyoner filminin kahramanları kazdıkları tünelin sonunda stadyumun ortasına çıkıverir. Tam da Kayserispor-Fenerbahçe maçı oynanırken. Toptan Fenerbahçeli Hababam Sınıfı'nın iki şeyden çok çektiğini de sanırım hepimiz biliyoruz: Mahmut Hoca ve Trabzonspor. Kemal Sunal'ın oynadığı, futbollu birçok film var. f...
"Oyunla geçirecek vaktimiz yok"
Bütün bunların yanına bu yazının esas konusu olan minik, hepimizin aşina olduğu bir temayı koymak istiyorum şimdi: 'Yeşilçam Sokağı'nda top koşturan çocuklar. Çok sayıda filmde tüm hor görmelere, tehditlere, müdahalelere rağmen oyunlarına devam etme kararlılığındaki çocuklar bunlar. Nitekim bu yazıda 'zirve' diye tanımladığım Taçsız Kral filmi de bir çocuğun ailesine direnişiyle açılır. Oktay'ın babası oğlunun top sevdasından hiç memnun değildir ve bıçağı kaptığı gibi topunu, Oktay'ın gözü önünde keser. Aralarında geçen konuşma tam olarak şudur:
Baba: Al bakalım (topu kesti de). Bindir söylüyorum topla oynamak günahtır. Günah nedir bilir misiniz? Bir daha görürsem yapacağımı biliyorum ben. (Oktay'ın yanına gelen annesine dönerek) Al kucağına al. Sıkılmasan aferin diyeceksin. Tövbe yarabbi. Tövbeler olsun.
Anne: Yapma oğlum. Laf anla biraz. Fakiriz biz. Oyunla geçirecek vaktimiz yok. Baban sabahın altısından gece yarısına kadar fabrikada ömür çürütüyor. Bir gündüz uykusuna hasret. Bir erkeğimiz de sensin. Okuyup kazanacaksın oğlum. Başka çaremiz yok.
Metin: Var anne, göreceksiniz!
Kararını çoktan vermiş Metin Oktay ağlayarak yatağına kapanır sonraki sahnede ve şöyle der: "Oynayacağım işte. Ben top oynayacağım."
Peki nedir ailelerin bu hoşgörüsüzlüğünün sebepleri? Birkaç cevabı var bunun. Ama en önemlisi topun oynandığı yerle ilgili galiba. Filmlerde çocuklar kesinlikle konaklar etrafında görünmez, köylerde oldukları da söylenemez. Şehirlerin kenar, köşe mahallelerinde, gecekondular arasındadırlar en çok ve Metin Oktay'ın annesinin dediği gibi buralarda, kimsenin 'oyunla geçirecek vakti yok'tur. Geçim sıkıntısı büyük, top peşinde koşmak ziyanlıktır. Üstelik pabuçlar da parçalanır. Top için okuldan kaçılır, oysa bu mahallelerin çocuklarından okuyup iş güç sahibi olmaları beklenir. Fakat bir çocuk top peşine düşmeyegörsün. Filmlerde, o köşede, bu sokakta, yukarıdaki arsada, kapı önünde hep top oynar çocuklar. Başlarındaki dert de anne ve babadan ibaret değil ki!
Cam Altında Top İsteyen Çocuklar
Bol bol cam kırma sahnesi görürüz filmlerde. Kırılmış camdan dışarıya uğrayan komşu teyzelerin hışmı hiçbir şeye benzemez. "Hem camı çerçeveyi indirin, hem topu isteyin, kâfirler, hadi gözüm görmesin sizi!" diye delirir Mürüvvet Sim'in oynadığı bir karakter. Topun camı kırmış olması değil de geri alınması çocuklar için büyük bir mesele olduğundan cam altında yalvarırken görürüz onları. Metin Oktay'ın babasının yaptığı gibi bulunabilecek en büyük bıçakla çoktan kesilmemişse toplar geri alınır.
Topları da lastikten, en ucuzundan, ikide bir patlar. Yenisini alacak para da olmayınca tamir edilmeleri lazım gelir topların. Bu tamir işini de filmin ana karakteri üstlenir ve böylelikle filmde bu çocukların varlığı işlevsel hale gelir: Ana karakterin iyi kalpliliğine vurgu yapmak. Sadri Alışık işte bu iyi kalpli, gönül insanıdır. 1967 tarihli Akşamcı filminde, tamirci dükkânına telaşla dalan çocuklarla Alışık arasında kıyasıya bir pazarlık geçer. Nikahına yetişmek üzere dükkânından çıkan Alışık'ı çocuklar durdurur.
Mahallenin futbol takımının müşkülü büyüktür o an, oynadıkları top patlamıştır:
-Osman Abi, şunu yapıştırıversene Osman Abi.
-Yav şimdi olmaz ki. Yarın gel, hem de akşamüstü.
-Olur mu be abicim! Maçımız yarım kaldı. Hem de tam penaltı atacaktık.
-Ben de penaltı atmaya gidiyorum. Bekliyorlar işte orada.
-Etme be abicim sonra sahadan kaçtığımızı sanacaklar.
-E beni de öyle sanacaklar. Hükmen ve kanunen mağlup olsam sizin takım kurtarır mı beni yani?
-Eğer galip gelirsek senin ve yengemizin şerefine üç defa 'Sağol, sağol, sağol!' diye bağıracağız. Hadi be abicim, ne olur be!
Filmlerde çocukların ana karakterleri tanıtmak görevleri de var. Esas adam, mahalleden geçerken şöyle bir dokunur topa mesela. Çocuklar coşar, tezahürat yapar çünkü zaten çok sevdikleri birisidir bu. Tanımadıkları biri topa girdiğinde tepeleri atar ve seslenirler: "Versene topumuzu be!"
Mahalle denen coğrafi sınırları muğlak ama günlük hayatın unsurlarıyla belirlenen kültürel çevrede çocuklar arka plandadır, mahallenin dokusunda mutlak yer sahibidirler filmlerde.
Adres sorana, kaybolana yol gösterir, itilmesi lazım gelen arabaları iterler. Camlar kırıldığında bazen neşe, bazen korkuyla kaçışırlar. Oynadıkları sahaların tozu toprağına karışır, leş gibi, yorgun, mutlu, eve dönerler.
Tesisleri olmadığı gibi altyapıları da yetersizdir. Yine de ayakkabısızlığa, topsuzluğa, sahasızlığa her zaman bir çare bulunur. Topun olmadığı yerde teneke kutular işe yarar. Ayakkabısı olmayan üç kat çorap giyip oyuna katılır. Kaleler hep iki taş marifetiyledir. Topu olmayan yan mahalle çocuklarının tam maçın ortasında gelip top çalması da başka bir dert. Bunlardan, topu kapıp kaçanını da görürüz, hızlı davranamadığından üzerine çullanılanını da. Kavgalar büyüdüğünde olayın içine aileler girer. Aileden kasıt da çoğunlukla kadınlar aslında. Hiç sevmedikleri futbol denen bu bela yüzünden, annelerin başları bir de komşularla derde girer. Zaten terli terli oynayıp hasta olacaktır çocuklar, zaten de okuldan kaçıp dururlar, bir de üstüne kavga.
Nerede Oynayacaklar?
Sorunların en büyüğü ise topun nerede koşturulacağıdır. 1960'larda hızla dönüşen kentlerde oyun alanları yok olmaya başlar. Orhan Kemal'in Devlet Kuşu romanından uyarlanan 1961 yapımı Avare Mustafa filminde bu mesele çarpıcı şekilde işlenir. Mahallenin top sahasına birileri girip ölçüm yapmaya başlar bir gün. Mahallenin gözüpeklerden mürekkep takımı Küçük Karakartallar bu işe çok bozulur. Kendilerini kovalayan, "Yakalarsam bacaklarınızı kırarım, teker teker gebertirim" diye tehditler savuran arazi sahibine karşı tam bir direniş örgütü gibi karşı dururlar. İstedikleri de aslında hiç değilse inşaat başlayana dek arazide top oynamaktır. Ona bile izin yoktur. Takımlarının adının büyük harflerle yazılı olduğu duvarın üzerine çıkıp kalıbı yerinde, yaşı geçkin bu adamla, "Balina, balina" diye alay ederler. Karşılıklı taş atılır, anlaşmazlık sürer gider. Ta ki temellerin üstünde apartman yükselene dek.
Aynı film 1980'de Devlet Kuşu adıyla yeniden çekildiğinde bütün bu tartışma yeniden yaşanır, bir kaç farkla: Duvardaki 'Karakartallar' yazısı 'GS' olmuştur ve aradan geçen yirmi senede İstanbul'da boş arazi sayısı hızla azalmıştır. Neyin neye dönüştüğü hiç belli olmayan kentsel dönüşümün sokaktan sadece futbolu değil, çocukları ve oyunları da sildiği zamandır bu.
Filmlerde anne ve babalardan en çok duyduğumuz laflarsa şunlar:
"Topa mopa niyetlenirsen kırarım bacaklarını."
"Ben saçımı süpürge edeyim sen maça git."
"Bak çok fena yaparım, otur oturduğun yerde."
Bu hoşgörüsüzlük sürekli tekrarlanan bir tema halinde işlenir durur Yeşilçam'da. Futbol bir zaman kaybı, boş hayallerin ikametgâhı, aylaklığın ispatıdır. Benzerleri arasından sivrilen, başarıya ulaşanlarsa aynı aileler tarafından sevgiyle kucaklanır, hatta büyük payı da aile alır. Ya Ya Ya Şa Şa Şa filminde Münir Özkul, sahalardan döve döve sürüklediği oğlu için büyük transfer parası önerildiğinde onun iyi bir oyuncu olacağını hep bilen, bunu hep söyleyen baba haline gelir.
Aslında bu filmlerde genel olarak çocukluğun eksiklik, olmamışlıkla tanımlanmasına da şahit oluruz. Sadece az yaşadıkları için saygıyı hak etmez çocuklar, alenen tahkir edilirler. Çocukluk ve futbol tahammül edilemez bir birleşimdir. Fikirlerini söylediklerinde "Sana soran oldu mu?" denmesine ve ailenin hep beraber neşe içinde gülmesine şahit oluruz filmlerde bol bol. Çocuk gülmez, başını eğer, yerine oturur. Tam da ondan beklendiği gibi.
Peki bütün bunlar bize ne anlatır? Türk futbolunun tesis, altyapı yokluğundan ilerleyemediğine dair yaygın bir kanaat vardı bir zamanlar. Bu tartışmayı bir yana koyarak, sokakta oynanan futbolun değil hafife alınması, tüm unsurlarıyla tümden yok edilmeye çalışılmasının da yeterince ileriye gidememiş olmaya katkısı yok mudur hiç? Yeşilçam aracılığıyla tesis edilmesi lazım gelen şeyin başka bir şeyler olduğunu görmüyor muyuz? Hevesi olana cesaret vermek, kararlı olana arka çıkmak, dirayet gösterene destek vermek hasletlerinden mi yoksunuz toptan?
Ama belki de artık sokaktan yetişen futbolcular için sorun daha büyük. Neredeler, hangi koşullarda oyunuyorlar, kaldı mı bu çocuklar? AVM kapılarında mı bulacağız onları, halı saha kenarında başkalarını mı seyrediyorlar? Ya da belki teknoloji bu işe en köklü çözümü buldu, hepsi bilgisayar ekranına bakıyorlar sadece... Varsa sokaklarda hâlâ, bu yazıyı okuyan da top hediye etsin çocuklara. Zira top mühim.