Travma

9 dk

İstanbul, 2005 yılında tarihinin en büyük dönüşlerinden birine sahne oldu. O geceyi, en yakın tanıklarından Fatih Terim’le konuştuk.

Fatih Terim, şüphesiz ki Avrupa arenasındaki en kariyerli Türk teknik direktör. Bu yüzden, ‘Avrupa’ başlıklı bir dosyanın içinde Türkiye A Milli Futbol Takımı, Galatasaray, Fiorentina ve Milan’a yayılan geniş kariyeriyle onun da yer alması gerekiyordu. Peki bunu nasıl yapacaktık? Yolculuğundan herkes haberdardı, başarılarını herkes biliyordu... Biraz düşündükten sonra, aklımıza başka bir ihtimal geldi...

Avrupa futbolunun kulüpler düzeyindeki zirve organizasyonu Şampiyonlar Ligi’ydi ve bu turnuvanın en unutulmaz finali, 2005 yılının 25 Mayıs akşamında İstanbul’da oynanmıştı. Fatih Terim o gün, eski kulübü Milan’ın Liverpool’a karşı mücadelesini yorumlamak için mikrofon başındaydı. İlk yarı Milan’ın 3-0’lık üstünlüğüyle tamamlandıktan sonra karşılaşmanın spikeri, yorumcu Fatih Terim’e görüşlerini sordu. Terim’in cevabı netti; artık bu maçın zor döneceğini ve bir İtalyan takımının, hele ki bir Şampiyonlar Ligi finalinde, üç gollük avantajını kaybetmeyeceğini söyledi. Sonra ikinci yarı başladı, Liverpool döndü, 3-3’lük eşitliği sağladı, maçı penaltılara, nihayetinde de kupayı müzesine götürdü. Herkes şoktaydı.

Tam 12 yıl sonra, yine bir Mayıs günü, 4. Levent’teki Pembe Köşk’ün kapısını çaldık ve daha öncesinde röportaj talebimizi onaylayan Terim’in karşısına oturduk. Sorularımız çok, zamanımız dardı. Biz de vakit kaybetmeden kayıt düğmesine bastık...

Maçtan bir gece evvel, eşim Fulya ile birlikte, Milan’lı yöneticileri eşleriyle Ulus 29’da ağırlamıştık. Burada kaldıkları süreçte de ufak tefek şeyleriyle ilgilenmiş, onlara yardımcı olmuştuk. O süreçte Milan tarafından isimlerle yaptığım konuşmalarda inandıklarını görebiliyordum. Hatta çok enteresan bir şey olmuştu; İtalyan taraftarlar da ilgiden dolayı otellerde yer bulamayınca büyük yolcu gemileriyle Karaköy’e yanaşmışlardı. Geceyi de o gemilerde geçirdiler sonra. O kadar hevesli ve inançlılardı yani. Ama büyük bir hevesle başladıkları İstanbul rüyası, sonunda kâbusa dönüştü.

Olimpiyat Stadı’nı iyi bilen biri olarak söylüyorum; herhâlde orada oynanan en iyi maçtır. Sadece sahada yaşananlarla da değil; reklam tabelalarının taç çizgilerine daha yakın, tribünlerin de tamamen dolu olması gibi birçok etken sayabilirim size. Her yönüyle muazzam bir finaldi. Hele hele 3-0’dan sonra...

Maçın yorumcusu bendim o gün, karşılaşmadan önce de Milan’ı favori görüyordum. Buna hissiyatımı sebep gösterebilirsin ama mantık da bunu işaret etmiyor değildi hani. Nitekim çok da iyi başladılar ve pat pat pat! Daha ilk dakikada ilk gol geldi, sonra da 3-0! Yani, siz bir teknik adam ya da bir oyuncu olsanız ilk 45 dakikayı nasıl hayal edersiniz? 3-0’ı düşler misiniz? Şampiyonlar Ligi finali bu, mümkün değil. İnanılmaz avantajlı bir skor, hele ki İtalyan takımıysanız... 3-0’ı geç, 1-0 bile avantajlı skor onlar için. Gerektiğinde onu da korurlar yani.

Ben de devre arasında görüşlerim sorulduğunda bunu dile getirdim; “Artık çok zor, hatta imkânsıza yakın” gibi cümleler kurdum. Ancak futbol, o gün bir kez daha nasıl bir oyun olduğunu gösterdi. Eski bir Milan’lı olarak biraz da duygusal davrandım belki, bilemiyorum. Ama sonunda Liverpool’dan böyle muhteşem bir dönüş geldi işte. İlk 45 ile ikinci 45, adeta iki ayrı dünya gibiydi; iyi oynayanlar kötü, kötü oynayanlar iyi, baştan aşağı bir rol değişimi... Maçtan önce, ne kadar hayal ederseniz edin yazamayacağınız bir senaryodan bahsediyorum; 3-0, 3-3, uzatmalar, penaltılar... Belki hayatı boyunca penaltı kaçırmamış Shevchenko kaçırıyor, Dudek tutuyor... “Olmaz” diyebileceğiniz çok şey oldu yani o gün.

Durumu açıklama adına bir örnek vereyim... Bu yıl Barcelona, Şampiyonlar Ligi’nde PSG’ye deplasmanda 4-0 kaybetti ama ikinci maç öncesi herkesin aklında “Acaba?” sorusu vardı. Çünkü Barcelona bunun için kurulmuş bir takım, Messi-Neymar-Suarez bunun için varlar, gerektiğinde üç golü üç dakikada atabilmek için. Attılar da daha önce, atabildiklerini biliyoruz. Zaten herkes de o yüzden “Acaba?” dedi. 5-1 bitse ilk maç, 5-0 da muhtemel görülebilirdi PSG karşısında. Barcelona’nın bunu yapmışlığı var çünkü. O gün de yaptılar.

Ama sonra ne oldu? Karşılarına Juventus çıktı. İlk maçı 3-0 kaybettiler. Peki bu kez gerçekten “Acaba?” diyen kaç kişiydi mesela? Yoksa genel kanı, Juventus’un PSG gibi turu vermeyeceği yönünde miydi? Bence ikincisi. Bu kadar basit! Doğal olan bu zaten. İtalyanlar “Biz PSG değiliz, Juventus’uz, buradan vermeyiz” dediler. Vermediler de... Milan da muhtemelen o gün böyle düşündü -üstelik Liverpool da bir Barcelona değildi- ama olmadı...

Futbolu, hücumla savunma arasında ya da kayıpla kazanç arasında geçen bir oyun olarak tarif edebiliriz. Kariyeriniz boyunca bu uçlar arasında gidip gelirsiniz. Fakat neredeyse 20. yüzyılın başından beri defans üzerine uzmanlaşmış, bu felsefeyi müthiş uygulamış, bu anlayışıyla dünyada ün yapmış ve başarılar kazanmış bir ülkenin en önemli takımının başına böyle bir şeyin gelmesini beklemezsiniz; oturmaz yerine. “Bir İtalyan takımı bundan sonra vermez” dersin, başka ne diyeceksin ki zaten? Koca bir yüzyılın içinde çokça denk gelinecek bir olay değil; üç kere olduysa biri budur, iki kere olduysa yine biri budur. İki tarafın yaşadıkları yıkım ve sevincin büyüklüğünün nedenini de burada aramak lazım.

Düşün; ilk 45 bitmiş, iki soyunma odasında konuşmalar yapılıyor... Milan’ınkinde ne olmuştur? Ancelotti girmiştir odaya; oyunu rölantiye alın demiştir, oyuncularından diri kalmalarını istemiştir, gol yemeden devam etmeleri için çok küçük dokunuşlar yapmıştır belki, 11’i korumuştur ki iyi gidiyorken ve olağandışı bir durum yokken böyle davranırsınız. Genel tavır budur. Sonuçta taç olsa size yarıyor, aut size, faul size, sakatlık size... Zaman sizden yana yani. Diğer tarafta ise zaman, en büyük düşman! O yüzden de Rafa Benitez, Ancelotti gibi davranmamıştır. Davranmaması da gerekir. Kaybedecek bir şeyi yoktur çünkü; 7-0 yenilse de gitti kupa, 3-2 yenilse de... Ne değişecek? Bu yüzden tüm riskleri almıştır muhtemelen; rakip kaleciye ve savunmaya pas yaptırmamalarını istemiştir oyuncularından, olabildiğince çabuk rakip sahaya geçmeyi, oyalanmadan, hatta biraz acele ederek oynamalarını öğütlemiştir onlara, duran toplarda fazladan adam yollamıştır ileriye, oyuncu değişikliğine gitmiştir... Yapabileceği ne varsa yapmıştır yani. Bir sonrasını ise düşünmemiştir; “Uzatmada ne olur, penaltılara kalsa kim atar?” gibi sorular düşmemiştir kafasına.

Dönemin Milan teknik direktörü Carlo Ancelotti

Dönemin Milan teknik direktörü Carlo Ancelotti

İki takım, tam da bu düşüncelerle çıktı ikinci yarıya; biri büyük bir özgüvenle, diğeri ise acelesi ve telaşıyla. Ama bir noktada, muhtemelen de o ilk golden sonra roller değişti. Liverpool, Milan’ın özgüveninden; Milan ise Liverpool’un telaşından çalmaya başladı azar azar. Ben Milan’lı oyuncuların daha önce hiç öyle bir gol yiyip de paniklediğini, bocaladığını görmemiştim mesela. O güne denk geldi. Seyirciler de ayaklandı o sırada. Türk olanların neredeyse hepsi, zayıfın yanında durma adına hemen Liverpool tarafına geçtiler. O sinerji sahaya da yansıdı ve iki, üç derken maç bir anda eşitlendi. Sonrasını biliyorsunuz; uzatmalar ve o psikolojiyle gidilen penaltılar...

Maçtan sonra, saat 02.30 gibi stadyumdan ayrılıp Milan’ın oteline gittim. Hepsiyle beraberdim orada; rahmetli Cesare Maldini, Adriano Galliani, Ariedo Braida, Carlo Ancelotti ve oyuncular... Hepsi de “Nasıl olur böyle bir şey? İmkânsız!” deyip duruyordu. Şoktaydı herkes. “Geçmiş olsun” derken bile bir garip oluyordunuz. Başına çok kötü bir iş geldiğini bildiğiniz bir insana “Nasılsın?” diye sormak gibi bir şeydi. Yemeğe oturuldu sonra ama kimse kimseyle konuşmadı. Yemek bitiminde de aynı şekilde odalara dağıldı herkes. Kolay atlatılacak bir travma değildi.

Eminim ki Milan’daki her futbolcu, o maçtan günler, aylar, hatta yıllar sonra bile nasıl böyle bir duruma düştükleri üzerine kafa yormuş ve “Bu nasıl olabildi?” demiştir. Ancak bu tarz kayıplardan sonra oyuncu bazında hata aramak bir sonuç vermez. Böyle yenilgiler, artık bütünün hatası olur. Normal bir maçı bireysel hatayla kaybedebilirsiniz ama ilk yarısını 3-0 önde kapattığınız bir Şampiyonlar Ligi finalini kaybediyorsanız, orada bireysel hataya bakılmaz. Artık o noktada bazı şeylerin marjinal düzeyde ters gittiğini anlamanız gerekir. Yoksa elbette kendinize “Biz bu maçı nasıl kaybettik?” diye sorabilirsiniz ama bir cevap bulamazsınız. Bunun adı travma, bunun adı faciadır ve hepimize futbol hayatlarımızda, büyüğüyle küçüğüyle, en az bir kez denk gelir. Milan’lıların yaşadığı da buydu. Şanssızlıkları ise bunun Şampiyonlar Ligi finaline denk gelmesi oldu.

Socrates Dergi