socratesXreflect_alt

Tripod

10 dk

İbrahim Altınsay ile, Türkiye futbolundaki birtakım dengeler ve bunların ne kadar değiştirilebileceği üzerine konuştuk...

Danışma Kurulu'nda bulunduğu dergimize birçok farklı şekilde katkı veren İbrahim Altınsay'ın bu defa 'Beşiktaş Yönetim kurulu üyesi' kimliğine başvurduk ve Türkiye'de bir yöneticinin gözetmesi gereken dengeleri sorduk. Laf lafı açtı, biraz oradan biraz buradan derken kendimizi ucu açık bir fikir teatisinin içinde bulduk...

Ben İngiltere'de Premier Lig'in oluşumunu çok yakından takip ettim. Televizyon yayınlarıyla birlikte küresel bir mecra haline geldi futbol. Dili de çok basit olduğu için giderek güçlendi. Arkasından internet ve bahisle birlikte günlük hayatımızın içine girdi. Tabii bahis, oyunla ne kadar ilgileniyor o ayrı bir tartışma. Fakat bunlar bence futbolu son çağın en önemli mecrası haline getirdi. Müthiş bir sermaye birikimi oldu. Zaten görüyoruz ki bugün en büyük şirketler bu işin içindeler... Dünya nüfusu 8 milyara ulaştı, 8 milyar potansiyel alıcıları var. Bir yandan da içerik çok önemli. İnsanlar "Bunlar çok yaygınlaştı" diye seyretmiyor. Gün 24 saat ve herkesin hayatta başka öncelikleri var. Ne kadar maç seyredersen seyret yetişemiyorsun. Bir de ekranlar, çoklu ekranlara dönüştü. Ben bile bu kadar tutucu davranmama rağmen arada birkaç siteye, istatistiğe bakıyorum. Bu da bir bölünmüşlük yaratıyor. Günde dört maç izliyor, her birine başlarken öncekini aklından çıkarıyor, unutuyorsun. Ben ilk izlediğim 1970 Dünya Kupası'nın her maçını anlatabilirim sana ama dünkü maçı sorarsan zorlanabilirim.

Oyuna, çocukluğundan gelen bir bağlantın var. Seni eğlendirmiş, senin hayatının parçası olmuş; bir bağımlılık haline gelmiş... Orada bir sadakat olması lazım. Fakat yönetim tarafına girdiğinde işin pratiğini de geliştirmen, müdahale etmen lazım. Mesela Türkiye'de üç İstanbul kulübü arasındaki tarihi rekabeti çok değerli ve geliştirici buluyorum; büyük bir 'sermaye' olarak görüyorum. Semt kulübü kimliklerini koruyarak küresel birer güce dönüşebilirler. Ülkede bu potansiyel var. Bu niye olmuyor diye düşünüyor ve olması için çabalıyorum. Fakat konuşmaya geldiğimizde hep olmayanlar üzerinden açıyoruz konuyu, bu beni rahatsız etmeye başladı artık. Çözüm aramaktan ziyade 'iç dökme' gibi oluyor.

Txiki Begiristain, Ferran Soriano, Khaldoon Al Mubarak

Txiki Begiristain, Ferran Soriano, Khaldoon Al Mubarak

Ha, parantez içinde şunu da söyleyeyim, Türkiye'de futbol hiç olmasa belki toplum daha mutlu olacak. Fırıncılar olmasa aç kalırız da futbol olmasa başka şeylerle ilgileniriz yani, ölmeyiz. O kadar da ciddiye almamak lazım bu işi. Bakıyorum da sosyal medyada birçok genç ölüm kalım meselesi gibi görüyor. Bir öfke, bir nefret... Oyun bu ya, gidip eğleneceksin. Tatmin oluyor musun olmuyor musun; bütün mesele bu. Ben bu tatmin için çabalıyorum. E bu işin de bir tarihçesi var. Türkiye'de futbolun esas yöneticisi federasyon, değil mi? Oraya futbolu bilen bir ekip gelip strateji belirlese, bu stratejiyi altı ayda pratiğe geçirir, iki senede de her şeyi değiştirir. Hatta o kadar da sürmez. Niye olmuyor? Çünkü sistem, buraya gelen parayı ve nüfuzu paylaşmak üzerine kurulu. Gelişmeyi önleyici, sana zaman tanımayan, her şeyi sonuç ve kişiler üzerinden tanımlayan, tam bir yarı feodal aşiret yapısı...

Geçmişe bakıyorsun; özellikle Şenes Erzik federasyonları döneminde hem kulüp hem milli takım bazında dünya standartları yakalanmıştı. Niye? Federasyon bağımsızdı. Şimdi herkes diyor ki liyakatli insanlar gelsin. Gelsin de bağımsızlık vermezsen ne olacak ki? Türkiye, bu işi yapabilecek insan kaynıyor ama bu insanlara o yetkiyi vermiyorsun. Yetki vermediğin için hesap da vermiyor kimse. Emir kulu, getir götür işlerini yapan insanlarla bu işi yürütüyorsun. Yoksa zor değil; Türkiye 2000'lere kadar standartları yakalamıştı. Ama bu noktada futbola FETÖ hâkim oldu. İş siyasi ve ekonomik rant paylaşımına döndü. Benim de şansım; bu işi İngiltere'de takip edip 2000 yılında Serdar Bilgili'nin verdiği tam yetkiyle futbol komitesi ve pazarlama bölümlerinde bir şeyler yapmaktı.

En dengeli masa hangisidir? Üç ayaklıdır. Kameraları tripoda koyarsın çünkü üç ayak her türlü dengesini bulur. Dört ayaklı bir masa sallanabilir, beş ayaklı olsa biri zaten gereksizdir. Futbolda da öyle. Borussia Dortmund'dan Manchester City'ye kadar her yerde, en başta bir CEO ya da başkan vardır. Sonra sportif direktör gelir. Bu kişinin; kulübün ve ülkenin yapısını, sosyolojisini, üstüne de kulüp iş idaresini, sözleşme hukukunu çok iyi bilecek biri olması gerekir. Çünkü futbol kulüpleri sosyal organizmalardır. Niye övünüyoruz ki taraftarımız var, tarihimiz var diye? İşte en büyük sermaye budur, sosyal organizma olmalarıdır. Bunu bilecek, çağdaş yönetimi bilecek, rasyonel bir yönetim planı oluşturacak bir sportif direktördür ikinci ayak. Üçüncüsü de teknik direktördür. Takımın sahaya girdiği zaman yeşil alanda ne oynayacağını bilecek kişi odur. Bu üçlünün etle tırnak gibi olması halinde denge kusursuz işler, masa sallanmaz. Federasyonlar da böyledir; doğru üç adam bulur ve sonuçlara bakmadan onların arkasında durursan ilerlersin.

Futbol oyununda kendiliğindenlik ile onun denetimi arasında müthiş bir diyalektik ilişki var. Her an kendiliğinden yeniden üretilen ama senin onu takım oyunuyla, teknik ve taktikle, fizikle kontrollü hale getirip kendi lehine çevirmeye çalıştığın bir şey. Zevki de buradan geliyor zaten, bilgisayarda oynanmıyor. Bielsa diyor ya bilgisayarda oynansa ben her maçı kazanıp şampiyon olurum diye... Teknik direktör olarak futbolcuların arasında bu dengeyi kurman lazım. Fizik kondisyon, taktik kondisyon, teknik kondisyon hatta mental kondisyon arasında bir denge sağlaman lazım. Takım fiziği çok iyi, tekniği kötü; bir manası yok. Tersinin de yok. Bütün bunları bireysel olarak geliştirip bir de takım içinde de uyumlu hale getirmen, yani bireysellikle kolektiflik arasında bir denge kurman lazım ki bu da futbolu devamlı zenginleştiren bir çelişki. İşte teknik direktör bunları hazırlayacak, saha dışı organizasyonu sportif direktör yapacak, CEO da bunların hepsinin stratejiye uygun yürümesine bakacak. Bunlar bağımsız çalışırsa, zaman da verilirse, tripodun üç ayağı oturmuş ve her şey dengeye girmiş olacak. Bu kadar basit.

Marcelo Bielsa

Marcelo Bielsa

Benim bu işten elimi çekemememin nedeni de bu; ya bunlar olur diyorum, niye olmasın diyorum... Oldu da! Ama biri geldi baltalandı, başkası geldi baltalandı... Şenes Erzik döneminde biz uluslararası düzeyde meseleler konuşuyor, tartışıyorduk. Bunları yapmak için bir heyecan, hırs, istek vardı. Diyorum ya, bağımsızlık vardı. Kulüplerin de bağımsızlığı, daha popüler tabirle namusu; bütçesinin denk olması, kimseye müdanasının olmamasıdır. Hayatta da böyledir; sen kimseye muhtaç değilsen, kimsenin kapısında beklemiyorsan özgür ve bağımsız insansındır. Bütün mesele buna dayanıyor. Bağımsızlık yoksa yapı kuramazsın, yapı olmayınca da denge olmaz.

Popülizme teslim olup "Şampiyon olacağız, ezeceğiz, gideceğiz" diyorsun. Gidemeyince bu defa "Hakemler bizi yıktı" demeye başlıyorsun. Sen öyle dedikçe de hakemler daha çok manipüle ediyor maçları, dikkat et bak. Hakemlere sayıp sövüyorsun, hafta sonu geldiğinde bu hakemlerle kuzu kuzu maça çıkıyorsun. Hiç kimse de demiyor ki hakemlik kurumu böyle çalışmaz, biz burayı geliştirelim, yatırım yapalım... Canı yanan bağırıyor sadece. Fotoğraf DepoPhotos Bağırdıkça da hakemler alttan alttan o kadar güzel manipüle ediyorlar ki her şeyi... Merkez Hakem Kurulu'nun seçimlerine falan da bak çünkü orada da başka bir rant var. Ne olabilir ki hakemlere bu kadar yanlış ve tutarsız kararlar verdirebilecek? Genç hakemler pırıl pırıl geliyor, bir süre sonra hepsi 'dengeciliğe' başlıyorlar. İdare etmeye, farklı dengeler gözetmeye, hesaplara girmeye başlıyorlar. Neden? Yoksa görev alamayacaklarını düşünüyorlar.

Sistemden faydalanan kişiler kendilerine göre bir düzen kurmuşlar, evet. Diyorsun ki o dengeleri nasıl gözeteceksin... Bu dengeleri gözetmeyeceksin, bu dengeleri kesip atacaksın. Bunlarla bir denge kuramazsın. Olur mu öyle diyorsun, olur. Fikret Orman da benden tam olarak bu konuda destek istemişti; başladık, adım attık, işler birazcık düzelmeye başladığında boğuldu. İnsanlar rahatsız olunca direnemedi. Menajerler diyorsun; benim menajerlik kurumuna olumsuz bir bakışım yok. Resmi menajerler için konuşuyorsak, onlar bir kurum. Ha menajer bir şey ister; sen verirsin ya da vermezsin, o sana kalmış. Verirsen sözleşmeyi imzalatırsın, vermezsen de basındaki "Ahmet geliyor, Mehmet getiriliyor, yok alamadılar" laflarının hepsine direneceksin. Yine aynı yere geliyoruz: Stratejine inanacaksın, irade göstereceksin, cesur bir şekilde direneceksin. Alıcı sensin, şartları sen belirlersin. O zaman zaten senin ilkelerine uygun hareket eden menajerle çalışırsın. İyi taraman varsa listendeki ikinci, üçüncü oyuncuya gidersin.

Fikret Orman

Fikret Orman

Denge, fiziksel bir olaydır, matematiksel bir eşitliktir. İşi karıştırırsan, bir tarafından bozulur. Senin dengen de bütçen. Ne kazanıyorsun, ne harcıyorsun, ertesi sene takımın ne kadar değer kazanmış... Bütün mesele bu. Bu işi yapabiliyorsan; harcama tarafın tutarlıysa, bilançoda gelirlerin ve giderlerin örtüşüyorsa, başarılısın. Şu sekiz ayda Beşiktaş, 100 milyon euro'luk futbolcu bordrosunu 40 milyona indirdi. Bazı sözleşmelerden çıkılınca daha da inebilir. Hedef her zaman bu gideri düşürüp takımın değerini artırmaktır, bu da çok zor değil ama izin vermiyorlar işte. Çok kolay. Bütçene göre bir piramit yapacaksın. Diyelim Beşiktaş'tan bahsediyoruz; en tepede uluslararası düzeyde 3-4 futbolcu, altında Türkiye Milli Takımı seviyesinde 7-8 futbolcu, onun altında da altyapından, başkalarının altyapısından ya da yurtdışından getirdiğin potansiyeller olacak...Geçiş de hep yukarı doğru olacak. Alttan futbolcu geldiği zaman başka takıma vereceksin oyuncunu...

Bu kadar basit bir şeyi yapmanıza izin vermiyorlar işte; çünkü bunu yaparak sistemden beslenen kişilerin gelir kapılarını kapamış, üzerine bir kilit vurmuş oluyorsun. Onlar da o kilidi bir şekilde; popülizmle, şununla bununla kırıyorlar. Tüm dünyada popülizm çağına girdik. Sosyal medyayla iyice körüklendi bu. Kimse ilkelerden, uzun vadeli stratejilerden söz etmiyor. Bir yangın yaratıyorlar, her şey çöküyor. Rantçılar da arkadan ellerini ovuşturuyorlar. Rantçılarla nasıl bir denge kurabilirsin ki? O dengede kaynaklar sürekli o tarafa akar. Onları kesip atacaksın, beton dökeceksin. Bu yola girip birkaç yıl direnen kulüp, Türkiye'de hâkimiyet kurar. Beşiktaş bunu birkaç kez yaptı ama her taraftan sabote edildi. İçeriden de dahil. Direnç gösterilemedi.

Ha bu dengeleri kesip atmak gerekiyor diyorum ama şu elbette var: Mevcut şartları veri olarak kabul etmezseniz zaten değişikliği yapamazsınız. Ülke gerçeklerinden bağımsız hareket etmek başarısızlıkla sonuçlanır. Nereden başlamanız gerektiğine dair bile bir denge kurmalısınız. Ne durumdayız, ne yapmamız lazım diye bakmalı ve belki önce yavaş yavaş, sonrasında daha hızlı bir şekilde bunları değiştirmelisiniz. Bu, uçağın kalkışına benzer. İlk başta gaza yüklenirsin pistte, kalkışı yaptıktan sonra gazı kessen bile uçak gider. Ama kalkış sırasında tabii ki zorlanacaksınız. Mesela yukarıda bahsettiğim o uyumlu üçlüyü kurmak, bu işi bir sportif direktörle yürütmek konusunda sekiz ay önce çalıştık Beşiktaş'ta. Başkan da bunun arkasında durdu. Çok acılar çekerek de durdu. Bir yere geldi, ikinci vitese gelip gelmeyeceğini bugünlerde göreceğiz. Ben de merak ediyorum, madem sordunuz... Ama 2000-2003 arasında bayağı kalkmıştı uçak. Ne olduysa 101. yılda oldu. Başarının paylaşılamaması, içerideki çekişmeler, dışarıdan baltalamalar derken burun üstü çakıldı. 2002 Dünya Kupası'ndaki üçüncülükten sonra Türkiye de çakıldı. Zira artık siyasi ve ekonomik rant düzenine geçilmişti. Federasyonların seçiliminden, kulüplerin borçlandırılarak muhtaç hale getirilmesine, mafya-menajer ilişkilerine kadar...

Dönüp bakıyorsun, Ali Koç bu tripodu kurma düşüncesi ile geldi, büyük umuttu benim için ama ilk puan kaybında Aziz Yıldırım'ın da korkusuyla popülizme teslim oldu. Kulüp içi ve dışı kaynakları harcadı hatta fazla futbolcuları Hull City'ye yolladı; şimdi "Biz Mart'ı göremeyiz" diyor. E sen de bu kulübü aynı şekilde yönettin? Bana sorarsan bütün kulüpler iflas etmiş durumda. Zaten bazısı başına 'Yeni' ibaresi ekleyip, bazısı isim değiştirip geliyor, isim değiştiremeyen Eskişehirspor, Gençlerbirliği, Bursaspor gibi takımlar da neredeyse varlığını kaybediyor. Bu köklü kulüplerin isminin başına şirket, sponsor ismi koyamazsın çünkü. Türkiye Ligi şu anda Arabam.com'la Hangi Para'nın maç yaptığı bir lig. Nerede aidiyet, nerede taraftar bağlılığı... Statlar yeni, tribünler boş, zeminler kötü. Bıraksan kulüpler borçlarıyla birlikte tarihe gömülecek. Bu borçlara kim izin veriyor? Kim erteliyor? Özellikle büyük kulüpleri yönetenlerin kafasında hep şu var: "Biz borçlanırız, zaten bizi iflas ettiremezler, borçlar ertelenir." Başkasının borcunu ertelemiyorlar, bunu niye erteliyorlar? Çünkü o bölgeyi toplumun içinde birikmiş bir öfkeyi boşaltma alanı olarak kullanıyor siyasi iktidar. Kulüpleri, yönetimleri de kapılarında bekleyen kapı kulları haline çeviriyor. Kabahat borçları erteletende mi, erteleyende mi? 1 milyar doları aşmış dört kulübün resmi borcu. Nereye gitmiş bu para? Sistem niye değişmiyor? Parayı takip edersen, sistemin kime işlediğini görürsün. Sistemi kimlerin değiştirtmediğini görürsün. Para en iyi kılavuzdur. Buraları açığa çıkartır, temizlersen her şey düzelir. Dedim ya; çok basit. Altı ayda yol almaya başlarsın, iki yıl sonra çağdaş, şeffaf ve sağlıklı bir yapıya kavuşursun. Ardından sürekli gelişme ve başarı gelir.

Socrates Dergi