Kaybolan Ekol

10 dk

TRT, spor yayıncılığının ilkiydi. Birçok insan o ekranlardan sporu sevdi. Şimdilerde çok tartışılan kurumun geçmişini ve bugününü usta spikerler Barbaros Talı ve Ercan Taner’e sorduk.

‘’Bizim vergilerimizle bu haberleri ve yorumları mı yapıyorsunuz?”

Bu cümle, günümüzde bir TRT çalışanının alabileceği en genel eleştirilerden biri. Spor servisinde görev yapanlar da buna dâhil. Takımına bağlı taraftar, aleyhinde hiçbir şeyden hoşnut olamaz ve bunun kendi parasıyla gerçekleştiği düşüncesi kafaya girince ok yaydan fırlar. Yine de konuyu sadece vergi-maaş üzerinden değerlendirmek pek mümkün değil. Bundan 30 sene önce Türkiye’de, her branşa aynı ilgiyi göstermeye çalışan, tarafsızlık etiketi tartışılmayan ve birçok nesle ekran başında spor seyretme alışkanlığını kazandıran TRT, artık en çok eleştirilen kurumlardan biri. Bu değişimin nedenlerini, kurumun geçmişini ve bugününü iki usta spiker Ercan Taner ve Barbaros Talı’ya sorduk.

1- TRT'ye Giriş

Ercan Taner: 1984 yılıydı. Henüz 18-19 yaşlarındaydım ve TRT’nin sınavlarına girmeye karar verdim. İlk sınav İstanbul Radyosu’ndaydı. 10 binden fazla insan sınava girmişti. O sınavda haber ağırlıklı birkaç metin okudum. Daha sonra bana ne spikeri olmak istediğimi sordular. Ben de “Spor spikeri olmak istiyorum” dedim. Teşekkür edip gönderdiler. İki ay boyunca sınav sonucunu bekledim. Bir gün eve bir kâğıt geldi. Kâğıtta, beni Ankara’da TRT Genel Müdürlüğü’nde yapılacak ikinci sınava bekledikleri yazıyordu.

Ankara’da önce televizyondan izleterek, ardından da radyo yayını yapıyormuş gibi iki ayrı maç anlattırdılar. Sonrasında görüntülü olarak haber okutturdular. Devamında spor tarihi ile ilgili bazı sorular sordular. Mesela, 1974 Dünya Kupası’nın gol kralı sorulmuştu. Herkes Gerd Müller olarak bilir ama aslında Polonyalı Grzegorz Lato’dur. İngiltere’nin kaç kez Dünya Kupası kazandığı soruldu. Ondan sonra teşekkür ettiler ve biz de İstanbul’a döndük. 30 gün sonra bir kâğıt daha geldi. Bu defa, “TRT’nin kurum içi eğitim bölümüne girmeye hak kazandınız” yazıyordu.

O sene toplam 11 spiker seçildi. Spor spikeri olarak benle beraber dört kişiydik; Barbaros Talı, rahmetli Hüseyin Başaran ve Levent Özçelik…

Barbaros Talı: Sınav için Ankara Radyosu’na gittiğim zaman kendi kendime “İnşallah figüran olarak gelmemişizdir” demiştim. Yani seçileceklerin aslında belli olması ihtimalinden korkuyordum. Radyo stüdyosunda bir metin okuttular. Doğan Abi (Yıldız) “Spor mu?” diye sordu. Ben de “Evet, spor” dedim. Metin okuma sınavından sonra, görüntü üzerine seslendirme ve stüdyo içinde görüntülü sınava girdik. Ondan sonra da TRT’nin kıdemli spikerlerinden üç aya yakın bir eğitim aldık. O eğitimin ardından yazılı bir sınava girdik. Yine bir stüdyo seslendirme sınavı oldu. Sonrasında da mülakata girdik. Bütün bu aşamalar tamamlandıktan sonra TRT’nin spor servisinde çalışmaya başladık.

2- Kurumdaki İlk Günler

Ercan Taner: TRT eğitiminde BBC sistemi örnek alınır. Bizi her konuda eğitmeye başladılar; radyo yayıncılığı, normal haber spikerliği, spor spikerliği, sosyoloji, psikoloji... Tansu Polatkan, Doğan Yıldız, Sevim Canbaz, Şebnem Savaşçı, Aytaç Kardüz, Mehpare Pirim ve Halit Kıvanç gibi, dönemin önemli isimleri ile ders yaptık. O eğitimler bittikten sonra, stajyer spikerlik için bir sınava daha girdik. O sınavın sonucunda bize “Stajyer spiker olmaya hak kazandınız” dediler. Ardından 30 gün MİT’in hakkımızda yaptığı güvenlik soruşturmasını bekledik. Ondan sonra stajyer spiker olarak başladık. O süreçte kurgudan röportaj tekniğine, habere gitmekten haberi seslendirmeye kadar her şeyi bize öğrettiler. 1.5 senenin ardından vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü üzerine yemin ettik ve bize “Artık siz birer TRT personelisiniz” dediler.

Ben TRT’nin en genç spor spikeriydim. 19-20 yaşlarında İstanbul Radyosu’nda maç anlatmaya başladım. Çok erken yaşta finallerin içinde buldum kendimi. İlker Yasin ve Tansu Polatkan ile beraber 1988 Avrupa Futbol Şampiyonasının açılış ve kapanış maçlarını anlattım. Bir de bizde “Herkes her şeyi anlatacak” prensibi vardı. Bu yüzden tekvando maçlarının dahi eğitimini aldım. Bizi bilgi sahibi yapmak istiyorlardı, zira olimpiyatların da yayını TRT’deydi.

Sarışın vs. Esmer

Ercan Taner: Tansu Abi, 1984 Los Angeles Olimpiyat Oyunları’nda bir güreş müsabakası anlatıyordu. Aniden ses kesildi. Beni çağırdılar, “Gel anlat” dediler. Sporculardan birinin Yunan diğerinin de İsviçreli olduğunu söylediler sadece. Hemen kıvrak Türk zekâsını çalıştırdım. Sarı saçlı, mavi gözlü bir sporcu vardı. Karşısındaki de bize benzeyen bir esmerdi. Üstelik sarı saçlının mayosu kırmızı, esmerin mayosu maviydi. Ben de sarı saçlı ve kırmızı mayolu görünce “Bu banko İsviçreli” dedim, öyle anlattım yayını. Sonra ne oldu? Tam tersi çıktı! O zaman çok üzülmüştüm ama şimdi bir anı olarak gülüyorum tabii. Saçma bir olaydı ya… Sen İsviçrelisin, efendi gibi kırmızı mayo giysene!

Barbaros Talı: TRT bize önce Türkçe eğitimi verdi. O dönem Türkçeyi çok etkili konuşan spikerler vardı ve biz onlarla aynı ortamın içindeydik. Yanlış yaptığımız zaman hemen uyarı gelirdi. Bir gün stüdyoda “Şu masanın kenarına geleyim” derken ‘kenarına’ kelimesini uzatarak söyledim, Mesut Abi (Mertcan) hemen sert bir tonla “Ne diyorsun sen?” dedi. Ben şaka yaptığımı söyleyince de “Stüdyonun içinde bir daha şaka yapma kardeşim!” diye çıkıştı. Helsinki’ye artistik patinaj anlatmaya gittiğimde baş spikerimiz Sevim Canbaz’a telefon açtım ve “Ablacığım, zarafet mi zerafet mi?” diye sordum. O da “Zarafet canım” dedi, kapattı. Çünkü ben biliyordum ki ‘zerafet’i kullansam koridorda karşılaştığımızda bana “Sen hâlâ öğrenemedin mi bir kelimeyi?” diyecekti. Öyle bir kültür vardı. O kültür içinde herkes birbirini kollardı.

Bir de oradaki devlet şemsiyesi önemlidir. O şemsiyenin altında her şeye dikkat etmek zorundasınız ve bunu temiz bir Türkçe ile yapmalısınız. En azından bize böyle öğretildi.

3- Yayına Hazırlık

Ercan Taner: O dönem bilgi kaynağı olarak Ajans Press ve teleks vardı. Onun dışında Avrupa yayınlarından önce yabancı spikerlere sorardık. Almanya’daki, İspanya’daki, Fransa’daki muhabir arkadaşlarımızdan Don Balon veya Kicker’in futbol almanaklarını isterdik. Bir de İngiliz Rothmans firmasının çıkardığı yıllık vardı. Her sene dünya sporunda ne olduysa orada yer alırdı. 34 sterlindi fiyatı, her sene getirtirdim. Mesela Beşiktaş 1993 yılında Osvaldo Nartallo’yu transfer ettiğinde o kitaba bakmış ve “Herhâlde bundan hiçbir şey olmaz” demiştim. Düşün; onun bile tarzı, maç başı ortalaması falan yazıyordu orada. Tuttosport ve La Gazzetta dello Sport da öyle almanaklar çıkarırdı. Mutlaka biri bize gönderirdi, en başta da Roma’dan Reha Erus!

Barbaros Talı: Bize en fazla bilgi AFP’den gelirdi, teleksle… Oradan okur ve bir şeyler çıkarmaya çalışırdık. Hangi spor dalı ise o sporu yapan insanlarla görüşürdük. Yurt dışına bir organizasyona gittiğimizde mümkün olan en yüksek sayıda dokümanı bulup getirirdik. Telaffuz için büyükelçiliklere telefon açar, “Bu ismi nasıl söylüyorsunuz?” diye sorardık. İğne ile kuyu kazar, bir şeyler öğrenmeye çalışırdık.

Bir de spikerliğin temel kurallarından biridir; her şey her yerde söylenmez. O yüzden bilgileri çoğaltmanız ve önem/uygunluk sıralaması yapmanız gerekir. Bu yaklaşımı geliştirmekte meslek büyüklerinin yardımı önemlidir ama kimi sizi bilgilendirip yetiştirirken kimi de umursamaz. Ama nihayetinde o ya da bu şekilde kendi işinizi görmekle yükümlüsünüzdür.

4- Yayın Politikası

Ercan Taner: TRT o dönem her branşa yer vermeye çalışırdı. Türkiye, artistik patinajı TRT sayesinde gördü. Biz Spor Stüdyosu programını, atletizmdeki bir başarıyla açabilirdik. Hatta hiç unutmuyorum; televizyonda okuduğum ilk haber şuydu: “Fransa Bisiklet Turu’nu Bernard Hinault kazandı!” Yani o gün, TRT spor servisinin birinci haberi oydu. Çoğu zaman Wimbledon, ABD Açık, Fransa Bisiklet Turu gibi organizasyonlar birinci haber olurdu. Sonraki dönemde yavaş yavaş TRT’de de futbol ağırlık kazanmaya başladı.

Barbaros Talı: Kanal en geniş yelpazede yayın yapabilmek istiyordu. O yüzden atletizm, o yüzden artistik patinaj vardı. Belki de birçok insan o sayede hayatlarında ilk kez klasik müzik dinledi. İnsanlar hayatlarında ilk defa dans, müzik ve sporun bir arada olduğu bir organizasyon gördü. Tenis izledi, kayak izledi. Amaç, sadece belli alanlarda dikkat çekmek değildi yani.

Gelişmeler de etkiliyordu tabii; halter mesela, popülaritesi düşük bir daldı ama ne zaman Naim Süleymanoğlu geldi, ardından dünya şampiyonaları, Avrupa şampiyonaları yayınlamaya başladık. Devlet televizyonu olmanın bir gereği; sporcularımızın başarılı olduğu her organizasyonu, o başarı gözüksün diye muhakkak yayınlamaya çalışırdık. Canlı yayınlarda sık sık izleyicilerden telefon alırdık; santrale bağlanır, “Onu neden öyle yapıyorsunuz?” gibi sorular yöneltirlerdi. Yayın geç başlayınca tepki gösterirlerdi mesela...

5- Özel Kanallar ve Spor

Ercan Taner: 90’larda özel kanallar yayına başladı. Normalde özel kanalların TRT’nin spor yayıncılığı politikasını örnek alması gerekirdi ama TRT onlarınkini örnek aldı. TRT, özel kanallar ne yapıyorsa aynısını yapmaya başladı. Bana göre, olmadı!

Barbaros Talı: Ambalaj, kutunun içinden daha önemli hâle gelmeye başladı. Ben buna ‘köftesiz hamburger’ diyorum. Bir sürü köftesiz hamburger çıktı. Özel sektörde işin içine finansçılar ve patronlar girmeye başlayınca, “Sinyal geliyor mu? Geliyor. Logo var mı ekranda? Var. Spikerin sesi duyuluyor mu? Duyuluyor. Bunlar bize yeter” anlayışı gelişti. TRT devlet kurumu da olsa izlenme oranlarının önemi vardı. Sonuçta bir iş yapıyorsunuz ve rekabet içindesiniz. Özel kanallarla birlikte gazetecilerin kullandığı özel yollar gelişti ama o yollar, TRT’nin “İşimizi doğru düzgün yapalım” anlayışıyla örtüşmüyordu. Bu da TRT’nin izlenme oranlarını düşürdü. TRT çizgisini değiştirmemeliydi ama değiştirmek zorunda kaldı. Anlatıcı arkadaşlarımız bile kendilerini değiştirmek zorunda kaldı.

6- Bugün

Ercan Taner: Bir spor kanalı olarak TRT Spor, bugünlerde biraz toparlanmaya başladı. Amatör branşlar yeniden veriliyor. Fakat kuruma giriş sisteminde değişiklikler var. Önce KPSS’ye girmek, ardından da TRT’ye başvurmak gerekiyor. Bence kurum sınavının ayrı yapılması lazım. Çünkü yayıncılık apayrı bir olay. Kaymakamla spikeri aynı sınava almak olur mu yani? Ya da matematik bilen biri röportajda kilitlenebilir mesela...

KPSS’nin, ÖSS’nin ayrı bir sınav heyecanı var ve TRT için asıl önemli olan, adayları değerlendirirken “Bu işi başarır mı, başaramaz mı?” sorusuna cevap alabilmesi. Bizim zamanımızda da buna tek bir kişi karar vermiyordu. Ben bugünlerde 18-19 yaşında bir spiker adayı olsam, TRT’ye giremeyebilirdim.

Şimdilerde o mikrofonu taşımaya devam eden meslektaşlarım var. Kolay iş değil ama mikrofonu eline almak da bu kadar kolay olmamalı! Bazen kulağıma Türkçe, diksiyon, anlatım bozuklukları takılıyor. Kelimelerin yutulduğu, bazı kelimelerin anlaşılmaz biçimde yayına aksettirildiği durumlarla karşılaşıyorum. Biz buna artikülasyon deriz, bunların düzeltilmesi lazım. Bir diğer sorun da sesin mikrofona uygun olup olmadığına da pek dikkat edilmemesi...

Hatanın Bedeli

Barbaros Talı: Biz yayında saz heyeti gibi otururduk. Hava durumu spikeri Ersin Abi, ben, iki de ana haber spikeri... Bir akşam haber okurken o dönemin İstanbul Valisi Nevzat Ayaz’a Necdet Ayaz demişim. Daha okurken bir şeyler olduğunu hissettim, ne yaptığımı bilmiyordum ama yanımdakiler rahatsız olmuştu. Yayın bitince Şengül Abla (Kılıç) “Barbaros, sen galiba ismi yanlış okudun” dedi. Sonra da bir ay yayına çıkmama cezası aldım.

Barbaros Talı: TRT her dönemde siyasi erkin yakınında yer aldı. Bunu inkâr edemeyiz. Ama bu dönem; işi bilmeyenlerin, beceriksizlerin, ilgisizlerin ortaya çıktığı, işlerin geçmişten gelen kültürle yapılmamaya başlandığı dönemdir. Bir defa düzeni bozduğunuz zaman da o düzeni yeniden kurgulamanız mümkün değildir.

Bizim dönemimizde artistik patinaj devamlı yayınlanırdı. Yayınlanmayacağı zaman biz kendimiz “Olmaz öyle şey” diyerek spor servisinin içinde tepki gösterirdik. Bugün öyle bir niyetin olduğunu sanmıyorum. Bugün siyasi iklimin yarattığı bir takım beklentilerle örtüşen spor yayıncılığı anlayışı da gelişmiş durumda. Mesela “Mutlaka güreş yayını yapalım” deniyor.

TRT’nin olimpiyatı yayınlamaması da çok eleştirildi. Bunun nedeni özel televizyonların bu işlere merak salıp 3 kuruşluk yayın haklarını 23 kuruşa çıkarmaları ve bu işten farklı bir şekilde nemalanma beklentileriydi. En sonunda TRT, yayın haklarını satın alamadığı organizasyonu kucağında buldu. Üstelik kabinden anlatmak zorunda kalarak dünyanın en zor işini yaptılar. Ben TRT’nin yönetiminde olsaydım “Bu işi almayın” derdim. Bu sıkıntı sadece TRT’de değil, sektörün her noktasında var. Seyircilerin gördükleri ile sizin sahada gördükleriniz arasında bir fark olmalı. Spikerin stada gitmesinin sebebi hem o ambiyansı yaşamak hem de kameranın göremediği şeyleri görüp seyirciye aktarmaktır. Ama hâlâ seyircinin gördüğünü seyirciye anlatanlar var.

Dakika ve skor söyleyebilirsiniz ama bu her beş dakikada bir olmaz çünkü yukarıda, ekranda yazıyor zaten. Bir şeye dikkat çekmek için söyleyeceksiniz tamam ama onu da “Son beş dakika” diye söylersiniz, “85. dakika” demezsiniz. Ne söylediğiniz kadar nasıl söylediğiniz de önemli. Hazırlığınız buna göre olmalı. Bir kalecinin ismini 28 defa söylemenin ne bir anlamı ne kimseye faydası var. Basketbolda dışarı çıkan bir topu üç sayılık basket olmuş gibi anlatanlar var. Oysa bağırıp çağırmak, heyecanı maç boyunca en tepede tutmak spikerlik değildir.

Ben bir gün Kozyatağı’ndan Ercan’a telefon açtım ve “Bak hocam! Senin az önce Beşiktaş’ın stadının önünden yayın yapan muhabirinin söylediği her şeyi ben Kozyatağı’ndan söylerim” dedim. Arkadaş biniyor şirket arabasına, internete giriyor, bakınıyor biraz, sonra stadın önüne gidiyor, mikrofonu eline alıp benim internette okuduklarımı bana söylüyor. Neden? Çünkü ne bilgi arzuları ne merakları var. Umurlarında değil. Bu arkadaşlar nasıl yayın yapıyor anlamıyorum. Yaptıklarına yayıncılık mı diyorlar, onu da bilmiyorum. İngilizce bilmeden İngilizce röportaj yapanlar var. Bana sorsan ben 40 yıldır İngilizce konuşmaya çalışıyorum ama desen ki “Yapar mısın?”, “Ya bir dakika, bir bakalım” derim önce, şüpheyle yaklaşırım.

İnsanlar umursamıyor diyorum ama o insanlara “Sen ne yapıyorsun?” diyecek insanlar da kalmadı. Bunun adı vurdumduymazlıktır. Habercinin haberden haberi yoksa söylenecek de bir şey yoktur zaten.

Socrates Dergi