socratesXreflect_alt

Tünel

19 dk

20'li yaşlara gelmeden hayallerini gerçekleştiren, birkaç sene içinde formayı kapan bir kaleci daha ne isteyebilir ki? Fevzi Tuncay, hepsini tek tek başarmıştı ama başka şeylere de ihtiyaç vardı; şans ya da tecrübe gibi…

Gözyaşları içinde, sinirini direklerden çıkaran bir kaleci… Fevzi Tuncay'ı birçok insan gibi ben de o kaotik maçlarla hatırlıyorum. Kariyerinin başında tünelin sonundaki ışığı erkenden göreceği düşünülen bir yetenek, henüz 25 yaşına gelmeden büyük sahneden çekilmişti. Üstelik yaşananlar saha içiyle de kalmadı. Her yönüyle bugüne ne kaldığını konuşmanın zamanı. Vanspor'un kaleci antrenörü olarak noktaladığı sezon sonunda Fevzi Hoca'ya bağlanıyoruz…

Bir yetenek üzerine konuşurken; türlü özelliklere, o beceriyi şekillendirmeye değiniyoruz ama futbolda çoğu şeyi tecrübe ile açıklayabiliyoruz sanki?

Birçok şey yaşadım. Özellikle de 20'li yaşlarımda çok büyük tecrübeler kazandım; saha içinde, saha dışında… Beşiktaş'ta birtakım olaylar yaşadım ve ayrıldım. Orada yaşadıklarımdan ders aldım ve saha içinde hep başarılı oldum. Samsunspor'a gittiğimde küme düşme hattındaydı takım. Orada kaleyi aldım ve ligde kalmamızda önemli rol oynadım. Sonra Malatyaspor'a gittim, UEFA Kupası oynadık, evinde uzun süre yenilmeyen Basel'i yendik. A2 Milli Takımı'na çağrıldım, Diyarbakır'a gittim, 1. Lig'e çıktık, Manisa'da uzun süre lider kaldık. Çalıştığım kalecilere de bu tecrübeleri anlatıyorum. Faydasını da görüyorlar. Antrenörlükte tecrübeyi kullanmak çok önemli.

U16 Milli Takımı ile kazandığınız Avrupa şampiyonluğu ilk önemli tecrübe basamaklarından... O turnuvadan sizin aklınızda kalanlar neler?

1994'te İrlanda'da… Bora Öztürk, Serpil Hamdi Tüzün ve Necati Özçağlayan hocalarımızla birlikte... U17 ile Balkan şampiyonluğu yaşadık. Daha da önemlisi ben, Güngör Öztürk, İlker Dalçiçek, Fatih Tekke, Ayhan Akman gibi isimler vardı o takımda. En az on isim Süper Lig gördü, A Milli Takım'da oynayanlar oldu. Futbolumuz için kötü olan şey, uzun süredir bu tarz genç takım başarılarının gelmemesi. Uzun yıllardır aynı antrenör grupları orada, artık bir şeylerin tazelenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Serpil Hamdi Hoca bakış açısıyla, idealist fikirleriyle farklı bir futbol zihni… Onu nasıl anlatmalıyız?

Abimiz, babamız gibiydi. Hep şunu söylerdi: "Kırık notu olanı milli takıma çağırmam!" Bu bence çok önemli. Altyapılarda sık sık söylüyorum, devam ettirmeye çalışıyorum bunu: "Evet, kaleci olabilirsiniz ama okulunuzu da ihmal etmeyin!" Bu işin ne olacağını bilemezsiniz. Profesyonel olamayabilirsiniz, çok iyi bir futbolcu olup bir sakatlık sonucu veda etmek zorunda kalabilirsiniz… Bizde Egemen Bayhan vardı, U16 Milli Takımı'nda. Muazzam bir santrfordu; belki o sakatlıkları yaşamasa, Türkiye onu konuşacaktı ama Standard Liege'e gitti ve orada yaşadığı iki sakatlık onun futbolu bırakmasına sebep oldu. Eğitimi devam ettirmek işte bu yüzden önemli. Serpil Hamdi Hoca ile çok eğlenirdik de. Penaltı atardık, idman sonlarında. "Eğer kaleciler kazanırsa; oyuncular kalecilere birer çikolata alacak, bana bir çikolata alacak. Eğer oyuncular kazanırsa; kaleciler oyunculara birer çikolata ve bana bir çikolata alacak" derdi. O çikolatayı mutlaka yerdi. Çok severdi. Zaten eski bir arabası vardı; yeşil, station Renault… Onun arkası, yenmiş çikolata paketleri ile doluydu.

Beşiktaş'a transferinizde Tüzün'ün bir etkisi var mıydı?

Lise son sınıftaydım. Genç takımların oynadığı bölgesel bir lig kurulmuştu. Muğlaspor Genç Takımı ile orada oynarken 'Baba' Recep (Adanır) yedi-sekiz maçımı gelip izlemiş. Sonradan öğreniyorum tabii. Bu da Serpil Hamdi Hoca'nın ve rahmetli Bora Hoca'nın Beşiktaş'a tavsiyesiyle gerçekleşmiş. Sami Çölgeçen kafile başkanımızdı, o da "Alp Başkan'a (Yalman) söyledim, seni alacak" derdi hep ama Süleyman Seba'nın Muğla'yı ziyaretiyle Beşiktaş transferim gerçekleşti…

Bir ortama girdiği anda, bir şey söylemeden ağırlığını, karizmasını hissettiren insanlar vardır. Süleyman Seba'yı da listenin en üstlerine koyarız herhalde?

Kesinlikle. Muğla'da sezonun son maçını oynadık… "Seni kulübe çağırıyorlar, baban da geldi, seni bekliyor" dediler. Kulüp binasına gittim… Kapıyı çaldım, içeri girdim, kafamı çevirdiğim an Süleyman Seba'yı gördüm ve öylece kalakaldım. Muğlaspor Başkanı rahmetli Sabri Amca (Dinçer), "Gel oğlum, gel" dedi. Oturdum, "Seni Beşiktaş'a verdik" dedi Sabri Amca.

Süleyman Başkan'ın yanına yaklaştım, elini öpmek için eğildim ama o el öptürmezdi hiç. "Merhaba evlat" ile sohbet etmeye başladık… "Seni aldım, götürüyorum" dedi. Bir şey diyemiyorsunuz tabii. 17 yaşındayım sadece… Hayalime ulaşıyorum ama onu biliyorum. Babam Galatasaraylı, annem Beşiktaşlıydı. Ben de Beşiktaşlıydım. Babama göz ucuyla baktım, o da çok mutluydu. Birkaç yıl sonra "İyi ki Beşiktaş'a gitmişsin oğlum" demişti hatta.

İstanbul'a gittik, mukavele imzalamadan önce Süleyman Seba, babama şunu söyledi: "Bugüne kadar senin oğlundu, bugünden sonra benim de oğlum." Çok özel insandı.

"Mukavele imzalamadan önce Süleyman Seba, babama şunu söyledi: 'Bugüne kadar senin oğlundu, bugünden sonra benim de oğlum.' Çok özel insandı."

"Mukavele imzalamadan önce Süleyman Seba, babama şunu söyledi: 'Bugüne kadar senin oğlundu, bugünden sonra benim de oğlum.' Çok özel insandı."

1994-1995 sezonunun hazırlık dönemindeki çıkışınızı hatırlıyorum. TSYD maçlarını özellikle de…

Kampta Borussia Dortmund maçı oynadım, penaltılara kaldı, üç penaltı kurtarmıştım. Sonra Kriens mi ne bir takımla oynadık, orada oynadım. Sonra İstanbul'a döndük, Kadir Abi'nin (Akbulut) jübilesinde Trabzonspor'u 3-0 yendiğimiz maçta oynadım sonra da TSYD Kupası'nda Fenerbahçe ve Galatasaray maçlarında. 17 yaşında, Beşiktaş'taki kariyerimin başında, ilk beş maçımın dördüne bakar mısınız? (Gülüyor.)

Penaltılardaki beceriniz de bu dönemde karşımıza çıkmıştı…

Evet, ilk kez geniş kitleye ulaştı diyelim. Yoksa altyapılardaki hocalarımız biliyordu. Avrupa şampiyonasında da çeyrek finaldeki Portekiz maçında penaltılara kalmıştı maç, orada da penaltıları kurtarmıştım.

İlk sezonunuzda şampiyonluk yaşadınız ama oynamadınız. Sonraki sezon Şener Kurtulmuş ve Raimond Aumann'ın sakatlıkları ile kaleye geçtiniz…

Önce Aumann sonra da Şener Abi sakatlandı. Kaleye ben geçtim. 23 maç oynadım. Aumann ayrılmıştı zaten ikinci yarıya başlarken. Sonra ben aldım kaleyi. Ertesi sezon Daum ayrıldı, Rasim Hoca (Kara) geldi, onun da ilk transferi (Marijan) Mrmic oldu (Gülüyor.)

Rasim Kara, Türk kalecilerin önemini vurgulayıp ilk olarak yabancı kaleci getirdiği için eleştirilir de aslında…

İlla bir kaleci almamız gerekiyordu. Şener Abi de ayrılıyordu, tek ben kalıyordum. E tek kaleci de olmaz. Rasim Hoca ile de konuşmuştuk. "Rekabet edebileceğin, sana bir şeyler katacak bir kaleci olmasını istediğim için Mrmic'i aldım" dedi. Ben de ikna oldum, çalışmaya devam edeceğimi söyledim. Hem takım başarılı oldu hem de benim performansım gayet iyi seyretti ama bir sorun vardı; sağ olsun Mrmic kaleyi hiç bırakmadı. Ben de sezon boyunca yedek kulübesinde oturdum. (Gülüyor.) Cidden çok iyi kaleciydi. Oda arkadaşımdı aynı zamanda. Sonra John Benjamin Toshack'ın gelişi ve Mrmic'in ayrılması ile kaleyi aldım ve devam ettim.

Rasim Hoca'nın dönemi bir kırılma noktası mıdır Beşiktaş tarihinde?

Biz o sene şampiyon olsaydık belki roller değişecekti. Rasim Hoca gitti, yeni bir oluşum, yeni bir takım kurulma aşamasına gittik. Belki de o takımın üzerine biraz daha olumlu katkılar yapsaydık Beşiktaş geleceği daha rahat kazanırdı. İki sene önce şampiyon olmuşuz zaten, bir sene boşluk, sonra bir daha yeni takımla şampiyonluk… Devamını getirecek bir Beşiktaş haline gelecektik. Süleyman Seba da bence haksız eleştirilmeye başlamıştı. Zaten o tatsız tezahüratlardan sonra da bırakmıştı.

Seba'nın ayrılışı şu açıdan da bir dönemin sonu aslında: 1970'lerde Serpil Hamdi Tüzün'le başlayan Beşiktaş'ın yetiştirici kimliği, sizin takımla son demlerine girmişti. Birçok genç oyuncu altyapıdan çıktı ya da sizin gibi genç yaşlarda transfer edilip şans verildi. Sonra bu birdenbire azaldı…

Yasin Sülün, Nihat Kahveci, Hikmet Çapanoğlu, Salih Akkaya, Ozan Köprülü, Tunç Kip, Savaş Kaya, İlhan Şahin… İlk aklıma gelenler. Altyapıdan A takıma çıkan isimler bunlar. Oynama şansı da buldular, kalitelerini de gösterdiler. Evet, Beşiktaş hem futbolcu yetiştirme kabiliyetini gösteriyor hem de başarılı bir dönem geçiriyordu. Süleyman Seba döneminde sadece futbolla da sınırlı kalmadı üstelik; basketbolda, voleybolda, hentbolda çok başarılı bir kulüptü Beşiktaş. Tesisleşmenin, gelir kaynaklarının temelleri hep Süleyman Başkan tarafından atılmıştı.

Toshack da gençler için bir şanstı aslında. Hem cesurca sahaya sürüyordu hem de basınla baş etmesini, baskıyı almayı biliyordu.

O zamanki kaleci antrenörümüz Fatih Uraz'a "Kampa tek kaleci götüreceğim" demiş Toshack. Mrmic var, ben varım, Bülent (Ataman) var… Fatih Hoca karşı çıkmış tabii: "Ya bir şey olursa kaleciye, olur mu öyle şey!" Toshack ısrar etmiş, "Seç birini onu götürelim." Fatih Hoca bana geldi anlattı, "Nasıl yani hocam, tek kaleci ile kamp mı olur?" dedim. O, Mrmic'i götürecek ama benim gitmem konusunda da ısrar etmiş. Gideceğiz tabii, n'apacağız!

Neyse kamp başladı, ikinci günü Mrmic omzundan sakatlandı. "Gitsin, tedavisini olsun. Fevzi burada nasıl olsa" diyor bu sefer de Toshack. "E, Bülent'i çağıralım" diyorlar, onu da kabul etmiyor. Sonra geldi mi gelmedi mi hatırlamıyorum Bülent, kamptaki tüm maçları ben oynadım. Geldik Türkiye'ye, Mrmic iyileşti ama bir röportaj vermiş, Toshack oradaki demeçlere kızdı. O gerginlik sonunda Mrmic'i gönderdi. "Yerli kaleci var, 20 yaşında, ben onunla devam edeceğim" demiş yönetime. Onunla oynamaya başladım ve devam ettim, milli takıma kadar gittim işte…

Sizin için özellikle o iki sene gayet iyi geçmişti. 1998 Türkiye Kupası Finali'nde Hagi'nin penaltısını kurtardığınız maç gibi iyi performanslar var. Toshack döneminin dönüm noktalarından biri de Valerenga maçıydı bence. Orada turu geçip Kupa Galipleri'nde devam etseydiniz, farklı bir sezon hikâyesi olabilirdi…

Orada 1-0 yenilmiştik. Rövanş İnönü'de, zaten motiveyiz, seyirci de inanmış… İlk yarı 3-0 bitti, "Tamam beşe gider bu maç" diyoruz. İkinci yarıya bir çıktık, Alpay (Özalan) gidiyor, tutamıyoruz. "Beyler, sakin olun!" falan diyoruz ama yok… Sonra Şifo Abi'nin (Mehmet Özdilek) bir pozisyonu var, orada dört olsa iş bitecek belki ama bunların hiçbiri mazeret de olamaz bir yandan. 3-0 öndesiniz, 45 dakikada 3-3 oluyor… Elendik tabii. Tesisler, oradaki taraftarın isyanı, çok zor bir geceydi. Devamı da kolay aşılmadı.

Toshack farklı bir adamdı. Bizimle ilişkisi çok iyiydi. Şakalaşır, konuşur, küser… Bana Valerenga maçından sonra küsmüştü misal. Birkaç hafta sonra bir maç öncesinde ısınmaya çıkarken, "Big Fevzi" diye yanıma geldi, sarılıyor falan… Tercümana "Hayırdır?" dedim, sonra Toshack şunu söyledi: "Geçen sene Hagi'nin penaltısını kurtarmasaydın, biz o kupaya gidemeyecektik zaten." Bu çok önemli bir cümle. İşte böyle bir yerden yakalardı oyuncuları.

Aslında Toshack'tan sonra gençlerle çalışma, bir yapı kurma açısından çok büyük bir isimle, Karl-Heinz Feldkamp ile mesainiz başladı ama çok kısa sürdü…

Feldkamp rahatsızlık geçirdi, ayrıldı. (Hans Peter) Briegel yardımcısıydı ve o devam etti. 16 maç namağlup kaldık. Oyuncularla ilişkisi muazzam, çalıştığım antrenörler arasında ikili ilişkilerde en etkilendiğim antrenördü. Yedeklerle ayrı, ilk 11'le ayrı, tribüne gönderdiği oyuncularla ayrı ilgilenirdi. Harika bir insandı. Herkesi kucaklıyordu. O dönemki maçlara bakarsanız; yedek kulübesinde herkes birbirine sarılmış vaziyette maç izler, tribündeki oyuncular da aynı şekilde… Maç bitiminde de tribündekiler dahil herkes sahaya iner ve tüm takım o sevinci yaşardı. Briegel, gerçek manada Beşiktaş'ı bir takım haline getirmişti. Takım ruhu müthişti. Benim o ıskamın olduğu maçı kazansak puan farkı üçe inecekti, belki şampiyonluk da gelecekti ama ikinci bitirdik ligi ve Şampiyonlar Ligi'ne kaldık. Çok güzel bir sezon geçirmiştik.

O ıskayla ilgili beni üzen iki nokta var: Bir, hikâye yıllar içinde "Beşiktaş o maçı kazansa şampiyon oluyordu" şekline sokuldu…

Kazansak, üç puana düşecekti. Galatasaray'ın UEFA mesaisi vardı, bizim de Fenerbahçe ile maçımız vardı. Puan eşitlesek, averajımız daha iyiydi. Belki de o üç puanlık fark bizim için umut olacaktı. "Öyle olsaydı, böyle olurdu" diyoruz ama futbolda bir şeyler oluyor ve ondan sonra konuşuyoruz. O maç da öyle bitti.

"'Öyle olsaydı, böyle olurdu' diyoruz ama futbolda bir şeyler oluyor ve ondan sonra konuşuyoruz. O maç da öyle bitti."

"'Öyle olsaydı, böyle olurdu' diyoruz ama futbolda bir şeyler oluyor ve ondan sonra konuşuyoruz. O maç da öyle bitti."

İki, o maçın, o âna kadarki kahramanı sizdiniz… Hatta o sezon deplasmanda Antep maçı gibi çok iyi performanslarınız da var. Bence hikâyeyi dramatik yapan da bu… Orada hata sizde de değil, bence kaleciye dönmek daha büyük bir hata orada… Ama olan oldu.

Bence bir hata da yok. (Sead) Halilagic, bana güvendiği için geri dönüyor, top sekiyor, ben de ayağımı sallamış bulunuyorum ve gol oluyor. Bir hata yok ortada. Antep maçı, Erhan Albayrak'ın penaltısını kurtardığım maç, 0-0 bitmişti. Gerçekten çok iyi oynamıştım. Galatasaray maçı da öyle, dediğiniz gibi. İstatistikler bugünkü gibi detaylı değildi, dokuz-on mutlak kurtarış yapmışımdır herhalde. Hagi çıldırmıştı zaten "N'apıyorsun!" gibilerinden. Ben onun suratına bakıyorum, "Atamayacaksınız" falan diyorum. Motivasyonumun çok yüksek olduğu, tabiri caizse delirdiğim maçlardan biriydi ama sonra o ıska oldu ve 1-1 bitti maç…

O zaman benim için durum, "Bir futbolcu hata yaptı ve puan kaybettirdi" olarak özetlenebilir. Şimdi, 35 yaşımda bakınca, "20'li yaşlarının başında bir insan, bu baskıdan, bu yıkımdan nasıl ayakta kalır?" diyorum. Neyse ki Twitter falan yokmuş o dönem…

Of of of! O zamanki bilinçle, etkileniyor insan tabii ister istemez. Yanıma ilk gelen Briegel'di, sonra (Ike) Shorunmu geldi. Serdar Bilgili aynı şekilde… Taraftarlar yalnız bırakmadı… Çoğunluk kızmadı açıkçası. Sonra iki yıl daha devam ettim Beşiktaş'ta. Daum geldiği sene kırılma noktaları başladı. Üç kalecinin transferi falan benim ayrılmam gerektiği mesajıydı. Ve ben 24 yaşında Beşiktaş'tan ayrıldım, tam kaleci olmaya başladığım yaşta. Malatya'daki ilk dönemimde Beşiktaş'ta Yıldırım Demirören başkan oldu, bir gün beni aradı, "Kimseye söz verme, sezon sonunda seni geri alacağım" dedi. Sezonun bitmesine dokuz maç vardı galiba. Bitime yedi maç kala Vestel Manisa maçında Holosko yan bağlarımı koparttı ve ameliyat olmak zorunda kaldım, dört buçuk ay futboldan uzak kaldım. Beşiktaş transferim de yattı tabii.

Tribünlerin 'takık' olduğu isimler olur. Ne yaparsa yapsın eleştirilir, ıslıklanır. Bunu büyük takımların hepsinde görürüz. Fakat sizinle Beşiktaş taraftarı arasında o bağlar hiç kopmadı. Bu ıskayı bir kenara koyuyorum, Rize maçlarının oynandığı sezon daha büyük kaos vardı ve hep sizin arkanızdaydı seyirci.

Hiç, hiç. O Rize maçını kazandık, tribünlere gittik, sarıldık… Hâlâ İstanbul'a geldiğimde semte giderim, arkadaşlarla yemek yeriz, eski yeni hangi taraftar grubu görse selamlaşırız, şarkılar söyleriz… Belki başka biri olsa çok problem yaşardı ama rakip olarak geldiğimde bile beni tribünlere çağırdı Beşiktaş taraftarı. İyi ki Beşiktaş'ta oynamışım diyorum. Ben rakip olarak da İnönü'ye çıktım ama hep o tezahüratları benim seyircim, bana yapıyor gibi hissettim.

"Tam kaleci olmaya başladığım yaşta" dediniz. Öyle bir yaş var mı kalecilik için?

24 yaşındasınız, 25 geliyor ve bir sürü tecrübeler yaşamışsın. İyi, orta, kötü görebileceğin her şeyi görmüş, kıvama gelmişsin. Hamur belli bir kıvama gelir de ekmeği yaparsın ya, ben de tam 'olmuştum'.

O Denizli ve Rize maçlarındaki dram unutulmaz ama…

Üst üste bir de. Artık "Yeter, bitsin!" diyordum. Dışavurmaydı o Rize maçından sonra yaşananlar, devamında ayrıldım zaten.

Benim de özel hayatımda dönüp baktığımda büyüdüğümü hissettiğim dönüm noktası olan anlar vardır. Sizde de 2000-2001 sezonu bu şekilde yer almıştır herhalde?

Her anlamda beni büyüttüğünü hissettim. Bir şey yaşıyorsunuz, bir şeyler öğreniyorsunuz. Zaten onu görmeniz, öğrenmeniz için size bu yaşatılıyor. Bir sebebi var. Tabii o dönem bu bilinç ve farkındalıkta olmayıp görmemişimdir belki. Şu anda baktığımda; orada yaşananlar bugünlere gelmemi sağladı. Orada bana bir şeyler anlatıldı. Görebildiğim kadarını gördüm. Sonradan yaşadıklarımda da yeni şeyler eklendi ve bugünlere geldim.

Futbolu bıraktıktan sonra da birçok tatsız olay ile adınızı duyduk. Saha içinde yaşadıklarınız, daha sonra saha dışındakiler… Hepsinden sonra da başarılı da olsanız başarısız da olsanız tekrar ayağa kalkma çabası. Bütün bu süreçlerde, bir noktada "Neden ben?" dediğiniz oldu mu?

O zaman için öyle yapmam gerekiyormuş, öyle yapmışım. Şu an ne kadar güçlü olduğumu, neler başarabileceğimi birilerine ispatlamak gibi bir derdim yok. "Ben güçlüyüm" deyip, gücümü ortaya çıkarabileceğim olaylar yaratmışım hayatımda. "Düşsem de ayağa kalkarım" deyip, ayağa kalkmak için hikâyeler yaratmışım. O zaman öyle bir ihtiyacım varmış, ben o ihtiyaçtan vazgeçtim. O hikâyeler de hayatımın bir yerlerinde kaldılar, işleri bitti. Artık onlara ihtiyacım kalmadı. Bu halimle iyiyim.

Socrates Dergi